(Tahlil) Halk Ozanı Muharrem Yazıcıoğlu ...

Mustafa Ceylan
658

ŞİİR


21

TAKİPÇİ

(Tahlil) Halk Ozanı Muharrem Yazıcıoğlu ve Gülende'nin Beşiği

“-Tahlil-
MUSTAFA CEYLAN


Antalya / 2003


ÖNSÖZ

Ben sünniyim, o alevi... Gerçek şu ki, ikimiz de insanız... Ne ben suçluyum sünni bir ana-babadan doğduğuma, ne o suçlu alevi bir ailenin ferdi olduğundan. İkimiz de suçsuz ve masumuz...

Aslında, ikimiz aynı ağacın dalları, aynı ırmağın kollarıyız. Ancak ayıranlar, çağlar önce ayırmış.

Bana ne o “ayırımcı” elden! ..

Bizi, ikibinli yıllara geldiğimiz bu zaman diliminde dostum’ dan kim ayırabilir ki? .. O çalar, ben dinlerim ben yazarım o okur... İkimiz de insanız... Hem de aynı bayrak, aynı ulus, aynı toprağın bireyleriyiz. Asırlar öncesinin örümcek tutmuş anlayışıyla üç binli yıllara nasıl yol alabiliriz ki? ! .. İyi ki demişiz! .. Gönül gönüle verdik, düştük yollara. Sildik, zamanın tozlu aynasını... Bir’ de birleştik... Oh ne güzel! ..

Çatlayın patlayın olur mu bizi anlamayanlar!

Siz zaten, dün Yunus’ u, Hacı Bayram’ ı, Hacı Bektaş’ ı, Mevlâna yı, Mansur’ u vb... de anlamamıştınız...

Hele, hele bizi hiç anlamazsınız! ..

Biz, biziz! .. Ya siz? ..

Siz kimsiniz? ..

Ey bu satırları okuyan dost insan, “Beri gel barışalım / Yad isen bilişelim.” Tamam mı? ..

Ozan dediğin böyle olur işte! Söylenmemişi söyler. Gök kuşağını beline dolar. Yazıcıoğlu’ da gerçek bir ozan.. Düşünceleri bana, benim düşüncelerime uymayabilir. O zaman, ben onu eleştiririm. Analiz eder, hece hece böler, böylesi tahlil ederim işte. Düşüncelerinin tümü mü uymuyor? Elbette değil! Çok büyük kısmında tıpkısının aynısıyız. Farklı olan da, onun ozanlık görevi... Zira, ben şairim, o ozan...Ayırımcılara göre de ben sünniyim, o alevi...

İyisi mi dostlar, gelin siz bırakın asırlar öncesini tarihin raflarına... Siz, bu şairle Muharrem Yazıcıoğlu isimli ozanın, bu gönül söyleşisine bir bakın.

Biz söyleştik, yazdık... Siz, şimdi okuyacaksınız. Yazan ben, söyleyen o... O’ nun söylediklerini şiir kitaplarından buldum, kendi elleriyle yazdığı “cönk”lerinden çıkardım. İşime geldiği gibi seçtim yani... Sonra, yorum getirdim. Haklılığım sizin ölçülerinize bağlı. İsterseniz yanlış deyin. Yazdım, dedim, düşündüm, söyledim işte...

Hepinize selâm ve saygılarımla...

· “Yorum var yorum içinde,

· Sorum var sorum içinde...”

Ozan Muharrem Yazıcıoğlu, dünyaya “bir çok kere dolup boşalan iki koca cadde, bir büyük handan oluşan” maddi bir varlık olarak bakar. Bu maddi varlık, manâ ile iç içedir. Her bir zerresinde, atomunda, hücresinde manâ gizlenmiştir. Bu gizlilik daha fazla beklememeli, ariflerin, âlimlerin, yücelerin ve ozan-şairlerin biliş, buluş, duyuş ve sezişleriyle bir “gerçek” olarak ortaya konmalıdır der. Ona göre gizlilik yoktur. Aslında insanoğlunun “göremeyişi” vardır, sezemeyişi, algılayamayışı vardır.

Bakmakla görmek, görmekle içine girip onunla yaşamak arasında çok fark vardır. Can-kalp gözün açık değilse, milyon kere baksan göremezsin. Hadi gördün diyelim, ya içine nasıl girecek ve onunla nasıl yaşayacak ve yaşatacaksın? Asıl yanıt verilmesi gereken soru da budur.

“Dünya fâni, fâni de fenadır” derler. Derler ama, bilmem doğru mu derler? Peki fenadan bizi alıp götürecek olan Azrail’ den neden korkarız? Madem fenaydı dünya, neden ağlar, sızlar, yalvarır, yakarırız? Dünyada daha çok kalmak istememizin, ayrılışın hüznüyle yanıp tutuşmamızın sebebi nedir?

Sadece bizim bildiğimiz ve bizim gördüğümüz güneşin etrafındaki sistemde dünya bir zerre... Ya insan? İnsan, bu zerrenin içinde nokta bile değil. Peki, noktadan küçük varlığın güneşlere kafa tutuşu neden? Gökleri “kâğıt gibi dürüşü”, dağlarla denizlere yer değiştirişi, güzelle-iyiyle yetinmeyip “mutlak ve muhteşemden muhteşeme” istekli oluşu neden? Toz zerresinden ve noktadan küçük olan bu insanın, hacmi-kapasitesi sonsuzdan sonsuz olan bir yüreği ve o yürekte gümbürdeyen bir aşkı vardır da ondan işte...

Evet, yürek ve aşk...

Yürek ve aşk sadece insanda mı var? Yoksa çevremizi kuşatan canlı-cansız, görünen-görünmeyen her şeyde mi var? Varsa bu nasıl bir oluşum? Çocuğun, çiçeğin, böceğin, taşın, kuşun, havanın, suyun, ışığın, karanlığın gülüşünü görebildik mi? Gördük, bildik, tanıdık ise mutluyuz. Ya göremediysek, ya bilemediysek; vah ki vah bize! ..

Görmek, bilmek, yaşamak ve yaşatmak için “hamdım, piştim” demeli insan. Peki hamlıktan kurtulmak, pişmek nasıl olur? Bir yanıt da buna verilmesi gerekiyor.

“Çünkü İnsanım Ben-I-“ başlıklı şiirimde “Dışarıdan bakınca” şöyle demiştim.

“Bir mendil gibi dürdüm gökleri

Korksun Cehennem benden

Burgu burgu Ferhatça

Yardım dağları, yerleri...

Doğa, eşya, madde namına ne varsa

Cümlesine öğrettim, ezberlettim

Manâlı seherleri...

Öyle istedi canım

Çünkü ben insanım...

Ağaç yürüyebilir, koşabilir mi?

Hayvan düşebilir, ama düşünebilir mi?

Taş, toprak hissedebilir mi tehlikeyi?

Melek ağlar, kahkaha atabilir mi?

İrade benim, sınav da bana

Şah damarımdan yakınsın biliyorum

Önüme serişin yok mu koskoca evreni?

İşte bu görev,

Bu görev şımartıyor beni...

Affet, affına sığındım!

Affedeceğini sevginden anlıyorum

Maddeye kafa tutuşum aşkından

Engin hoşgörüne vurulmuşum

Senden gelir, seninle, sana varır koşum...

Bir mendil gibi dürdüm gökleri

Korksun kara Cehennem benden

Ağaç yanar, kuş vurulur, taş kırılır

Dünyanın düzeni benden sorulur.

Peygamberler, veliler, evliyâlar, erenler

Nizam, intizam vermedi mi güzellikten yana?

Ben de bir deli ozanım işte

Bu sebeple, elbette üstünüm melekten,

Çünkü insanım ben...

Çünkü insanım ben...”

Evet, biz böyle diyorduk. Peki ozanımız Muharrem Yazıcıoğlu ne diyor? O da önce soru ve sorgulamalarla konuyu açmaya çalışıyor. Tıpkı benim gibi...

