___ Tımar/hane Günlükleri ___

Berkan Koloğlu
67

ŞİİR


0

TAKİPÇİ

___ Tımar/hane Günlükleri ___

“ az gidip uz giderek hayatı yaşadıkça ”

Varlığın zirvesinden / yokluğun
-mariana- çukurundan da derin karanlık mahzenine düştüğünde anlarsın
kaybetmek kazanmaktır, kazanmaksa; kaybetmek

meğer düşten ibaret/miş… dersin geçmişine
geçmişine, ati’ye… savurduğun küfürler o anda sona erer
ben böylesi feleğin (!) diye başlayan cümlen…

Düş de gör derler ya…
düştüğün andan sonra düşte de göremezsin
aklın başında iken hayat denen gerçeği
ve o zaman başlarsın yetenek kazanarak
görünmezleri görür duyulmazı duyarsın!
sen de duydun mu dersin (içimden geçen sesi)
gördüğüm görünür mü durduğunuz o yerden?
kimsenin görmediği her bir ince detayı sen görüp sen duyarsın!

Yokluk hazinesiyle tanışınca, tanırsın / utanırsın varlıktan
korkun kalmaz darlıktan

hele… dost ‘sandığını’ açınca anlarsın ki; o sandığın içi boş
sanmadıklarınsa dost!
çoktan seçmeli testmiş, dost/dediğin külfetmiş
diyerek kahrederken, feleğe kahpe derken… kahpenin felek değil
varlıklı günlerinde yanından hiç gitmeyen, ayağına parselli
fırsat bulunca öven gözü tebessümlüyken içten içeyse söven…
dünya denen skeç’in kıyafet balosunda endamı arz eyleyen
pelerini yüzünden sıyrılınca / tanırsın, tüm gerçek kahpeleri
bin özür borçlusundur, yıllar yılı sövdüğün o bîgünâh feleğe

zekiyim sanıyorken aklına kanıyorken, us’un kandırıyorken
anlamaya başlarsın, öncesinde anlamsız bulduğun her detayı
“zekâ aklında değil yüreğinde saklıdır…
delirebildiğince… akıllısındır inan”!
inan, bunu söyleyen aklından inip bir/an
yaşayıpta öğrendi! ….. her detayı an be an

“ haneye giden yolun henüz siftahındayken ”

çizgilere takarsın henüz başlarındayken
aynaya her bakışta yüzdeki her çizgini birine atfedersin
sandığından boşalan dostluk müsvettesinin her bir ayrı ismine
şu çizgi sana ait, diğeri öbürüne…
diyerek yâd edersin (!) içe feryat gömerken…
kendini suçlamazsın sanki onları seçen, sen değilmişsin gibi!

duvarlara takarsın rengini anlamadan, yahut önemse(n) meden
çünkü; renkler aynıdır yada aynadır yansır,
çömelip bağdaş kurar oturur ruh haline,
yorgun yılların gibi kaldıramaz hiç bir güç
bütün renkler karadır… ya gerçekten siyahtır ya da kara görünür,
bahtınca algılarsın… ne güneş sarısını ne mor’u algılarsın
pembeyi unutursun, tıpkı düşlerin gibi mavi / mazide kalmış,
denizi hatırlatan renk miydi? der durursun,
vurursun yumruğunla nefes aldığın göğse, bir o kadar da diz’e!

duvara ilk bakışta sebebini bilmeden göz dikip tuğlalara
çerçeveler arası yolculuktadır gözün
boşa geçmiş hayatın bu hale gelene dek oluşan her kareyi
bir çerçeve içinde, resimlerde ararca duvar tarar bakışın
gördüğün ilk çerçeve molanın adresidir
taktın ya çizgilere… aklın çizgilerdedir!
gözünle ölçüp biçip, çerçeveyi yoklarsın sağ bir santim yukarı
yahut sol iki santim sola ya da aşağı
duvarda durduğundan daha fazla ağırdır,
aklında en ağır yük / asılı çerçevedir!

