Tutunmak ve Caymak Üzerine Sorular - Düz ...

Naime Erlaçin
955

ŞİİR


43

TAKİPÇİ

Tutunmak ve Caymak Üzerine Sorular - Düz Yazı

'Hayattan caymayı anlayabiliyorum, ama yazıdan caymayı anlayamıyorum.”
-Murathan Mungan

Yazının erişilmez ve uğrunda savaşılacak bir safiyeti olduğuna inandık hep. Başka türlü olsa yazamazdık. Kanımca yazıdan caymamak için en önemli neden budur. Belki de “sanattan caymamak” demek daha doğru olur, çünkü toplumsal ve kurumsal baskılardan kurtulmayı sağlayan; insanın kendisini özgürce ifade edebildiği tek alandır o.

”En baskıcı dönemlerde bile insan yalnızca toplumsal boyutuna indirgenemez” diyordu Adorno. Sanat, özellikle baskı altında iken gerçek bir kurtuluş arayışına; zaman geçtikçe de “plastik imaj çağı”ndan hızlı bir kaçış çabasına dönüşmekte. Günümüzde ise bu çabayı baltalayan tehlike oldukça büyük: Şöyle ki, sınır tanımaz kapitalizm küresel sermaye hareketlerini de denetleyerek ülkeleri hegemonyası altına alıp bundan yeni bir “kültür endüstrisi” ve “sürü psikolojisi” doğuruyor. İnsan ve metadan yola çıkarak yaygınlaştırılmış bir tüketici tipi yaratmayı amaçlıyor. Böylelikle pop-kültürün hileli pazarlıklarını kolayca oluşturuyor. Son yıllarda giderek yaygınlaşan bir biçimde kültür-sanat yozlaşmasından; sanat dünyasını salgın bir hastalık gibi saran 'aynılaştırma' girişimlerinden söz edilmeye başlandı. Çokuluslu şirketlerin dolaylı-dolaysız baskılarını incelemeyi şimdilik bir kenara bıraksak bile, “popüler marka – medya – politika” üçgeninde boğulmakta olan sanatçının bu üçlüyle yapacağı hesaplaşmayı gözden kaçırmamak gerekir. Kültür erozyonu ve yozlaşma konuşuluyorsa eğer, yeterince direnmediği takdirde yazarın da bu süreçte diğer sanatçılar gibi ötekileşmesi ve yalnızlığa itilmesi kaçınılmazdır. Yazara dayatılan bir tür 'kimliksizleştirme' operasyonudur bu. Ancak bireye ve onun yaratıcılığına bütünüyle hükmedilemediğini de görüyoruz. Dolayısıyla Adorno yerinde bir tespitte bulunuyor, çünkü sanat emekçisi karşımıza özgürlük duygusu - başkaldırı ve direniş‘in sesi olarak çıkıyor. Çözüm arayış mücadelesi daima sorun yaratan bir güce karşı verildiğine göre, güç orada durduğu sürece sanat da kendisini korumaya çabalayacak, düşünen bir varlık olan insana “insanı anlatan, insanı konuşan” olmayı sürdürecektir. Süreci iyi anlamak için eytişim (diyalektik) kurallarını anımsamak yeterlidir.