“Kazdık Dediler” şiirinde, “kâmiller” in “sezdik” dediklerini siz gördünüz mü hiç? Doğrusu ben, çok aradım, ancak bir “sıfat” bulamadım. Bildiğim şu ki, bir “denge” var. Denge bozuldu mu, hastalık, zulüm, acı... Dengeyi insan bozmasın. Zira, insanda şah damarından yakın Tanrı var.” Diyor ve dediğini de bakın ne güzel mısralara diziyor?

“Gidip gördünüz mü yüce makamı?

Kaç direkle yapmış bu kâinatı?

Çok aradım bulamadım sıfatı

Kâmiller şahittir sezdik dediler.” Diyen ozanımıza göre, “seziş” yeteneğine kavuşmak için “kâmil” olmak gerekir. Öyleyse, işte tüm soruların tek yanıtı: Kâmil insan...

Yani, hamlıktan kurtulan, “olan” veya “ölmeden önce ölen” insan. İşte bizim Anadolu ozanları böyledir. Lâfı fazla uzatmadan, ağızda sakız benzeri sündürmeden, bir anda gerçeği ve sonucu haykırıverirler. Yazıcıoğlu’ da “Kâmil insan, sezen insandır” diyerek sonuca varmıyor mu?

Kâmil insan, kendini bilen insandır. Yunus’ da, Hacı Bayram’ da, Hacı Bektaş’ da; tüm yücelerimiz “kendini bilmeli” demişler. Bakın Yazıcıoğlu ne demiş?

“Dünya bir çok kere doldu boşaldı

İki koca cadde, bir büyük handı

Kendini bilmeyen yollarda kaldı

Biz de senin gibi kızdık dediler.”

Evet, “kendini bilmeyen yollarda kalır.” Binlerce cilt kitap oku, üniversite bitir istersen, “Sen kendini bilmezsen / Ya nice okumaktır? ”

Kendini bilmeyen kişi de “bilgi” sadece bir yüktür. Kof ve işe yaramaz bir yük! .. Diploma adamı adam yapmaz! Asıl olan, gönül fakültesinden, insanlık kürsüsünden diploma almaktır. Gerisi lâf ü güzaf! ..

“Taştan sağlam ve gülden nazik bir bedene” sahip olan insan, dünyada toz zerresi- bir nokta olduğunu unutur da, bir buğday yüzünden, bir dilim ekmek yüzünden canavarlaşır. Güzelliği, yüceliği, ulviliğini bir unutur ki sormayın. Ne mi yapar? Dinleyin ozanımızı:

“Dengelidir canlı cansız dünyamız

Geldik gittik Adem oldu künyemiz

Taştan gaim, gülden nazik bünyemiz

Bir buğday yüzünden azdık dediler.”

İşte bu... Bir yanda denge, düzen, masumluk, güzellik, dürüstlük, temizlik. Ortada insan... Öte yanda zulüm, zam, işkence, hortum, silâh, savaş, kan, göz yaşı... Tüp kadar mide ve o mideye girecek bir buğday tanesi, yani ekmek...

Ey ortadaki insan! Seç bakalım birinden birini!

“Eline, diline, beline” sahipsen, özetle E-D-B denen üç harfin üçünün de üç gülü oldu isen seçimin bellidir. Aksi takdirde negatifsin! Kâmil insan olamazsın vesselâm! ..

Kan, kin, nefret, öfke... Bütün bunlar yürek hastalıklarıdır. Ham insan yüreğinin mikroplarıdır. Bu mikroplar “hep ben merkezcil” yapar kişi oğlunu. Ben merkezcilik kavgayı, kavgada yarışı getirir. Maddeci, çıkarcı idarelerin ve güçlerin hakim olduğu dünya kavgada yarışa girmiştir. Ozan Yazıcıoğlu’ da;

“Bütün dünya kavga ile yarışta” der. Kavgayı geçen kavga yapmak, ölüm makinalarını çalıştırmak demektir. Oysa, insanın görevi öldürmek değil, yaşatmaktır. Savaş, atom, kan ve gözyaşı zulüm iktidarlarının oynadığı tiyatrodur. Sahne dünyadır, rejisör zulüm güçleri, figüranlar ise insanlardır. Neden? Tüp kadar mide, ceviz kadar beyin, fakat devleşmiş, azgın, zaptedilmez, “ben merkezci” bir iştiha? ! O azgın nefis sahipleri de ölmeyecekler mi? Kazık mı çakacaklar şu canına yandığım dünyaya? Yok olup gitmeyecekler mi? “Dünya bir çok kere doldu boşaldı.” Farkında değiller mi? Yoksa, Azrail’ la pazarlıkları mı var? Sorgu sual bize var, onlara yok mu?

Varsa, yanıt evetse, çaresini ozanımız söylüyor:

Diyor ki:

“Katkın olsun yapılacak barışta

Mahkemenin huzuruna varışta

Hakkı, adaleti bozduk dediler”

İşte... Diyecekleri bu... “Hakkı, adaleti bozduk! ”

Neden? Neden, ama neden? İnsan böyle olmamalı. Bozmamalı dengeyi, Hakkı, adaleti...

Çünkü, ozanımızın dediği gibi “Dengelidir canlı- cansız dünyamız.”

Dünya, yaşadığımız yer. Bakınız dünya için ne demişiz?

“- Dünyayı başına dar ederim-Dünyayı zehir,zindan ederim-Dünyayı toz pembe görme-Dünyayı haram ederim-Dünyayı gözün görmüyor-Dünyayı anlasana-Dünyaya kazık mı çakacaksın-Dünyaya gözünü kapadı-Dünyaya getirdiğin oğul değil,zulüm-Dünyaya gelmedi-Dünyasından geçti zavallı-Dünyanın yedi harikası gözlerinde gülüm-Dünyanın ucu uzundur-Dünyanın kaç bucak olduğunu gösteririm sana-Dünyanın öbür ucuna gitsen gene benimsin-Dünyanın dört bucağında aradım seni-Dünyanın parasını harcadın be-Dünyalar senin oldu herhalde-Dünyadan haberin yok-Dünyadan el çekmişe benziyorsun-Dünyadan elini eteğini çekmişsin-Dünya yüzü görmeyesin-Dünya yıkılsa umurunda değil-Dünya varmış ohh be-Dünyaya açılan penceredeyim-Dünyanın kelâmını ettin-Dünya malı neye yarar-Dünya kadar yolun var-Dünya güzelim benim-Dünya gözüme zindan görünür-Dünya gözü ile göreyim dedim-Dünya görüşlü adam-Dünya görmüş insan-Dünya evine girdim-Dünya durdukça durasın-Dünya bir araya gelse inanmam-Dünya başıma yıkıldı-Dünya ahret kardeşim olsun-Dünya âlem bilsin bizi”

Ve daha binlerce deyim, atalar sözünü ekleyin buna...

Nedir bu dünyadan çektiğimiz? Şunun şurasında üç günlük misafiriz, öyle değil mi? Sıkıntı, eziyet, cefa... Hep bize mi? Bal, kaymak, baklava, huzur, neşe, kahkaha başkalarına... Ne yaptık biz? Suçumuz ne? Cennet onların, Cehennem bizim... Hayret doğrusu! ..

Ya da, nedir bu dünyanın bizden çektiği? Her şey yerli yerinde. Yedi gök, yedi yer, yedi gün... Ağaç, kuş, taş, su, ateş, toprak, hava... Her şey dengedeydi. Dengedeyken güzeldi. Bozan kim? Bozan, kantarın topunu kaçıran, teraziyi eğen insan. Havayı, denizi, doğayı kirletip yok eden, ozon tabakasını delen biz. Yetmedi, kendi neslini öldüren gene biz.

Her halde bu ikilemin arasında bekleyip kalmamalı, birinden birini seçmeliyiz. Sonuç basit, kolay. Herkes dünyadan yana olacak. Bu kesin. Yaşasın dünya! Güzel kalsın, bozulmasın! Peki insan? O acımasız, o zalim, o bozucu, o yıkan, yakan insan! Ondan yana olan yok mu?