“ ikinci merhalede ”

hayatından çıkmayan çizgileri takiben yürürsün kaldırımda
parke taşlarındadır kimseyi görmez olur, insanlardan usanmış,
senelerce ıslanmış, yorgun umutsuz gözün
umutsuzluğuna denk, susuzdur ki gözlerin
yere bir damla düşse; sanma ki ayn’ındandır…
başını kaldırıp bak, muhakkak yağmurdandır

parke taşı düzensiz, hepsi birbirine küs, ayrı yönlere bakar
hepsi de eğri taştır, hayatın kadar eğri,
hayatın kadar soğuk, hayatın kadar hissiz, hayatınca anlamsız…
bakıp kafa yorarsın… kendi kendine sorup kendince cevaplarsın

- hadi, beni geçin de, siz neden eğrisiniz
sizlere şekil veren sizi hiç görmedi mi? hiçbir kalıba girip
eğilip bükülmedim, kimse istedi diye yerlere uzanmadım
ne uzadım hayatta ne de kısaldım işte
diye başlarsın söze parkeyle sohbetinde
- siz, can taşımazsınız, ama ben taşıyordum!
sizin üstünüzden hep türlü mahlûkat geçer
benim üstümden ise sadece dostlar geçti!
deyip başlarsın bir bir, tespih çekercesine
aklından hiç çıkmayan ruh kanatan her ismi
tekrar buruk edayla hepsini yâd edersin!
dışardan seni gören birbirine gösterip tanımlamıştır mutlak…
- parkeyle konuşuyor delinin zoruna bak…
ne zorluklar yaşandı umurunda değildir (yaşamadı ki bilsin!)
onlar için sadece şahadet parmağının gösterdiği hedefsin
- bak işte! şurda duran, çizgi gömlekli adam…
deli demek kolaydır en zor olanı ise; bunca deli içinde
aklını korumaktır, akıllıyı bulmaktır, …
deliler vitrininde aranılan o akıl hangi saçın içinde?

Çizgilere taktıkça akıllılar ordusu giderek kaçar senden
sayıca çok olsa da, delirmen yetmez gibi tecride maruzsundur
aşağılar kimisi… vicdan ferahlığına, önüne para atar
gömlek biçerler bir de… çizgilerden sıyırmış adama, bula bula
çizgili pijamayı reva görürler sonra!

Kimse sormaz hâlini bilmek ise zûl gelir öğrenmez ahvalini!
biri telefon açar insanlığından kaçar kolayını bularak deliyi ihbar eder

- alooo tımar/hane mi?

“ ve günlük tutulmaya tam burada başlanır ”

tarifle eşkal verir yazdırır adresini hangi hissiz sokakta,
hangi kaldırımdaysan… eliyle koymuş gibi gelir bulurlar seni,
bin akıllı içinde göze batan tek sensin
geldikleri araca bindirmeden az önce
sana müşfik davranıp bil ki gönül alırlar (?)
- bizle gelirsen şayet; seni misafir edip bir müddet tutacağız,
atacağız aklından sileceğiz geçmişi
‘ki aslında silinen, geçmiş değildir artık… bizzat geleceğindir’
çocuk kandırır gibi umarsızca boşbakan gözlere sözcükleri / kefildir
ve derler ki;
- aklına kene gibi yapışmış her detayı tedavi süresince
‘bizim yöntemimizle, bize özel tımarla’
aklını tımar edip seni kurtaracağız size özelhanede!
ama n’olursa olsun tımarhane demezler… duyup gülmeyin sakın…
meğer ürkütücüymüş, oraya biçilen ad…
aklın tamirhanesi tımarhaneymiş meğer…
bizse tımar adayı, tamir süresi meçhul?