Bilinçli düşünce tam bu noktada devreye giriyor ve insanın kulağına salt içinde yaşadığı toplumun bir ürünü olmadığını fısıldıyor. Bireysel savunma mekanizmaları, sanatın eteklerine tutunan kişiyi devasa bir çarkın dişlileri arasında öğütülmekten az da olsa koruyor. Baskı altında kimliğini yitirmesi planlanan “sanat öznesi” sisteme bu fırsatı vermiyor; yok edilmeyi onaylamıyor. Özellikle de küreselleşme sürecinin hız kazanmasından sonra düzenin yarıştırmacı, aynılaştırmacı ve aynı zamanda elemeci anlayışına karşı durmayı biliyor. Sanatın özünden aldığı kuvvetle hayattan caymamaya çalışıyor. “Hayattan cayanlar” ise küsenler, kırılanlar ve erken yenilenlerdir. Horace McCoy bu gerçeği 1930’lu yılların ortalarında fark ederek “Atları da Vururlar”ı kaleme almıştı. Simon de Beavoir’e göre ABD’nin ilk varoluşçu eseri olan roman, 1929’da yaşanan Büyük Buhran (“Great Depression”) sırasında dibe vuran değerleri muhalif ve eleştirel bir tavırla irdeler; yarışma metaı olmaya zorlanan ve günün koşullarınca dayatılan boyutlara indirgenen bireyin sancılarını anlatır… Ne yazık ki süreç günümüzde de hızlanarak devam ediyor. O yılların salon yarışmaları - küresel sermayenin bilgisayar tuşlarıyla yön değiştirmesine benzer bir biçimde - ekranların açma kapama düğmeleriyle artık oturma odalarımıza kadar giriyor. “Özne”nin giderek “nesne”leşmesine tanık oluyor; böylece “histerik sermaye”nin (S. Zizek) akışkanlaşması ve sınırların kalkması sonucunda kimlik kaybına uğrayan “karton bebekler”in sisteme koşulsuz teslim oluşlarını izliyoruz. “Atlar”ı ilk bakışta sırf ekonomik koşullar vuruyormuş gibi gözüküyor. Oysa insan, pek de farkında olmaksızın, kendisini vuruyor. J.Kristeva’nın da vurguladığı gibi (“Ruhun Yeni Hastalıkları”, Ayrıntı Yay. 2007) , öznel-kişisel bir “içeri” oluşturamayanlar ilk yıkılanlardır: Sahip oldukları insanlık duygusunu yitirenler akıl yürütme gücünü de kaybediyor. Yenidünya düzeninin (Novus Ordo Seclorum) bilinçli bir uzantısı hayatlara damgasını vuruyor. Kazanmak için rekabet eden, kazanamadığında ise kaçan; ya da bu süreçte türettiği ruhsal sorunlara sığınan özne, bir anlamda kendisini imha ediyor. Yapay çağın olabildiğince yapaylaştırılan insanı, üstesinden gelemediği çatışmaların faturasını ödemeyi sürdürüyor. Ve elbette yaratmak yerine tüketmeye yönlendirildiği için, bu karmaşa sırasında bir türlü filizlendiremediği sanatsal incelikleri horlayarak yok sayıyor. Uğradığı ihanetin hıncını, kendisiyle birlikte onları da aşağılayarak alıyor. Burada bir parantez açarak, doğrudan sistemle olan hesaplaşmadan söz etmediğimi vurgulamak isterim. Söz konusu olan sorun, sistemden kaynaklanan ama sistemle birebir değil de kişinin kendi iç ben’iyle yaptığı hesaplaşma olup; sistem-birey çatışmasından sonra gelen birey-iç ben çatışma evresine dairdir. İnsan, sonuç olarak çoğulculuğun terk edildiği ve köktenci bir demokrasi anlayışının(!) egemen olduğu yeni düzene uyum sağlayamadığı için bedeli kendisine ödetiyor. İşlevsel olmayan bir organın körelmesi (dumura uğraması) gibi kendisini imha ediyor. Sürece sanatsal açıdan bakıldığında ise kişinin ürettiği sağlıksız savunma mekanizmalarına bağlı olarak “kitsch”leşmenin ve modaya uymanın (“trendy” olmak) yaygınlaştığını saptıyoruz. Yeni ve geçerli olan yasa, “Öl, ya da uyum sağlayarak yaşa! ” şeklinde olup, yapısalcılıktan kurtulmaya çabalayan bireyin yapay kurallar tuzağına düşmesinin de bir kanıtı, bir göstergesidir.

Ne tuhaftır ki, insan-para-meta üçlüsünü bu denli kolayca yöneten ve aynı zamanda toplumların kaderine hükmeden yapay unsurlar sıra sanatçıya geldiğinde, onun bir direnişçi olması nedeniyle zorlanıyor ve bu nedenle kurumsal desteklerini geri çekiyorlar. Sanata kaynak aktarımı azalıyor. Paylaşım kıstasları değiştiği için kaynaklar doğru yere yönlendirilmiyor. Sanat evleri birbiri ardına kapanıyor. Yazılı basın ve medya gerçek sanat emekçisini yok sayıyor, çünkü onlar kendi “bebek”lerini yaratmayı seçiyorlar. Bu koşullar altında, “iyi paranın kötü parayı” kovamadığı gibi, iyi sanat kötü sanatı; iyi şiir de kötü şiiri kovamıyor. Bir yazısında Ahmet İnam şöyle diyordu: “Pazar, edebiyatın pazarı değil; edebiyat, pazarın edebiyatına dönüşüyor… Toplumsal ilişkiler açısından, bireylerdeki boşluk bunun bir nedeni olabilir. Yaşadığımız çağda, dikkat çekici bir ‘benlik boşluğu’ yaşanıyor. Bundan dolayı bireyler, bireyleyemiyor… kendilerini gerçekleştiremiyorlar.” (“Ebediyatını Yitirmiş Edebiyat: Edebiyatın Edebi Yatık Mı? ”, Ocak 2003, Ankara) Dönüşüm ve değişime bağlı olarak, anlamlı imgeler artık yerlerini sahte imgelere bırakıyor. Edebiyat, sel suyuna kapılmış bir kibrit çöpü gibi nereye koştuğunu bilmiyor. Öte yandan içi boşaltılmış putların sayısı artıyor. Bu demektir ki, sanatçıya düşen görev gün geçtikçe ağırlaşıyor, çünkü yeni düzen yalnızca kopyalamayı öğütlüyor. Taklidi onurlandırırken yaratma gücünü hafife alıyor; yaşamanın ve yaşarken üretmenin tek başına bir sanat olduğunu adeta unutturuyor.