Var elbette... Kim mi? İşte Yazıcıoğlu...

Ama bir şartla! İnsan olmalı, hamlıktan kurtulmalı ve kâmil insan olmalı. Ancak o zaman insandan yanadır ozanımız. Yoksa değil! ...

İnsan ne? İnsan kim?

İnsan, Adem yani... Yazıcıoğlu diyor ki:

“Yazıcıoğlu hiç ayrılma Ademden

Yaradan da sarhoş oldu bu demden”

İşte özün özüne geldik. Döndük, dolaştık başa geldik. Adem’e anlayacağınız...

Adem, insanlığın ilk ata’sı... Cennet’ ten elma yüzünden, Havva’ ya şiir okuyup kovulan ilk insan...

Başka?

Adem, “hiç”lik... Adem “yok”luk...

Adem “badem “olacak değil ya cancağızım? !

Adem, neden ve nasıl yaratılmıştır?

Kaynağımız elbette Kur’ an olacak.

Hak kelâmı diyor ki:

-“And’olsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Ve BİZ ONA ŞAH DAMARINDAN DAHA YAKINIZ.” (Kaf,16)

-“…Biz insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tin, 4)

-“Onu düzenlediğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman…”

-“Biz emâneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, korktular. Onu insan yüklendi…” (Ahzâb, 72)

Şu halde? ...

Emanet ehline verilirse güzeldir. İnsana verilmiştir ve ehil olan insandır. Dağların, taşların, yerin, göğün korktuğu emanet yükünü insan almıştır. Çünkü insanda kendisinden yakın olan “BİR” vardır. O bir, aşktır, sevdadır. O bir HAK’ tır…

O zaman,

Aşk, bir’ de biri birlemektir. Çoğulu tekil yapmaktır. Sonsuzun sonunu değil, sonsuzu sonsuz yapan bir’ e kavuşmaktır.

“En güzel şekilde yaratılmış” insanın aşkı da, sevdası da elbette en güzeldir. “Aşk yoksa âlemde, hiçbir şey yoktur.”

Aşk, dünya ölçülerine göre ışık hızını geçip, üç boyutu aşmak, beş iç, beş dış duyuyu geride bırakmaktır. Maddeyi ışık hızından daha süratli bir şekilde yolculuğa çıkardığınızda, gözlerinizle göremiyorsanız, suç ne maddede, ne yoldadır. Suç, kusur gözlerinizdedir. Işık, saniyede 300 Bin Km yol kat eder.Maddeyi, teni, otobüsü gelin bu hızın üstüne çıkaralım. Ne olur? Bir anda gönderelim, bir anda getirelim. Mekândan haberiniz mi olur? Yazıcıoğlu’ da “Gittin, geldin habersizsin mekândan” derken, aynı şeyi söylemiyor mu? Her gidişte bir mezar kazılıyorsa “kaç sefer mezarın kazdık” diyenler de haklıdır.

Madde enerjiye, bir başka deyimle ışığa veya ışık ötesi zamana belirli hızdan sonra gerçekleşebiliyorsa; yani ışınlama yapılabiliyorsa, neden duruyoruz ki?

İşte, bunun için beyin gücüne gerek var. İnsan beyninin gücüne… İnsan dediğimiz de beyin, yürek ve dil arasına sıkışmış bir enerji katresidir, o kadar! ... “Kan pıhtısından, en güzel şekilde” yaratılmış olan insan, dünyanın en büyük enerji santralıdır, jenaratörüdür. Küçücük yüreği ve tüp kadar beyniyle, cihanı sarsan, aydınlatan veya karartan bir güce sahiptir. Herhalde “en güzel şekilde yaratılma”nın verdiği güç ve sır’ da budur.

Şimdi bu görüşlerimiz ışığında Yazıcıoğlu’ na bir bakalım. O;

“Gittin, geldin habersizsin mekândan

Kaç sefer mezarın kazdık dediler.” Diyor. Ne de güzel diyor? ! Aynen bizim gibi…

Mezar, ten için… Can’ ın mekânı nere? Can cananına gidiyor. Cananıyla buluşuyor. Öz öze, kabuk kabuğa… Sistem bu işte…

“Can” demişiz, can… Bakalım “can” için ne demişiz?

“Canla başla varım! Canımın içine sokacağım geldi. Canının derdine düştü, Canın mı yandı canım? Canını verdi bu yolda, Canımı ben sokakta mı buldum? Canımı sıkma defol! Canını dar etti mübârek, Canını çıkardı garibimin, Canını cehenneme gönderdiler, Canını bağışladım, unutma! Canını alırım haa! Canın mı acıdı? Canımdan bezdim, usandım! Canıma yetti yaptıkların! Canına yandığım dünya! Canına tükürdüğüm dünya! Canıma tak dedin! Canına mı susadın? Canına okurum, bak! Canıma minnet! Canına kıyma, n’olur! Canıma kâr etti yalnızlığım, Canıma işledi, Canıma geçti, Canına ezan okudum! Canına düşkün adam, Canıma değsin, oh! Canına acı bari! Canımın içi! Canımı sokakta bulmadım! Canım desem, canın çıksın diyor, Canım, ciğerimsin, Can-ı yürekten destekliyorum, Canı yok mu bu gâribin? Canı yerine geldi, şükür! Canım yanıyor, canım! Canı tez adamsın! Canın tatlı mı senin? Canım sıkıldı! Canım gibi seviyorum, Canı sağ olsun, Canı pek adam, Canı isterse, Canı ile oynuyor, Canı gönülden, Canı yürekten, Canım gitti be! Canım gelip gitti! Canı çıksın o’nun! Canım çekti, ne yapayım? Canı çekildi ayağımın, Canı Cehenneme! Canım burnumda birader! Canı ağzına geldi, Candan geçti, Cana yakın insan, Cana kıymak insanlık değildir, Canıma can kattı, Can yoldaşım benim, Canımı yakıyorsun, Can veriyor dost uğruna, Canımı sıkıyorsun, Can sıkıntısından patlayacağım! Can sıkıcı havadisler, Can sağlığı versin Hak! Can pazarıydı o gün, Can pahasına yola çıktık, Can kurtaran yok mu? Can kurban sana, Can kulağı ile dinle beni, Can kaygısına düşme! Canı kalmadı o’nun! Can havli ile bağırdı, Can geldi, canlandı, Can feda, can kurban sana, Can evimden vurdun beni, Can eriğimsin benim, Can düşmanı o adam, Can düşmanı o adam! Can dostu böyle olur! Canımın direğisin! Can dayanmaz buna! Can damarıma basma! Can çekişen karıncayım ben, Can cümleden aziz gelir, Can ciğer kuzu sarması, Can borcumu ödemeliyim, Can cana, baş başa, Can boğazdan gelir, Canını beliyorsun! Can, baş üstüne, Can atıyorsun! Can alıp veriyordu! Can alacak nokta burası! Can acısı ile ağzını açtı, Can tende misafir.”

Bu kadar mı? Elbette değil! ...