Yeni adresim belli, hepsi tıpkı ben gibi, üniforma misali
aynı elbise giyen, çizgili pijamalı resmi geçitler başlar
külliyen insan dolu… akılları kül olmuş
biri, başlar karşımda parmağını saymaya birbirine ekleyip,
bekleyip her adımda… bir-iki-üç… dokuz-on… onmaz onun dertleri
abaküs parmakları hiç bıkmadan saysada…

her gün birini izler gözlersin garipleri
günlüğün sayfaları daha acıyla dolar tanıdığın her kul’da

bir kadın tanımıştım, tanımıyordu beni
okyanus yetersizdi gözlerini tarife, öylesine derindi
ve öylesine serin bakışların aksine ruhundaydı yangını!
iki düşük ardından bin badire atlatıp kılı bile kırk yarıp
üstüne titreyerek, sağlıklı doğsun diye dokuz ay bilmem kaç gün
ve daima sırtüstü yatmış / geceler boyu…
hamilelik öncesi yine sırtüstü yatıp eş beklediğine denk
binbir özen göstermiş, yediği her lokmaya içtiği suya bile
çocuksuz geçirdiği onca yılın ardından doğacak çocuğunun
ona verdiği umut hayata bağlanmaya en sağlam urgan olmuş
ve onunla birlikte onca çocuksuz yılı hep ‘kendine yaşayan’
kumarbaz kocasına şefkatle anlayışla yaklaşmasına rağmen.
kumar yetmiyor gibi kuma’ya kaptırarak yitirmiş her şeyini
dokuz ayın sonunda adam ebe getirip çocuğu doğurtunca
süt biriken göğsünden bir kez emziremeden, ayırıp anasından
götürmüş kumasına geçirmiş nüfusuna kaybolmuş ortalardan…
üç kişilik yalnızlık düşmüş önce ikiye
koparılmış bebeği, elde kalmış yalnızlık!

yanıma yaklaşırken karşımızda oturan masum bakışlı adam
duymasın ister gibi, fısıltıyla konuşup
- çekinme zararsızdır demişti yanılgıyla… oysa çekinmemiştim

yalvaran edasıyla bakınca derin / serin,
umarsız gözleriyle tek söz çıktı ağzından…
gördüğü her insana cevabı bilinmeyen sorduğu ilk soruymuş!
- abeycim doğru söyle… Şahin’imi gördün mü! ...
bakışım hayır demiş, umudu bir kez daha/ bir kez daha yitirmiş
yığılmıştı yanıma, kendine ağır gelen başını yaslamıştı
misafiri olmayan sağ yanımdaki omza
gel de sıyırma şimdi

alkoliğimiz vardı
sabahın taa köründen gece tam yatana dek durmadan kafa çeker
karısıysa dert çeker genç yaşında çökermiş
getirip bırakmışlar tımar edilsin diye
kolonya getirirdi ziyarete kim gelse, ona gelmese bile
çalardı kolonyayı ağır ağır içerdi gece tenhalığında
sonra kafayı bulur içtiği kolonyadan, kolona sarılırdı
aşık gibi öperdi o, soğuk betonları!

bir de böcekçi vardı…
yüzü çizgiyle dolu kıyafetine uygun, kim bilir içi nasıl?
böcek gelecek diye beklerdi hep geceyi, eklerdi gecelere
yakalardı avcuyla kimselerle konuşmaz onlarla söyleşirdi

“derdi ummana değil ummayana dökerdi…”

yaşlıca ve nur yüzlü bir de, teyzemiz vardı
gözünde hayat vardı özünde ise memat!
onca yılı devirmiş tecrübeyle yoğrulup, doğurup büyüterek
kaç çocuğu evermiş yıllar devirmese de... tek acının yıktığı
hayatınca bildiği ömründe tek beyazı saçlarından ibaret,
yazık! bahtından değil…
yaş/lıca teyzemizin yaş gözünde değildi
zamanında akıtmış, tüketmiş (ne) ferini, döktüğü her damla yaş
ömrüne eklenerek daha da yaşlanmıştı!
kimselerle konuşmaz derdini hiç dökmezdi, yalnızca öğrendiğim
“bir şehit annesiydi”
çarpım tablosu gibi parmak kullanıyordu parmaklar çalışırken
hep içinden sayardı - artık kimlere, malûm! …-
kolay sanmayın sakın, önce karnında taşı…
onca tahammül göster binbir acıyla doğur…
gece ağladığında kalkıp göğsünde soğur
hep evladına yedir kendinden eksilt aşı
her gece el uzatıp ateşi var mı yokla…
her fırsatta öp kokla, uğraş sıçtığı bokla! …
dizlerini yastık et, ninnilerinle uyut…
yirmi yıl bilmem kaç gün gözünden bile sakın
binbir zorlukla büyüt namus borcudur diye vatan borcunu ödet…
dilinde dua ile birliğine yolcu et
sonra kahpenin dölü karşılaşmaktan korkup yere gizlesin mayın…
yakalanınca affet bir de adamdan sayın!
kavuşmaya an varken teslim al, sal içinde Albayrağa sarılı
içinde paramparça cesetle… teslim al da, görelim varsa çare
gel de aklı resetle! ...
gel de hadi sıyırma

