Bazen ne yapsanız olmaz. Sevmezler, istemezler, beceremezler. Bu onların sevme yeteneğinin arzulandığı gibi gelişmemiş olmasından mıdır, belki... Olsun, sebebi pek önemli değildir. Tam da o anda, hayatınızın geri kalanını kurak, bakımsız bir bahçeye çevirecek o derin kırılma ânında kendinize sorduğunuz mantıklı soruların cevabı da yoktur. Kaderin, ahengiyle mesut bir hayatı kendisinden esirgediğine bir kez kanan o “kayıp ruh” kolayına iyileşmez. Yeryüzünde milyarlarca insan, o iyimser uyumdan payına düşeni almak için mücadele ederken, öteki neden sadece o adam, o kadın olmadan yaşayamayacağını düşünür? Daha da fenası buna içtenlikle inanır. Onun isteklerinin hepsini yerine getirse de bu fedakârlığın ona yetmeyeceğini bilir. Prizmadan defalarca kırılarak geçen o “beyaz umut” yerini gerçekliğin melankolik renklerine bırakır. Onu mutlu edecek sırra vâkıf olmak için güçlü, akıllı, erdemli, çekici, dürüst, güzel olmanın yetersiz olmadığını görüp yüzleşmeye cesareti varsa eğer, kendinden büsbütün vazgeçebilir. O koyu sevgisizliğe makul gerekçeler arayıp bulamamanın zehriyle yaralanan biri, aynaya baktığında artık kendi yüzü yerine “onun” anlaşılmaz ifadesiyle karşılaşır. Sevilmeyi unutan ruh, içindeki kesiğin zamansız sızısıyla sevmeyi de unutur. Sıkıca tutunduğu kaderini çağırır, bilmeden şekillendirir. Keşke karakterimizin buyurganlığına meydan okuyabilecek gücümüz olsaydı.
Korkarım esas ceza o vakit başlıyor. Tahayyül edilen benlikle, hakiki benlik arasındaki derin uçurum, umutsuz bir sevgi arayışı, insanı olabileceği gerçek kişiliğe yaklaşmaktan da alıkoyuyor. İnsanı ölmeden çürümeye mahkûm eden korkunç bir döngü bu aslında. Aşkın, tutkunun, ölesiye sevmenin bedelini böylesine bir cezayla ödemeye hazır olanların içine düştüğü o dipsiz kuyunun başında durup aşağıya korkusuzca bakmayı seviyorum ben. Edebiyatın insanın loş ve gölgeli yanına ışık tutan, Ay’ın karanlık yüzünü aydınlatan sihirli gücünü de bu yüzden önemsiyorum. Yazarlar, asırlardır bu “hastalığı”, şiirin, yazı sanatının diline tercüme ederek insanlığa unutulmaz eserler bıraktılar.
Çok sevmeyi düşlemek...
Geçenlerde harika bir “iç ses” romanı olan Soluk Bir An’ın yazarı Behçet Çelik’e takıntılı bir sevdanın çaresizliğini dillendirmenin ne kadar güç olduğundan bahsediyordum. Ona kahramanı Taner’in “sıkışıklığına” üzüldüğümü söyledim. Hatta “onu mutlu edecek bir bölüm daha yazamaz mısın” diye açıkça sordum. İyi yazılmış hikâyeler, hiç ummadığınız bir anda sesleriyle kendilerini hatırlatır. Okuyanın parçalanmışlığına teselli olurken, iz bıraktığı insanın kuytusunda bekleyen duygu kırıntılarını da acımasızca yakar geçer. Ona ılık esintili bir yaz akşamüstü sahildeki tenha bir çay bahçesinde, denizin usulca alacalandığı saatlerde, Taner’in hâline kederlenmemizin ironik olduğunu söylemedim. Sadece iç sesimle güldüm. Yazının şifa olan yanıyla düşünen, hisseden insanların başına bu sıkça gelir.