“Can” kelimesi üzerine özellikle Hacı Bektaş-ı Veli ve Hacı Bayram-ı Veli yolunda bulunan insanlardan milyonlarca cümle, veciz söz, atasözü bulabilirsiniz. Yunus Emre ve Mevlâna dahil cümle ışık insanlarda süper cümleler bulabilirsiniz. Vaktim olsa, kalemim işlese sadece CAN üzre bir kitap yazardım. Ama olmadı, ne yapayım? Ya da vakti iyi kullanamadım da ondan.
Can kimde var? Canlı da… Adem’de… Adem yokluk… Çünkü can misafir Adem’de… Can varsa Adem var, can yoksa Adem zaten yok… Yokluktan geldi, yokluğa gitti Adem… Adem kim? “Kan pıhtısından, en güzel şekilde yaratılmış vekil…”
Madem öyle, madem vekil, emânete sahip çıkacak o… Dağın taşın, kuşun, ağacın yüklenemediği yükü sırtlayan o… En güzel yaratılan da o… O zaman geriye ne kalıyor? Adem’i beklemek… Adem sözünde duracak mı, durmayacak mı?
Ya sözünde durmaz ise? ’i beklemek… Adem sözünde duracak mı, durmayacak mı?
Ya sözünde durmaz ise? Ya, üstüne üstlük Adem, Adem’e saldırır, yok etmek isterse? Adem Adem’e dost olmalı, düşman değil! .. Adem’de emânet var… Hak var…

O zaman, bunu gören Yazıcıoğlu diyor ki;

“Yerin altında” şiirinde;

“………………………………………………

Hak, Adem’de dedim insana taptım” diyor… Adem’de hem âlem var, hemde Hak… Adem’in kendisi alem, kendisi Hak…

İnsanoğlu tapınmak istiyorsa, Hakk’a tapmalı ve ona sığınmalı! .. Hak nerde? İnsanda… Diyordu ya “Şah damarınızdan daha yakınım “ diye…

İnsan… Evet insan…

Her şey insanda, her şey insana…

İnsan vardır, insan içine çıkamaz. İnsan insanın aynasıdır. O aynaya bakmaya gücü, mecali yoktur. İnsan vardır, insanların başında, ama. Kendi masasının ve kasasının kaygısındadır. Böylesi değil baş, Başbakan da olsa neye yarar? İnsanın ıssız bir adada, tek başına yaşaması olanaksızdır. Konu komşu, hısım akraba, oğul, kız, kızan, eş, amca, amir, müdür, hizmetçi vb…çoğalt çoğaltabildiğin kadar. Ancak, bütün bunlar arasında birlik-barış ve sevgi varsa, umut devamlı yeşerir. Birlik-barış-sevgi yoksa, baba oğulla, karı koca ile dahi kavgalı hale gelir. O zaman da hayat-dünya çekilmez olur.

İnsan… İnsan nasıl bir varlık?

“Kur’an insanın varlık yapısında iki alanın birleştiğini, bunlardan birinin “ölüm alanı” yani beden, diğerinin ise ikinci olan yani ölümsüz olan, ruh (tin) olduğunu vurgular. Dinsel literatürde bu iki alanı ifade için birçok terimler kullanılmıştır. Bunların bir kısmı simgeseldir. Aslında insan evrenin bir parçasıdır, cüzidir.Ölümlü-ölümsüz-beşeri-ilâhi, fenomen-numen, kalp-göz vs. gibi.

Mutasavvıflar ise, bu ayrımı, ikiliği şöyle ifade ederler:

-Nasut-Lahut (Hallacı Mansur)

-Şekli-Asli

-Heykel-Ruh (Cüneydi Bağdadi)

-Kalp-Göz gibi…

Demek ki; insanda, biri evrimin konusu olan, insanın diğer varlıklarla ortak yanını oluşturan “Beden alanı” ile diğeri yalnız insana özgü bir de “madde üstü alanı” mevcuttur. Bu ikinci alan Alman düşünürü Max Scheler tarafından “Geist” olarak nitelendirilen bir alandır. Buna vecd ve istiğrak alanı da denilir.

Özetle, insanın bir obje olan yanı; birde obje olmayan-arasyonel-alojik yanı vardır. İnsan ikinci yanıyla diğer varlıkların üzerine yükselir, onlardan ayrılır. Türk tasavvufuna göre “insan Allah’ın yeryüzündeki halifesidir.” Bu yönüyle yücedir, diğer yönüyle de lâboratuar konusudur, fizikidir, nesneldir, ölümcüldür.

Ünlü Romen araştırmacı Eliade, tüm dinler tarihini göz önünde tutarak evren açısından görünen yön ve görünmeyen yön kutsallık ayrımı ile bu olguyu açıklamaya çalışır, düşüncesini çeşitli yönlerden incelerken;

“Dindar insanlara göre doğa hiçbir zaman “doğal” olmayıp, her zaman dinsel bir değer yüklüdür. Evren Tanrısal bir yaratıdır.Tanrılar, Dünya’nın yapısında ve kozmik olgularda kutsalın çeşitli tarzlarını tezahür ettirmişlerdir. Dünya kendini öyle bir biçimde ortaya koymaktadır ki, dindar insan, onu seyrederken kutsalın ve buna bağlı olarak, Varlık’ın çeşitli tarzlarını keşfetmektedir. Evren bütünlüğü itibariyle, aynı anda hem varlık, hem de Kutsallık değişmelerini keşfetmektedir. Varlığın zuhuru ile kutsalın zuhuru birbirlerine kavuşmaktadır.” Bu saptama doğruluk içermektedir.

Öyleyse evren nedir? Tasavvufçulara göre; gizlerle dolu, bilinmeyeni bilinenden çok olan evren, Hakk’ın meydana vuruşu, ortaya çıkışıdır. Evren O’nun vücudunda ortaya çıkar. Tüm nitelikleriyle oluşup görünür. Bunun için bütün yaratıklar diridir, oluş ve hareket halindedir. Hepsi de Tanrı’yı tespih ederler. Öyleyse evren “Macro Cosmos”tur. Evrendeki kutsallık, insandaki kutsallıkla birleşerek “Varlığın tekliği” olgusunda bu gerçeği vurgulayıp “NE VARSA ALEMDE, ÖRNEĞİ VAR ADEM’DE” tümcesindeki özde macro cosmos ile micro cosmos’u özdeşleştiren bir yapı ve içerik kazanarak “hatt-ı istiva”sına, tüm düzenin dengesine insanı “ Tanrı halifesi” olarak oturtan gizemci bir felsefenin doğuşuna neden olur.

Evrenin gizlerini kendi varlığında, özünde keşfeden insan, Tanrı için bir ayna olduğunu düşünmeye başlar. Sorumluluk sınırları içinde kendini bilmekten yola çıkan insan, karşımıza nefsini bilerek, benliğini yok ederek, arınmış olarak gelir. İnsan bu haliyle Evreni ve evrende Tanrı’yı fark etmenin doyumsuz “zevkini” yaşar, bunu varlığının her yerinde, özellikle de gönlünde duyar. Bu insanın “ön yargılarını” yok ederek “zannını” yok ederek, tarafsız bakışa varma olgusu olarak belirir. Simgelerin türküleri hep bu alanda duyulur. Her şey bir yansımadır.”(*)

Tasavvuf düşüncesinin temeli “Tanrı-insan-evren”dir. Bu temeli oluştururken insan daha ilk evrede “Vahdet-i vücut” anlayışını izleyerek “Vahdet-i mevcut” kavramına ulaşır ve “her şeyin Allah’ın adlarından birinin tecellisi, mahzarı olduğu” tanısıyla eline verilen ”ayna içinde” karşılıklı konmuş yokluk aynasına bakan bir varlık olduğunu görür.

(*) ÖZMEN, İsmail; Simgeler Kenti Bektaşilik, Syf:46 Ankara, 2000

Bu karşılıklı aynaların ortadaki varlığın sonsuzca görüntülerini verdiğini sezinlerken, ortadaki varlığın, aynaların önünden çekilmesiyle aynaların BOMBOŞ kalacağını, yalın mantık kurallarıyla kavrar. Boş aynaları kırmak, parçalamak ister.Bunu somut olarak gösterebilmek için dönen karşılıklı aynaların ortasına bir MUM koyar, böylece aynalardan yansıyan pek çok mum görüntüsü oluşturur. Ancak, yine ortadaki somut varlık olan mumu kaldırdığında görüntülerin yok olduğunu saptayarak, mevcut olan her şeyin “O” yani TANRI olduğuna, özetle var olanın “O” olduğuna karar verir. İnsan durup durup düşünür ve “Tanrı’dan başka mevcut yoktur” (La mevcudu illAllah) der. “varlık tektir, birdir” kuralını kabul eder. O’na ulaşmanın yollarını arar, uzun aramalardan sonra, türlü aşama ve evrelerden geçerek gönlündeki (usundaki) bitmez tükenmez kaynağa ulaşır. Bu kutsal ve ölümsüz kaynağın adı aşktır, sevgidir. Bunu derinden görüp denize dalar. Böylece insanın metafizik ve psişik serüveni başlamış olur. O var oldukça da bu olgu sürecektir, kesintisi hiç düşünülemez.