süklüm püklüm oturup etek sıyrılmış gibi durmadan eteğini aşağı çekiştiren
genç bir kızımız vardı eteğinden kat be kat aklını sıyırmıştı!
insan görünümünde mahlukatın utancı birkaç kişi birlikte içini boşaltmıştı
ama derdini değil (!) o küçücük bedene…
adı ise Elif’ti. Kur’anın başlangıcı… ikisine de, ayıp / etmeyi
düşünmeden hırpalanmıştı beden…
hadi gel de sıyırma!

bir Cemal’imiz vardı, cemali öyle güzel
artist gibi çocuktu, boy pos desen ondaydı hakeza kaş göz onda
onda olmayan tek şey, akıl sanıyorlardı
sessizlikte bulurdu aradığı huzuru, kimseler yanaşmasın hiç soru sorulmasın
yeni bir sima görse yanına yaklaşarak delici bakışıyla
- Allah benim, diyordu…
Bir tımar adayının ziyaretine gelen sakallı ve akıllı,
bunu duyup kudurdu ve üstüne yürüdü
- ulan bre Allahsız kelamına dikkat et! başlatma şimdi senin……
bıraksam girişecek
- gel hele şöyle dayı, hele şöyle ağır gel
bak yanında çocuk var… şimdi onun elinden oyuncağını söksen
an olsun düşünmeden ellerine saldırır sökercesine alır
cismi n’olursa olsun, çocuğun oyuncağı, o’nun tüm dünyasıdır
bizim Cemal ne diyor, dikkatle dinledin mi?
- ben Allah’ım demiyor! … Allah benim, demesi aşkını göstermez mi? .........
.
.
.

çizgilerin tersine düz beyaz gömlek giyen doktorlarımız vardı.
tarumar akılları tımar edişlerinden, seyis derdik onlara
herkesin bir saati ve de sırası vardı… vakti gelen giderdi! ...
(dünyada olduğunca mezara gider gibi)
tamirhane kılıflı tımar odalarına!
odaya her gelene seyisler diyordu ki,
- ne zaman bunalırsan alıp iç de şu hapı, biraz daha yaşasın
Rab’binin ten dikerek ruh emanet ettiği böyle şaheser yapı…

bir de hemşire vardı… bahsetmemek ayıptır “veyahutta bahsetmek! ”
Serap hemşire idi öz adı hem lâkabı…
daha ilk tanışmada onu çok güldürmüştüm
serap mı görüyorum bunca harap içinde,
gerçek isim Serap mı yoksa görüntünüz mü? diye sorduğum anda,
dakikalar boyunca kahkahayı basmıştı.
üstündeki gömleğin yaka düğmelerine, isyan edercesine
emzirgeçleri vardı, bir de oturuş vardı… gel de hadi sıyırma!
gidip diyemezsin ki;
- be hey Serap hemşire yüzlerce sıyrık kafa bakarken tam da sana,
otururken bilerek n’olur etek sıyırma!

