partiküler hatıralar
Şiirlerim lir, şarkılarım tar, dudaklarımda karahöbür moru, turna tınıları kulaklarımda. Bir şehirdeyim... Dilinin altında dil tutan bir şehirde. Kulaklarım tetikte taşları dinliyorum. Her şehrin bir sesi olur, demişti bir arkadaşım. Katman katman üstünde olan bu kadim şehirde kimbilir kaç ses olur birbirinin içinde. Benim de her şehirde yeniden açılır kulaklarım ama burada pir açılıyor. Çünkü söylenileni işitmek değil, derinden duymak gerekli burada. Öyle ki, şehrin bana ilk söylediğinden değil, hiç söyleyemediğinden duymalıyım tınısının tonunu. “Zmane zkmaki*’yi duymalıyım bu şehirde. Ana karnındaki dili sökmeliyim. Elbet olmaz birden bu dediklerim, bilirim. Elbet zaman lâzım, niyet lâzım. Niyetim var ama zamanım kısıtlı. Gelişlerim şen ola, diyerek başlatmalı ziyaretleri bu diyarlara. Özel tınılarını duymak istiyorum dedim ya, bu şehir bunu hak ediyor. Ancak bir kentle kurulan ilişkide öznel nedenlerimiz de varsa yüklediğimiz anlam, içimizde taşıdığımız duygular daha bir derinden salınıyor. Yıllar önce Diyarbakır’dan Erzurum’a göçerken bizi götürecek olan otobüsü beklerken oyuna dalıp annemle babamı gözden kaybetmiştim. Bulduğumdaysa otobüse binme hazırlığı içindeydiler. Elbette onlar yerleşme işlerini bitirdikten sonra dönüp beni alacaklardı ama ben eğer onları zamanında arayıp bulamasaydım bu şehirde bilerek unutulacağımı sanmıştım yedi yaşındaki çocuk aklımla. O yüzden diyorum ki; belki de bu kadar mutsuz ayrıldığım kentte, çocukluğum boyunca minik bir anıdan büyük bir travma yaratmayı beceren belleğim karıştırmak istiyordur özel sayfalarını şimdi. Belki de hiç bilmediğim kiliselerini gezerek başlamamızda da bir keşif gizi saklıdır. O zamanlar tanışmadığım yüzünün peşindeyimdir Diyarbakır’ın belki de. Kimbilir.
Her şehrin nasıl sesi varsa, işaret ettiği bir de yara var sanki bedenimizde. Bunu belirginleştirmek için mi nedir, Diyarbakır‘a gelmemizin bir hafta öncesinde dilimin ucunda kocaman bir yara açılıyor. Öyle ki; ne yediğimden bir şey anlıyorum, ne konuştuğumdan. Her lokma önce oraya çarpıyor ağzımda çevrilmeden, ve her söz oradan kırılıyor ağzımın içinde. Dilimin ucu delinmiş sanki. Ne ilaçlar deniyorum iyodundan kortizonuna. Ama hiç birisi fayda etmiyor. Diyarbakır’a gelince dostlarıma söz ediyorum dilimin iflah olmaz yarasından. Hemen karanfil veriyorlar. Ve de sıkı bir tembih patlatıyorlar hemen arkasından; aman aman günde sekizi sakın aşma. Azı faydadır ama sayıyı aşarsan zehirlenirsin ha, diyorlar. Gün boyunca ikişer ikişer emiyorum evire çevire. Ancak sayı altı olunca kesiyorum, neme lazım. Nasıl iyi geliyormuş karanfil, dil yarasına. İçimden şöyle geçiriyorum ben de; belki de bu kadar zor değildir dillerin iyileşmesi. Karanfil basmalı belki de, dile illâ bir şey basılacaksa. Karanfiller, güller dermeli artık bu coğrafya
kilit surlarda romantik kalpler
O masal dağında ünleyen gazal
Güz ve hasret yüklü akşam bulutu
Güz ve güneş yüklü saman kağnısı
Babamdan duyduğum o mahzun gazel
Ahengiyle dalgalandığım harman