Öyleyse aşk nedir?

Bu serüvenli aramaya başlayan insan aslında kendi içinde dönüp durmaktadır. Sonunda aradığını kendinde bulur. Bu aşk’tır, sevgilidir…(**)

Ozanımız Muharrem Yazıcıoğlu, aşk’ı-sevgiyi çok ileri, doruk noktalara çıkarmış bir ozanımızdır. Hatta diyebilirim ki, kimi dizeleri, Halllac’a “enel Hak” dediğinde derisini yüzdüren söylem biçimine yakın ve bazen de o söylemi geçmektedir.

Aşk ve sevgisiz hiç bir şey olmaz.

(**) ÖZMEN, İsmail; a.g.e., Syf:43-44

Aşk ateşi yakıcı ve kavurucudur. Pervanenin muma koşuşu neyse, aşığın sevgili’ye koşması da odur. Ölümüne, yanmaya ve yok olmaya yapılan koşu işte… Akıl tüccarının, iflas topu attığı an aşkın başlangıç anıdır. Duygu gelir, akıl gider…

Aşkın mayası sevgidir, hoşgörüdür, birliktir. Aşkın tersi kin’dir. Aşk kini,- nefreti siler, kara bulutları süpürür. Aşkın yuvası, mekânı yürek; komutanı ise gönüldür.

Sönük, cılız aşk olmaz. Hele ateşsiz asla! Ona aşk denmez. O posadır. Ateşli aşk ezelden ebede uzanır. Ölümsüzlüğe talip olan ateşli aşkı yaşar.

İşte Yazıcıoğlu’da bakınız ne diyor? :

“Gerekir” şiirinde;

“Aşkı olmayanın ateşi olmaz

Ateşi olmayan asla yol almaz”

Evet, yol almak, mesafeleri kat etmek, engelleri ve ufukları aşmak isteyenin aşk ateşi yüksektir. O ateşi maddi hiçbir “termometre” ölçemez. Ölçmeye kalkan termometre paramparça olur.

Zamanı yenen tek olgu aşktır. İnsan ölür, ama aşkı ölümsüzdür. Ölüyü aşkı yaşatır. Aşk hamuru sevgi ile mayalanır. Sevgi insana çok şey katar. Seherde bülbülün ötüşü de güle olan aşkındandır.

Nitekim Yazıcıoğlu’da;

Aynı şiirinde;

“Aşkın mayasında sevgi yatıyor

Sevgi insanlara neler katıyor?

Seherde bülbül de aşkla ötüyor

………………………………….” Diyerek, tezimizi doğrulamaktadır. Kâinat aşk üzre meydana gelmiştir.İçindeki varlıklarda aynı tutkuyla canlılıklarını ve varlıklarını sürdürürler. Aşkın bittiği noktada varlık sıfırlanıverir… Bu yüzden, aşkı olmayan ölü demektir.

Yazıcıoğlu, aşk elinden yanmasına yanar ama, kimi zaman da başkalarının aşkına olan hayranlığını gizleyemez. Başkalarının ulvi-yüce-güzel aşkları o’na feyiz verir.

Ve der ki;

Gene aynı şiirinde;

“Yazıcıoğlu aşk elinden yanarım

Aşk olandan feyiz alır kanarım

Aşkı olmayanı ölü sanırım,

………………………………” diyerek, aşksız canlının yaşayamayacağını vurgular.

Madem ki bizi var eden Hak’tır ve o bizdedir. O bize bizden yakın ve en iyi DOST’tur. O DOST’u sevmek, O’na aşık olmak en güzeli değil mi?

Ölmeyecek bir DOST’u, sönmeyecek bir aşkla sevmek gerek. Arayıp bulmak için, uzun gayretlere ihtiyaç yok. O DOST’un kendisi zaten İNSAN’dayım demiyor mu? O zaman insana bakmak, insanı sevmek DOST’u sevmektir.

İnsan insanı seviyorsa, insanı insandan seçip ayırt edemez.

Nitekim, ozanımız Yazıcıoğlu’da benim gibi düşünerek,

“Makamın yoktur” şiirinde;

“Yazıcıoğlu Hak ademde kaçamam

İnsanları birbirinden seçemem” demiş.

İnsanlar arasında ayırım-seçim yapmak, hattâ birini diğerine üstün tutmak yanlış olsa gerek. Kim diyebilir ki, şu daldaki meyve olgunlaşmayacak? Su varsa ıslatır. Güneş varsa ışıtır. Ağaç varsa, yaprağı, dalı, budağı, çiçeği olur. Ağaçları çılgın kibrit aleviyle ağlatanlara yazıklar olsun! ..

Bu oluş, bu her saniye diriliş, bu denge, bu güzel düzeni bozmamalı, onun nabız atışlarında kendimizi bulmalıyız. Kendimizde o evrenin-doğa’nın, o aşkın bir parçasıyız. Neden, kendi kendimize düşmanlık?

Düşmanlığı ancak cahiller yapar. Köre güneşin ışık faydası ne ki? Kör göremiyorsa suç ışığın değil. Birlik halkasından kopan paslı bir teneke olur.

Yazıcıoğlu’da,

“Yunus sendedir” şiirinde;

“……………………………..

Birimiz hepimiz, hepimiz birdir

Hak insanda insan hakta bir sırdır

Cahil görmezse can gözü kördür

……………………………….” Demekte. Can gözü kör olana ne anlatsan nafile! .. Göz kör oldu mu, kulak sağır, el ve ayak ta kötürüm olup çıkar.

“Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz” olgusu toplumcu bir düşünüş biçimidir. Bireyci, menfaatçi ve kişisel çıkarcılığı öne alan anlayışa karşı bir anlayışın özlü sözüdür. Ozan Muharrem Yazıcıoğlu, bütün ömrü boyunca içinde yaşadığı toplumun daha iyi olması için çırpınmış bir şairdir. Toplum dokusuna musallat olan ve dünyayı insanlara yaşanmaz kılan uygulamalara ve anlayışlara karşı çıkmış, insanları birliğe ve uyanışa davet etmiştir. Bu davetlerinde çoğu kez saldırgan olmuş, kırmış, vurmuş, darmadağın etmiştir. Meselâ, bir iktidarın zam sağanağı mı var, parası olmadığı için insanlar hastahanelere alınmıyor mu, anarşi ve terör yüzünden gençlerimiz ölüyor ve öldürülüyorlar mı, ormanlarımız yakılıyor ve orman varlığımız talan mı ediliyor? Yazıcıoğlu’nu susturamazsınız. Halk ozanlığının verdiği dilini kırbaç gibi kullanır. Bana göre ozanımız, toplumun bu rahatsızlıklarına daha çok parmak basmış, kavgalar vermiş; bu esnada da “derin-tasavvufi” duyuşlarını gölgede bırakmıştır. Keşke onlara daha fazla vakit ayırmasaydı da, tasavvufi-felsefi şiirlere daha çok önem verseydi…

Toplumun içinde bulunduğu çalkantılar ozanımızı derinden etkilemiştir.Ülkemiz kamuoyunda oluşan mezhep, sağ-sol çatışmaları onun yüreğini kanatmıştır. Yıllar önce “sen alevisin” diyerek çocuğunun cenazesinde görev yapmayanları anımsadıkça, insanlık adına kahrolmuştur.

Bu nedenle de “birimiz hepimiz, hepimiz birimiz” derken de haksızlıklara çelik yumruğunu vurmuş, ayrılıkları asla kabul etmemiştir. Hele hele kendisine mezhebini soranlara adetâ isyân ederek haykırmıştır. “Peygamber’imizin, Hazreti Ali’nin mezhebi mi vardı? ” diye sorarak, kör gözleri ve sağır kulakları açmaya çalışmıştır.

Din’in bir mantık işi olduğunu, mezhep ayrılığının olmaması gerektiğini vurgulayan birçok şiirinden birisi olan “Mezhebimi Sorarlar” şiirinde;

“Nere gitsem mezhebimi sorarlar

İllâ insanlara mezhep mi lâzım?