masa altında kasa, üstünde ekran denen aletin karşısında
vaktini geçirirdi adı bilgisayarmış… bilgi sayardır zaar
bilgi mi sayıyormuş orasını bilemem
“ilk defa duyuyorum, akıldan daha üstün bilgi sayan var mıymış? ”
yanına yaklaşarak tam soru soracakken birden gözüm takıldı
ekran dediği cama tıklayacağı yerde, bir yazı duruyordu
“gözatma geçmişi sil”
dedim, Serap hemşire…
- ben akıldan geçmişim, elinden geliyorsa “göz atma geçmişime”
neden burdayım sorma, yaralarımı yarma, saramıyorsan şayet!
ve ayrıca n’olursun, acıyan bir edayla bakma şu gözlerime
kimin hangi an gelip, neleri yaşayarak kafa sıyıracağı
önceden yazıyor mu, alnında yazılır mı, yazılsa görünür mü?
‘bu adam ya da kadın, akla veda edecek’
şimdi masa başında ve en güzel yaşında böyle şuh otururken
yaşayasın istemem ama bir gün olur ya, çektiğimi çekersin
alır masa başından, seni de iliklerler benim yanı başıma…
n’olur acıyıp bakma!

ama hünerin varsa, ekranda yazdığınca
göz atma geçmişime, bütün geçmişimi sil!
bir deliye bakmanın yük sancısından eksil… madem ki, size yüküz!

ve asıl, unutmadan… en renkli adamımız (yüzü, tersine renksiz)
bahsetmeden geçilmez (Çanakkale misali!)
tımarlık arifesi henüz aklım benleyken, bile / hiç görmemiştim
böylesine bir deli…dünyada ne bir eşi ne de emsali vardı,
diğer ‘yedi’ ne bilmem sekizinci harika bilin ki, bu herifti!
benden çok daha sonra getirilen biriydi
kendisi boşbakandı… ama nedendir bilmedim
ben başbakanım derdi (işte milletin derd’i)
kim oturtmuş bilmedik! kendi anlatamadı fakat oturtmuş biri!
ya tahta iskemleye ya da deri koltuğa… orasını bilmedik,
nasıl oturtulduysa (!) onu da anlatmadı
öyle hoşuna gitmiş, bırakamamış sonra oturtulduğu yeri…

Recai Tayyar idi bize söylenen adi…

hemen onun ardından koltuğu soğumadan biri daha gelmişti
o da, abdurrahmandı biz ona kısa yoldan ‘apo’ deyip dururduk.
meğerse bu ikili hiç ayrı kalmamışlar burda da bulmuşlardı
ikisi birbirini, ne ‘yedikleri’ ayrı, ne de içtikleriydi…

başkasınca yazılmış boktan bir senaryoda recai başbakandı,
hayatta hiç görmedim böylesine boş bakan!
boy aynası görünce geçerdi karşısına, doktora bağırırdı…
- bunun büyüğünü tak! huyu huyuma uymaz, boyu kısa boyuma
kendini dev aynası karşısında zannetmek, böyle şey olsa gerek…
hep karşısında durur, hayranlıkla seyreder, yan saçlarını tarar,
üst tarafın kelinde tek tük tüyler arardı…
‘ tüyü bitmemiş yetim dedikleri bu muydu’ üstte tüy bitmemişti.
herkese tüy diktirdi!
hep başına bakardı bizim bu kel başbakan
elleri cebe atar apo’cuğu yanında, milleti denetlerdi!
önüne kim gelirse bağırır çağırırdı
“çok kaba bir adamdı, sığmazdı hiçbir kaba…”
hiç durmadan bağırır, us(t) anmadan söverdi…
gariptir ki; Allah’ı dilinden düşürmezdi!
boş vakiti oldukça apo’sunu çağırır bahçeye çıkarlardı
bahçenin havuzunda kendi müthiş dehası (!) sayesinde bulduğu
kâğıttan gemi yapar, havuzda yüzdürürdü…
yapacak kâğıt yoksa, onu seven (!) deliler nereden bulur bilmem
bulup buluşturarak ‘tomarla kâğıtları avcuna verirlerdi’…
gemileri yüzdürsün canı sıkılmasın ki; onlara bağırmasın
ve ardından sövmesin!
onlar, ‘kâğıt ararken ya da desteliyorken’, bu da beste yapardı
dilinin döndüğünce
- apo ‘oy oy oy,’ diye türk/ü/sünü söylerdi…