Durum ülkemizde de pek farklı değildir. Birbirinin ardı sıra büyük bir deprem ve onu izleyen ekonomik krizlerle derinden sarsılan kitleler vurulduklarının pek de farkında olmazken, yazar-çizer-besteci-oyuncu-ressam; kısacası sanatçı yaklaşan tehlikeyi fark ederek var gücüyle direniyor. Yazın emekçisi, giderek daralan olanaklara karşın hayli umutsuz çığlıklar atmakla birlikte, savaşını azimle sürdürüyor. Bu süreçten geçerken, tek silahı olan kaleme sarılmayı yeğleyen bir Don Kişot’a, belki de “Son Kişot”a dönüşüyor. Masumiyete ve yazının safiyetine tutunuyor. Artık içindeki nal şakırtılarını dinleyerek göğü tırmalayan bir süvaridir o. Çünkü sanatın başka bir dünyayı olanaklı kılacak tek güç olduğunu biliyor.

Kitleler açısından değerlendirildiğinde ise ekonomik sarsıntıların halen sürdüğü, ama varlığını koruyan ve “ilan edilmemiş” ekonomik krizlerin açıkça konuşulmadığı günümüz Türkiye’sinde de atların vurulmasından söz etmenin zamanı gelmiştir. Burada Arjantin eski cumhurbaşkanlarından Alfonsin’in bir cümlesini anımsatmak isterim: 2000’li yılların başında “Sosyal boyutu olmayan neo-liberal ekonomik politikalar, ülkeleri iflasa sürükler” demişti. Üstelik bu iflas yalnızca ekonomik anlamda olmayabilir. (Çokuluslu şirketlerin hâkimiyetini amaçlayan neo-liberal politikaların, tıpkı küreselleşme projesi gibi, 1980’lerde kotarılıp 1990’larda dünyaya model olarak sunulduğunu ve ikisi arasındaki yakın ilişkiyi unutmamakta yarar olduğunu düşünüyorum.) Yolunda gider gibi gözüken ekonomi, buzdağının yalnızca su üstündeki kısmıdır. İnsan ve dolayısıyla sanat boyutu ise su altında kalan büyük kütleyle ilgili… Atların vurulduğu yer işte orası! Ekonomik risklerin belirli bir kesim için minimize olduğu, ancak sosyal faydanın geniş kitleler için göz ardı edildiği alanda incinmektedir sanat.

Toplumların dinamiğiyle oynamak bireylerin özgüvenlerini de derinden sarsar. Kimlik erozyonuna uğratılmak oyunun bir parçası olduğuna göre, kişi ya riskleri göze alarak mücadele edecek ya da zamanını yapay bir dünyada kotarılan olumsuzlukları büyük bir iştiha ile sindirerek tüketecektir. Atların sessizce vurulduğu bir düzende, sanal âlemin şampiyonları ile özdeşleşip bir tür doyuma ulaşarak düşünce sarmallarından, akılcılığının süzgecinden geçmeyi unutacak/unutturulacaktır. Var olma yanılsamasıyla yok oluşu seçmenin yoludur bu... Ve fakat aynı zamanda sanatçının, ulusal kimliklerin tek bir potada eritildiği; dev bir organizmaya dönüşen tekelci sermayenin giderek oyunun kurallarını belirlediği bu düzendeki direniş serüvenidir. Çünkü o, yaşamın risklerle savaşma sanatı olduğunu unutmayandır.