Sevinmeyi, üzülmeyi tam öğrenememiş, aşkı belki de hiç tatmamış, sıradan bir evliliğin içindeki dar çemberinde çırpınan Taner’in aşk sandığı tutulmanın “sessizliği”, kitap bittikten sonra da merhametli ama sert mizacıyla okuruna eşlik ediyor. Çok sevmeyi düşleyen ama sevdiğini kendisine bile itiraf edemeyen solgun karakterin anlatıcısı, o acıyla kalmanın bazen unutmaktan daha iyi olduğunu seziyor: “Yakında hepten unuturum Esra’yı, dediği günlerde bile, dört bir yanının turuncu ya da menekşe moru altında, yeni bir boyut eklenmiş gibi daha derinlikli, daha belirgin, daha açık göründüğünü fark ettiğinde koşarak yanına gitmek, sarılmak istiyor. Sarılsa, büyük bir boşluk dolacak, ya ağlayacak ya gülecek. (...) Umutsuzca kuruyor düşlerini. Umutsuzca özlüyor, çok eski zamanları özler gibi bilmediği şeyler değil. Çoğu akşam bu kadarıyla yetinebileceğini sanıyor, haftada birkaç akşam görmekle, sesi, gülüşü, dalıp gidişiyle, dalıp gittiğinde usulca çekiştirdiği saçını parmağına dolayışıyla, esnerken parıldayan dişlerini, ağzının gizemli karanlığını bir an görebilmekle. Yetinmekse yetiniyor da; ama bazı günler için yakıp duran arzunun bir gün solacağı gerçeği bütün düşlerini, umut bile denemeyecek beklentilerini alt edip öne çıkıyor.”
Takıntılı bir “sevda hikâyesinin” kederiyle sarsılmış varoluş bilincinden daha fazla yaralayan bir hâl varsa, o da sevebilme umudunu büsbütün yitirmektir herhalde. Muhatabı müphem hayali sevdalardan tekinsiz ama “korunaklı” bir dünya yaratmak için esrik bir sevginin ağırlığına katlanabiliyor insan.
Aşk bir suç ortaklığı...
Sevdiğiyle keskin bir suç ortaklığına giren “âşık”, bu nedenle sadece ondan değil kendini cezalandırmaktan da vazgeçemiyor. Bernard Schlink, sinemaya da uyarlanan Okuyucu’da, yabani bir kadına tutulmuş delikanlının sesiyle okurunu ürpertiyordu. Ne korkunç; insan mönüden lezzetli bir yemek seçer gibi birini sevmeye karar verebiliyor ama aynı rahatlıkla ondan vazgeçemiyor işte: “Hanna’dan sonra kendimi asla alçaltmayacak ve alçalmayacaktım; kendimi bir daha asla suçlamayacak ve suçlu hissetmeyecektim; bir daha yitirmekten acı duyacak kadar sevmeyecektim hiç kimseyi; O zamanlar bunu böylesine açık düşünmemiş, ama kararlılıkla hissetmiştim.” Öyle olmuyordu tabii. Hayatının geri kalan kısmında birlikte olduğu kadınların kokusunda bile hep onu aradı o çocuk!
Edebiyat tarihinde bu türden duygu kırılmalarının yansımalarına baktığımızda yaşadıklarımızın gerçekliğinden daha “gerçek” olanla karşılaşıyoruz kimi zaman. Anna Karenina’nın azabını tanıdığımız pek çok kadının acısından daha hakiki kılan da edebiyatın o şeffaf yüzü değil mi zaten? Sevdiğinin kalbinden düşmenin varılabilecek en dip nokta olduğuna inanan bir kadının yakarışları, talihini büsbütün esir alan takıntılarının içinde boğuluşu, Tolstoy’un benzersiz empati sezgisiyle dile geliyordu: “Benim sevgim gitgide daha tutkulu ve bencil bir sevgiye dönüşüyor, onunki ise gün geçtikçe sönüyor ve bu yüzden uzaklaşıyoruz birbirimizden, diye düşünmeye devem etti Anna. Buna bir çare bulmak da olanaksız. Benim her şeyim o ve onun giderek daha fazla kendisini vermesini istiyorum. Oysa onun gitgide daha fazla istediği şey ise benden uzaklaşmak.” Sonrasını biliyorsunuz. Bütün duygularını örten o koyu karanlık yırtıldı, hayatının puslu ayrıntıları mutluluklarıyla birlikte hafızasında canlandı. Belki kendisinden değil de zehirleyen aşkından vazgeçmek istedi ama acımasız demir bir kütle onu rayların üstünde kırmızı çantasıyla birlikte sürükledi ve hayat bütün çileleriyle birlikte durdu!
Tutkusuz sevemeyecek kadar soylu!
Kırılganlığıyla iz bırakabilen “aşk hikâyeleri” sadece trajik unsurlarıyla, unutulmaz diyaloglarıyla değil diliyle de okurunu sarsar. Kahramanlarının dağınık duygu dünyasını incelikle anlatabilmek de roman sanatının vazgeçilmez unsurlarındandır elbet. Takıntılı aşkların benzersiz yazarı Lawrence Durell, meşhur İskenderiye Dörtlüsü’nde, Clea’nın herkesten gizlediği yüzünü gösteriyordu bize. Sadece olayları anlatma kolaylığına kaçmadan, insan ruhunun kıvrımlarını bir minyatür sanatçısı gibi işleyerek: “Clea tutkusuz sevemeyecek kadar soylu bir insandı ama öte yandan, yılda ancak bir kez konuştuğu birini sevebilecek kadar da yetenekli. Yüreğinin derin durgun ırmağı imgeleri biriktiriyor, hızla akan sularında onları durmadan yansıtıyor, onları belleğinin, hiçbirimizin beceremeyeceği kadar, derinlerine gömüyordu. Gerçek saflık, bayağı olan bir şey yapamaz, ayrıca saflık yürek cömertliğiyle birleştiği zaman, dünyanın en kolay incinen niteliği ortaya çıkar.”