Cennet ümidiyle kendin yorarlar

İllâ insanlara mezhep mi lazım?

Muhammet Ali’de mezhep mi vardır?

Bilmediğin için yerlerin dardır,

Ben İslâm’ım dese yine de kördür

İllâ insanlara mezhep mi lâzım?

……………………………………..

Yazıcıoğlu Muhammet’te mezhepsiz

Mezhebi olmayan insan hesapsız

Din mantıktan geçer be hey insafsız

İllâ insanlara mezhep mi lâzım? ” Diye seslenmiş ve topluma yön göstermeye çalışmıştır.

Cenneti istemeyen ki Yunus’ta “Cennet cennet dedikleri/Birkaç huri, birkaç gılman / İsteyene sen ver onu / Bana seni gerek seni/” mısralarıyla dile getirdiği düşünceyi ozanımız da bir çok şiirinde bıkmadan işlemiştir.

Nitekim, “Gidiyorum” şiirinde; ozanımız Yazıcıoğlu

“Bindim ecelin atına

Çıksam da arşın katına

Rest çekmişim cennetine

Dert topladım gidiyorum.” Dizeleriyle de

Cenneti istemeyen, ona “rest çeken” bir yürek, elbette cehenneme de kafa tutar. Korkmaz cehennemden.

Ahmet Yesevi, Hallacı Mansur, Nesimi, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal ve Hacı Bektaşi Veli çizgisinin keskin dilli bir ozanıdır Yazıcıoğlu… Aynı halkanın ucuna, ikibinli yılların sorunlarıyla kıvranan topluma ve bireylerine bağıra-çağıra eklenmiştir.”Ölürsem de yaşarım” deyişinin altında yatan da işte bu gerçektir.

Bakınız, ozanımız ölümsüzlüğe talip bir ozan olarak kaleme aldığı birçok şiirlerinden birisi olan “Ne çıkar” şiirinde;

Yazıcıoğlu ölürsem de yaşarım

Cehennemden korkanlara şaşarım

……………………………………….” Demektedir Diğer şiirlerinden birkaç örnek daha verelim:

“Üzülmez misin? ” şiirinin bir kıtasında;

“Bu düzeni çıkarına kullanır

Tesbihle, takke ile boşa sallanır

Sen olsan öldüğüne üzülmez misin? ”

“Şikayet” şiirinden bir dörtlük:

“Gelen yok, gören yok, Cehennem varmış,

Köprü ince, kaynar kazanın darmış,

Huriler Cennette kudretten yermiş,

Yiğidisen mahkemeye gelesin.

*

“Cehennemden korkma”

Cennet bekleme “ şiiri:

“Asırlardır düzen dinle korkuttu,

Cehennemden korkma, Cennet bekleme.

Gerçek bilim dünyayı uyandırdı

Cehennemden korkma, Cennet bekleme.

Cehaletle yalanlara inandık,

On iki ay oruçlu Cennet’e kandık

Sömürü elinde oyuncak olduk

Cehennemden korkma, Cennet bekleme.

Dinde uydurmayı okuduk artık,

Şükür diyenlerin hep üstü yırtık,

Kâbe sıvasız duvar siyahla örttük,

Cehennemden korkma, Cennet bekleme.

Cennet rahat ise zengine versin,

Cehennem zor ise zalimler girsin,

Halkı seviyorsa eşitlik gelsin,

Cehennemden korkma, Cennet bekleme.

Yazıcıoğlu kandırmadan vaz geçin,

Cehennemden korkmam yoktur ki suçum,

İlim gerçeğinden bir tas su için

Cehennemden korkma, Cennet bekleme.”

Bugün din adına Cennet’ten tapu vaat edenlerin ve dini siyasete alet edenlerin amansız düşmanı olan ozanımız, “kafayı cennetle bozanların dünyada kör ve sağır” olarak gezdiklerini belirtir. Kur’an’da din ve dini duygular üzerinden çıkar elde edenler şiddetle kınanmaktadır. İnsanlığa, insan olmanın erdemine yakışmayan, Cennet alıp Cennet satanların vay haline! ..

Muharrem Yazıcıoğlu işte böylesi kişiler için;

“Gezer Dünyada” şiirinde;

“Yazısını Tanrı yazmış

Kafayı cennetle bozmuş

Sanki birkaç gitmiş, gelmiş

Kör, sağır gezer dünyada” diye seslenmiş. Cennet öbür dünyada mutluluğumuz içinse, bu dünyada neden insanlara cehennem azabı çektiriyoruz? İnsanı hor gören, küçümseyen, onu sömüren, onu inançlarından veya inançsızlığından ötürü yargılayıp zulmeden, şekli-şemaline göre hüküm biçen, bölen, ayıran, ezen, yok eden düşünce insâni bir düşünce olabilir mi? İnsâni düşünce, faydalı, güzel, yaşatmacı temellere dayanır.

Aşk… Delicesine, kara sevda… Dil otobüsünün frenlerini patlatan tutku… Zamanı-mekânı aştıran, gönül ovalarında şaha kaldıran deli tay…

Zincirleri koparan, kelepçeleri eriten, demir parmaklıkları un-ufak eden efsunkar bir güç… o güç insanda. O güç kutsal…

Aşksız insan, renksiz, kokusuz, yapraksız ağaç gibi. Aşksız insan”yavan”dır. Aşktır yaşatan. Aşksızlık taş kesilmişliktir.

Aşkı olan, doğaya, insana hoşça bakar. İçinde çağıldayan aşk ırmağının kenarındaki söğüt gibi eğilir insana… Hamlıktan kurtuluş, oluş, biliş, buluş, duyuş aşk iledir.

Aşık, aşkında daha ileri giderse, ona “deli”-“divane” diyenler çıkabilir. Çünkü gerçeği yürek aynasında aşkı sayesinde görmüştür de ondan. İşte Yazıcıoğlu’nun bu düşüncelerimizi doğrulayan görüşleri:

“Sende Buldum” şiirinde;

“Aşk olmayan yavan olur

Aşkı alana ayan olur

Onu deli sayan olur

Ben Tanrı’yı sende buldum.

……………………………….

Yazıcıoğlu aşktır Allah

Kaşları yazar Bismillah

Cemali sanki Beytullah

Ben Tanrı’yı sende buldum” diyerek, insanı-evreni-Tanrı’yı ve aşkı dile getirmiştir ozanımız.

Aşk, beşerden Yüce’ye doğru akar. Leyla-Mecnun ve Ferhat-Şirin aşkları da öyledir. Bizim aşklarımız neden aynı doğrultuda akmasın? Aşkta samimiysek bu böyle, doğru yönde gelişir, serpilir…

Şiirin asıl görevi de bu aşkı yansıtmaktır. Aşk ne kadar büyükse, onu dile getiren şiir de büyüktür. Büyük şiir de sevenleri ölümsüz yapar ve gelecek yüzyıllara taşır…

Aradan nice asırlar geçtiği halde, isimleri halâ milletin gönlünde bayrak bayrak dalgalanmasının aslı da, aşklarındaki samimiyet ve yüceliktir…

Çok seven insan, her nereye baksa sevdiğini görür. İçi bayram yerine dönenin, dışı da pozitif enerjiyle sarılır ve böylece herkesle, her şeyle “barış” halinde bulunur. Zira, her varlıkta sevgili vardır.

“Ölürüm” şiirinde Yazıcıoğlu;

“Yazıcıoğlu aşkınan var

Aşk olmazsa dünyası dar

Anlamayan bir bakar kör

Aşkım giderse ölürüm…” der.

Ozanımız, sevgiliyi aramış ve o yüce sevgiliyi, yani Tanrı’yı insanda bulmuştur. “Bir gönüle giremedim ne çare” başlıklı şiirinde bunu bir başka deyimle “Tanrı’yı ararken insanı buldum” mısrası ile açıkça ifade etmiştir.