Peki, nereye kadar? Kültür endüstrisinin, piyasa fiyatı belirleyen politikaları karşısında değeri giderek eksilen, kimliksizleştirilen yazar, hangi kırılma noktasında hayat ile yazı arasında bir seçim yapmak zorunda kalacak? Emeğinin popüler kültür içinde eridiğine tanıklık etmek onu hırpalamayacak mı? Yaratma kapasitesi ve sanata dair “olmazsa olmaz” yetkin bilinci bu gidişattan etkilenmeyecek mi?
Ehrenburg’ un da vurguladığı gibi onu nitelikli-özgün-özenli-yeni eserler vermeye güdümleyecek olan okurun, sistemin çarkları arasında ezildiğini görmeye; ulusal kültürün, yeryüzündeki tüm coğrafyalara hızla pompalanmakta olan ve insan faktörünü görmezden gelen sözde evrensel değerlerine karşı bir kenar süsü olarak muhafaza edilmesine isyan etmeyecek mi?
Rüzgâra bıraktıkları kokuları bile silinen “Son Kişot”larla vurulmayı bekleyen kurbanları izlerken yorgun düşmeyecek mi? Sanat arenasında kırılan fay hatlarını hangi güçle onarıp; dünyaya egemen olan yeni kültür ile “vulgarize” edilen bilgiye karşı nasıl savaşacak?

İnsanı yeni bir tür ilkelliğe - özellikle de yazın sanatında kısırlaşmaya - götüren bu süreci sorgulamıyor ve yukarıdaki soruları kendimize yeterince sormuyoruz. Sormadığımız sürece de yazıdan caymasak bile önünde sonunda hayattan caymak zorunda kalabiliriz.

Bu karmaşada şiir nerede duruyor? Büyük üstat Fazıl Hüsnü Dağlarca, son söyleşilerinden birinde şöyle diyordu: “İnsanın bittiği yer olabilir ama şiirin bittiği yer olamaz! ” (Radikal, 17.05. 2007 – Söyleşi: Bedirhan Toprak) Demek ki şiir ve şair halen bir yerlerde duruyor. Tıpkı yazarın okurunu araması gibi, tüm zorluklara karşın şair de okuruyla buluşmayı bekliyor. Aklım bir yandan yukarıdaki sorulara yanıt ararken, bir yandan da üstadın sözlerine tutunmaktan yana… Şiir ve yazıdan bu yüzden caymıyoruz işte. Hayattan caymamanın yollarından biri de bu çünkü. “Plastik imaj çağı”ndan payımıza düşen onca olumsuzlukla savaşırken, riski göze almak mecburiyetinde olduğumuzdandır bu direniş.

(HAYAL Dergisi, Temmuz-Ağustos-Eylül 2007; Sayı 22, s. 60)

Naime Erlaçin
Kayıt Tarihi : 31.8.2007 09:00:00
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Suat Seymen
    Suat Seymen

    doğru bir saptamayla; asfalt, urizen, vertigo II, atların ölümü, balıklar, scenario, hadi ve giyotin şiirlerimde söylemeye çalıştığım bir kavram üzerine oldukça değerli bir çalışma yapmışsınız...öncelikle teşekkür ederim... başkaldırmanın amiral gemisi şiirdir benim bakışımla da...bu anlamda william blake'nin derinlemesine incelenmesinin doğru bir yol olacağını düşünüyorum...şiiri tam yakalayabildiğini düşündüğüm için...post modern kültürün bakış açısının kırılması...aslında varoluşçuluk, yapısalcılık ve post yapısalcılıkla değil..post modern sanatla olabilir diye düşünüyorum dikkatle baktığımda...hepsini içler çünkü; tarihi de dışlamadan içler... sevgi ve saygılarımla....

    Cevap Yaz
  • Aydın Sevgi
    Aydın Sevgi

    Kişi içindeki duyguları,gözleriyle görüp kulaklarıyla duymayı arzu eder hep.Kendisinin ya da başkasının duygularını.Şarkılar bunun küçük birer örneğidirAslında bu yazma cesaretiyle doğru orantılı bir süreç.Yazı yazmanın medeni cesaretini kendinde bulanlar bunu başarırlar ve hissedebildikleri ölçüde yazarlar.Bunu başaramayanlar da başkalarını okuyarak bu noksanlıklarını telafi ederler.
    Yazılarında şiiri tercih edenler bana göre kelimelere daha çok anlam yükleyip onları tahayyülatında geniş bir açıyla görmek isteyenlerin bir ifade tarzıdır.Hayal gücü diğerlerine göre hep bir adım öndedir şairlerin.Bu bana göre hayatın bir gerçeği.
    Otobüste ,yürürken , yağmurda ıslanırken hatta ve hatta başkasıyla konuşurken dahi hep içenizden birşeyler fısıldamak bunun en belirgin bir ifadesi olsa gerek.
    Teşekkürler.
    Saygılarımla.

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (2)

Naime Erlaçin