geldiği günden beri dizinden hiç düşmeyen
kendi gibi tımarsız ve hayattan umarlı (!) ne kadar aday varsa,
çevresine toplayıp boş helaya götürüp hela kabinlerinde
onlarla konuşurdu burası kabinemiz diye söze başlardı
“tutmadığı her söze”
en gençlerini alıp kendince tayin etti ve ona emir verdi
- bana bak koca gafa bugünden itibaren sen benim bakanımsın
düş işleri bakanı olarak “atıyorum” (atması hiç bitmezdi)
yeni düş bakanının işi gücü düş görüp, düşleri yutturmaktı…
sözüm ona bizlere!
bir de tımar’hanenin en kıdemli üyesi peşinden ayrılmazdı
onu da atamıştı hem de sağ’lık bakanı, hayrettir ki, gariptir
zekası en sağlıksız sağlık bakanımızdı.
boşbakanla apo’su sözde, kabine toplar
‘beraber yürüyerek el ele tüm yollardan’ çıkarları düşünüp
bahçeye çıkarlardı, oyunlar oynarlardı (!) sözüm ona bizlere…
ne çok eğlenirlerdi… sırayla, bahçedeki tahta atlara biner
hep attan düşerlerdi!
suç yok ki garibimde… vakit/sizlik mi nedir? hocası taa dünyanın
öbür ucundan gelip binmeyi öğretmemiş, diz çökmeyi öğretmiş! ...
bi/at binmeyi değil sade bi at öğretmiş… ona düşmesi için

günler sonrası bir gün
b bloğun hastası elde eski fotoğraf belki de benzeterek
yanına yaklaşmıştı, belki de ‘o’ sanarak uzattı ona doğru,
- (A) … yıllardır görmüyorum, sana ne çok benziyor, resimdeki sen misin?
- (R) … ulan hass..’ta etme adamı… resimdeki ben miyim?
- (A) … tıpkı sana benziyor beni kandırma sakın, ben Şeref’i ararım
yaaa şeref/sizmisiniz? şşşşşş….
- (R) … lan ananı al da git… diyerek başlamıştı mutat küfürlerine!

bi Cemal’e çok söver, bi de Serap’ımıza
Cemal onun yanında
- Allah benim dedikçe
- “o benimdir o benim, tek silahımdır ancak”
kralı gelse bile, kimselere gaptırmam diyerek marş söylerdi…
ona sövdükten sonra Serap’ımıza döner
- bre zındık kapat şu, yakandan fırlayanı… şurdan bi de pike al
otururken dize ört, hem yerlere dek değsin diyerek çıkışırdı
halbuki en kolayı bakmasaydın görmezdin! …
ne hikmetse; korkudan, ne doktor ne hemşire ağzını açamazdı!

canı sıkıldığında yanına ‘apo’ alıp satışçılık oynardı…
- gel vatandaş gel diye,
çağırırdı yanına yatan yabancıları,tımarhane uyruklu
ele bir sopa alır, bahçenin toprağını kendince parsellerdi
üstünde ve altında, yatan tüm hastaların kan’ı sızmış olsa da (!)
çizdiği her parseli kendisinin sanarak satışa çıkarırdı
“altı ucu kâğıttan bir avuç deste için! ”

sahi, Serap hemşirem dün sormuştun unuttum… mazur gör ki, deliyim
neden mi buradayım?
- dost “sandığım” boş çıktı… o sandığın içinden bir tek boş bakan çıktı

oysa, istikbal için, çocuklarımız için, yok edilmeden önce…
‘o’ sandığın içinde tüm umutlarım vardı… bunun için buradayım!

29 / 01 / 2009

Berkan Koloğlu
Kayıt Tarihi : 30.1.2010 02:54:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Berkan Koloğlu