Yazıcıoğlu’da tüm Alevi-Bektaşi ozanları gibi “Hurufilik”’ten etkilenmiştir. Sevgiliyi ararken insanı bulması ve insanın “kaşlarının Bismillah” “Cemalinin de Beytullah” yazdığını söylemesi bunun bir örneğidir. Yalnız Yazıcıoğlu, bu insan-Tanrı ve doğa çizgisini şiirleriyle çok ileri noktalara taşımış, kimilerine göre bardağından taşmış, coşkun bir ozandır. Bana göre o bir Ateist bir ozan değil, aksine, dinin özünü, güzelliğini, ballar balını bulup koskoca bir ömür boyunca bıkmadan-bezmeden çalıp, söylemiş ve yazmış, inançlı bir ozandır. Taşkınlığı aşkının yüceliğinden geliyor.

Peki, Hurufilik nedir?

Alevi-Bektaşilik, Tevrat yorumlu bir öğreti olan “Hurufiliği”de kendi içinde eritmiştir. Erirken de Alevi-Bektaşiliği etkilemiştir.

Hurufilik, “harf ve rakamların yorumlanması ve aralarında çeşitli ilişkiler kurulması olgusuna dayanır. İnsan evrenin özetidir. Bu nedenle yüzü hakikatin aynası sayılır. İnsanın yüzünde doğuştan gelen 7 çizgi (hutut-u ebiye) yedi göğü, yine insanın yüzünde sonradan oluşan 7 çizgi (hutut-u ümmiye) yeri temsil eder. Bu 14 çizgiyle bu çizgilerin insan yüzünde bulundukları 14 yerin toplamı 28’dir. 28 harf Tanrı’yı gösterir. O insanda görülen ve konuşan Tanrı’dır.” (A) “…… Tanrı kendini insanın yüzünde görünür kılmıştır. İnsanı ayıran da sözdür (kelam) . Sözün öğelerinin sayısal bir değeri vardır. İnsan yüzündeki burun (elif) , burnun iki yanı (lam) , gözler de (he) harflerini verir. Böylece insanın yüzünde simetrik yazılmış iki (Allah) sözcüğü bulunur.” (B)

(A,B) : ÖZMEN, İsmail; a.g.e, Syf:83-84

Hurufilik ve öteki “akım”lar hep aşk’tan, aşkın yorumundan, arayıştan çıkmıştır. Aşk her şeye kadirdir…

Muharrem Yazıcıoğlu,

“Sendedir” şiirinde;

“Ay ile güneşin, baharın, kışın

Alemde topladın aynıdır eşin

Daima değişir cilvedir işin

Aşkımdan içilen dolu sendedir” diyerek, aşıklık geleneğimizde ki “Bade-Dolu içme” olgusunu vurgulamakta ve o doluyu aşk elinden içtiğini ortaya koyar. Aşk badesi içeni tutamazsınız. Dur, durak bilmez. Mevlana’ya göre o dolu “şarap”tır.

Mevlana diyor ki: “Sevgilinin küpünden bir erlik kadehi doldurdum mu, iki dünyayı da, gizli alemi de tümden, işten-güçten alıkorum. Dağın ardından çıkarım, aşk bayrağını yükseltirim. Granit kayaların, mermer taşların gönüllerinden ikrar soluğu çıkartırım. Sen kuyunun dibinden birini ancak yüz yılda çıkarabilirsin. Fakat ben öyle bir divaneyim ki onu tutar, birdenbire çeker çıkartıveririm.O yüce dağın beline aşk kemerini bir bağladım mı, münafığın belindeki zünnarın ucunu tutar, söküveririm.

Bana karşı bende yoktur, biz de… Başsız ayaksız yokluğum ben… Sevgiliden baş çıkarıp görüneyim diye başımdan da vazgeçtim, gönlümden de…

…………………………………………………………

Hele bir soluk susayım da aşk şarabını içeyim; savaş zırhını giyeyim de safları yarayım, orduyu kırıp geçireyim.” (C)

Evet Mevlâna böyle derken, Yunus Emre’mizde

“Dağlar ile taşlar ile

Çağırayım Mevla’m seni

Seherlerde kuşlar ile

Çağırayım Mevla’m seni” dememiş mi? Demiş…Yazıcıoğlu’ da “ay, güneş, bahar, kış” ve devamlı değişen “kutlu cilve” de aşkı görmüş ve bilmiştir. Ama, merkezde değişmeyen “insan” vardır.

“Körler Tanrı’yı arıyorlar

Tabiat Tanrı’yla dolu” derken de ozanımızı iyi anlamak ve onun felsefi yanını, tasavvufi hareket noktasını iyi bilmek gerekir. Dar, sığ ve taşlıkta ummanın türküsünü duyanlar ile, ummanın içine dalmış olanlar hiçbir olur mu? Ufku, ufkun ötesini göremeyen göz, kendini keşfedemiyor, göremiyorsa neye yarar ki?

(C) : ŞAFAK, Yakup; Hz.Mevlâna’nın Eserleri-1-Divan-ı Kebir’den seçmeler,

Konya B.Şehir Belediyesi yayın no:36, Syf:126, KONYA, 2000

Koca ozan şiirinin son kıtasında

“Yazıcıoğlu bir hoşum ben,

Bazen olur bomboşum ben,

Tabiatla sarhoşum ben,

Tabiat Tanrı’yla dolu…”

Yani, “Tanrı aşkıyla sarhoşum” demiyor mu? Daha başka ne desin? Anlamayana ne diyelim? ! Dedik ya, Tanrı’yla “senli-benli” olan, o’nu ve insanı çok seven ozan,bir yerde ”naz” ını, serzenişini de söyleyiverir,

“Görmedim” Şiiri şöyle;

“Dinle mezhep icat olanlar beri

Tanrı sende eşitliği görmedim.

Zalimi korudun, mazluma vurdun

Tanrı sende eşitliği görmedim.

Vakit oldu hacı hoca yerine,

Bir altına cennet sattı birine,

Oruç – namaz korkutursun yarına

Tanrı sende eşitliği görmedim.

Bunu icat eden akıllı senden,

Korkutup ibadet istedin benden,

Kıstın kısmetimi, usandım candan

Tanrı sende eşitliği görmedim

Yazıcıoğlu tabiatla birlikte,

Tanrı ile kavgalıyım dirlikte

Senin için sürünen çok körlükte

Tanrı sende eşitliği görmedim.”

Şimdi burada bir duralım ve Alevi-Bektaşi ozanlarından Yazıcıoğlu’na benzeyenlere bir göz atalım ve kaynaklara baş vuralım:

“Alevi-Bektaşilerdeki Tanrı yorumu, Tanrı anlayışı, Tanrı tanımamazlık olarak düşünülemez, çünkü (…..) Tanrı’nın niteliklerine, belli tanımına karşı çıkılmadan evrendeki, doğadaki bazı çarpıklıklara, yanlışlara, haksızlıklara değinilerek yakınmalar, eleştiriler yapılmaktadır. Bu Tanrı’yı ozanın kendi yaşamlarına göre yorumlama, insan değerleriyle nitelendirme ve insan olarak görmeden kaynaklanan bir durumdur. Güçlü, kahredici, korkutucu, asık yüzlü, cezacı bir Tanrı portresi, Alevi-Bektaşi düşüncesinde yer almaz, yerini sevecen, gülümseyen, yardım eden, seven, hakkı koruyan, temel gücü can verme, yaratma ve diriltme olan, ama biraz da ihmalkâr davranan, hoşgörülü, bağışlayıcı, rahman, rahim, adil bir portreye bırakır. İşte bu ozanlar böyle bir Tanrı ile senli-benli olmaktan mutluluk, güven, sevgi, saygı ve onur duyarlar. Aslında çizilen tablo birazcık da bilge bir alevi babasının resmine benzemektedir dersek gerçeğe daha çok yaklaşmış oluruz.

13. Yüzyılda Yunus Emre Tanrı’ya

“Ben bana zulmeyledim ettim günah

Neyledim, n’ettim sana ey padişah”

Ya da

“Sen ezelden beri asi yazasın

Toldurasın aleme avazesin”

Yahut,

“Rızkunu yiyup seni aç mı kodum

Ya yiyüp öynüni muhtaç mı kodum?