Kendini, dünyanın bütün acılarını unutacak kadar çok seveni, isteyip de beceremeyeni anlatmak, yaşarken yazarken de oldukça meşakkatlidir. Eğer gerçekten aşk kendisini zehirleyen takıntılı bir bakışla, nihayetinde cezaya dönüşüyorsa ve ölesiye sevme dürtümüzden vazgeçemediğimiz için ağır bedeller ödüyorsak, geriye kalan baskın his neden kesif bir yalnızlık oluyor? Başkaları ne yapıyor bilmiyorum. Ben yine yazının şefkatli kollarına sığınıyor, okuduklarımdan süzülen kelimelerle hikâyelerimi yeniden yazıyorum.
“İyileştiremem, hastalığı benim”
Onun şafak sökerken mandalina bahçelerinde, çiyin okşadığı ipeksi otların üstünde uyanışını, eskiciden aldığı Venedik aynasında çoktandır tanıyamadığı suretine bakışını, serin rüzgârlı güz akşamüstlerinde hiç konuşmadan, vücudunu dimdik tutarak, kendine biraz da acıyarak yürüyüşünü, buğulu bakışlarının ardına gizlediği alaycılığını, ince yağmurlu bir sabah avucuma usulca bıraktığı nehir taşını, kelimelerle sevişir gibi mektuplar yazışını düşündüğümde aklıma saplantılı aşka dair yazılmış en güçlü romanlardan Koleksiyoncu geliyor. Kaçırılıp, bir odaya hapsedilen Miranda, günlüğüne “Onu asla iyileştiremem çünkü hastalığı benim” yazmıştı. Tıpkı benim hikâyemdeki gibi onu esir alan da iyileşmek istemiyordu. Sanırım onlar da âşıkların çoğu gibi bencilce, sevdiklerinden ziyade hislerine teslim olmayı seviyorlardı.
Bu yazı vesilesiyle, hâlâ hangisin daha kötü olduğunu düşünüyorum. O “takıntının” vakti geldiğinde (kimse bilemiyor o zamanı) kuyruksuz bir uçurtma gibi göklerde süzülüp kaybolması mı yoksa bir ömür boyu yanılsamanın veya hakikatin gölgesinde geçirilen, içeriden acılaşmış bir ömür mü? Bazı soruların berrak cevapları yok galiba. Yine de “acılığı” iyileştiren kelimelerden başka çaremiz var mı? En çok okunan, sevilen “hastalıklı” aşk romanlarından Kürk Mantolu Madonna’da sevdiğinin her ânını hafızasına hatta geleceğine kaydeden Raif Efendi, ondan vazgeçişini defterinde itiraf eder: “Artık benim için eskisinden beter bir hayat başlayacak. Gene makine gibi akşamüzerleri alışveriş edeceğim. Kim ve ne olduğunu merak etmediğim insanlarla görüşüp sözlerini dinleyeceğim. Hayatımın başka türlü olmasına imkân var mıydı? Zannetmem. Tesadüf seni önüme çıkarmasaydı, yine aynı şekilde, fakat her şeyden habersiz, yaşayıp gidecektim. Sen, bana, dünyada başka türlü bir hayatın da mevcut olduğunu, benim de bir ruhum olduğunu öğrettin.”
Edebiyat bizimkine benzemeyen hayatları “iç sesleriyle” gösterebildiği için insanı sarsarak iyileştiriyor. O sihirli cümlelerle hayatımız boyunca karışımıza çıkan işaretler, nesneler, semboller, tabiattaki varlıklar, eşyanın kendisi hakiki bir varlık ve deruni bir mana kazanıyor. Bu koca kâinatta, onca tecrübeden sonra, hâlâ hayatın hakikatiyle kelimeleri örtüşen çok az insanın “sevdaları içeriden yazabilmesi” ne tuhaf!
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 3.3.2016 14:53:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
A Esra Yalazan
------
Son derece değerli bir sayfaya konuk oldum, daha geniş bir zamanda bütün paylaşımlarınızı tek tek okuyabilmeyi umut ediyorum...
Merhaba...
TÜM YORUMLAR (1)