Kıl gibi köprü gerersin geç deyu

Gel seni sen tuzağımdan seç deyu

Kıl gibi köprüden adem mi geçer?

Ya düşer ya tayanır yahut uçar”

Diye seslenirken yine 14.yüzyılda yaşamış ünlü Bektaşi ozanı Kaygusuz Abdal Tanrı’ya;

“Yücelerden yüce gördüm

Erbabsın sen koca Tanrı

Alem okur kelam ile

Sen okursun hece Tanrı

Asi kullar yaratmışsın

Varsın şöyle dursun deyu

Onları koymuş orada

Sen çıkmışsın uca Tanrı

Kıldan köprü yaratmışsın

Gelsin kullar geçsun deyu

Hele biz şöyle duralım

Yiğit isen geç a Tanrı”

Diyerek içindeki köklü direnişini, gizli başkaldırıyı severek eleştirmeyi, düşüncelere beleyerek incelemeyi, soru sorarak araştırmayı içtenlikle yansıtır. Örnekleri çoğaltmak mümkün; Seyyid Nesimi (14.y.y.) Hurufiliğin kurucusu Fazlullah ile kendi kişiliğinde simgeleştirdiği, prototip olarak lanse ettiği insan-ı kâmilde, Tanrı’nın veya Tanrı niteliklerinin somutlaştığını; Tanrı’ya benzediğini, Tanrı olduğunu söylediği için derisi yüzülerek Halep’te öldürülmüş, yine piri, kayın babası Fazlullah Hurufi’nin de aynı Batıni felsefeyi savunduğu, Hallac-ı Mansur’un yolunda gittiği için öldürüldüğünü hepimiz biliyoruz. Adları anılan bu üç kişinin de varlık birliğini savundukları, Tanrı-evren-insan-doğa birliği düşüncesini benimsedikleri için koyu ve katı şeriatın kurbanı oldukları, öldürüldükleri anlaşılmaktadır.

Ayrıca, 15.yüzyılda yaşayan Sururi 16. yüzyılda yaşayan Yemini, Haydari, Kelami, Kalender Çelebi, Usuli ve Virani gibi Alevi-Bektaşi ozanları insanda Tanrı niteliklerinin bulunduğunu, Tanrı’nın insanda göründüğünü söylerler, hattâ bunlardan Virani gibi büyük bir ozan Hz.Ali’nin Tanrı olduğunu iddia ederse de bu sav Tanrı’nın yadsınması anlamına alınmamalıdır. Tanrı’yı çok sevdiği bir insanda görme amacına yönelik bir davranış şeklinde görülüp kabul edilmelidir. Bütün bu güzellikler, düşünceler Alevi-Bektaşi şiirlerinde dile getirilmişlerdir. Bunlar ve benzerleri varlık birliği felsefesini savunmuşlar, koyu ve kuralcı şeriata karşı çıkmışlardır. Kazak Abdal, Misali, Muhyettin Abdal, Pir Sultan, Hatayi, Azmi, Behlül Dane, Oğlanlar Şeyhi İbrahim, Bosnalı Vahdeti, Teslim Abdal, Arşi, Koyunoğlu, Şemimi, Şiri gibi bir çok Alevi-Bektaşi ozanı bu konuda islâmi düşünceye, özellikle de şeriat kurallarına ters düşen, iğneleyen, eleştiren, karalayan şiirler yazmışlardır.”(***)

(***) ÖZMEN, a.g.e, syf: 375-376

Ozanımız Muharrem Yazıcıoğlu, sır’ı çözmüş, bilmiş ve keşfetmiş ya, işte o buluşun adeta zevkini çıkarır. Çoğu şiirlerinde bu buluşu haykırır.

Korkuyla değil, içten-candan- samimi bir sevgiyle bezenmiş saygıyla Tanrı’ya yaklaşır ve senli-benli oluverir. Başlar konuşmaya.

“Kulak Sağır” şiirinde;

“ Be heey gafil Tanrı sende

Ne ararsın orda, burada?

………………………………” deyişi de o ve ardından da “Saklarsın Niye” şiirinde de;

“Terazinle dengeleri kurarsın

Korku salar benden hesap sorarsın

Geri döner, bu halime gülersin

Herkesten kendini saklarsın niye? ” deyişi de o senli-benli olmanın güzel birer örneği değil midir?

Seven, sevdiğiyle elbette konuşacak. İçini sevgilisine dökmeyecek, yakınmayacak da ne yapacak? Sevgi, kusurları yok eder. Sevgi, paylaşıldıkça çoğalır. Sevenle sevdiği arasında “mesafe” olmamalı. Aşk mesafeyi eritir… Yazıcıoğlu’nun sevgilisi insanda. İnsanı da o nedenle sever. İnsanın gülmesini, güzelce yaşamasını, mutlu olmasını, yarınlara güvenle bakmasını istemesi sevgisinden geliyor…

Alevi-Bektaşi ozanlarındaki “mesafe”yi yok edişe kaynaklar ne diyor bir bakalım? :

“Bektaşi, Allah’la arasında mesafe olmadığını savunur. Onların “Allah’ı görmeyen yoktur ama gördüğünün Allah olduğunu bilmezler” sözü meşhurdur. Allah’ın bir din, bir inanç mensubuna ait olamayacağını, bütün insanların Allah’ı olduğunu savunarak insanın şuur sahibi varlık olarak Allah’ı bilebileceğini belirtir ve “İnsan varsa Allah’ta vardır” şeklinde özetlenen bir görüş ortaya koyarlar. Bektaşi’nin, Allah’a yaklaşımının temelinde saygı ile bezenmiş sevgi vardır, Allah’a korkuyla yaklaşmaz, bu nedenle, kendisini “Allah’ın sevdiklerinden” kabul eder ve ona “naz” yapabilmeyi kendine çok görmez. Allah’ı çok sevdiği için onunla senli-benlidir. “S ana şah damarımdan daha yakınım”(Ayet) (****)

(****) ÖZMEN, İsmail; a.g.e, syf:380

“…..Alevi-Bektaşi ozanları bireysel olarak Tanrı kavramı karşısında duydukları düşündükleri ne olursa olsun bunları söylemekten, şiirleştirmekten asla çekinmemişlerdir. Bunu içlerinden geldiği gibi şiire dökmüşlerdir. Bireysel de olsa, bir kaç ozan Tanrı’ya karşı bir muhalefet, bir karşı durma kampanyası başlatmıştır. Dahası bu ozanlar, özlerinde Tanrısal bir gücün var olduğuna inanarak insanın “bir bütün oluşturan özgür bir varlık, özgün bir değer” olduğunu savunmuşlardır. Öz bir anlatımla, bunu Tanrı’ya karşı bir kimlik, kişilik ve özgürlük sorunu olarak ortaya çıkarmışlardır. Tanrıdan yakınma, Tanrı’ya dert yanma, Tanrı’yla karşılıksız konuşma, ona serzenişte bulunma gibi içini dökme, sorunlarına Tanrı’yla çözümler arama ve benzeri olgu ve davranışlarla şiirlerine yansıyan bu durumlar düşünce bazında ve edebiyatta nasıl değerlendirilmelidir? Birer düşünme tarzı olarak mı, yoksa psikolojik bunalımlar, hastalık belirtileri şeklinde mi ele alınıp değerlendirilmelidir. Sorularına verilecek olumlu yada olumsuz yanıtların sonucu etkileyeceğini sanmıyorum. Ama öyleyse nedir bu şiirlerin ardında gizlenen gerçek? Bir tepki, bir başkaldırı, toplumsal baskılara karşı yakınma, isyan, yanlışa, koyu yobazlığa, bilgisizliğe sözle, şiirle salvo atışında bulunma mı? ..Yoksa, ateizme doğru hızla ya da yavaş adımlarla bir gidişi mi, yoksa bu bir Tanrı’yı arayış türü mü? Gerçeği söyleme mi? ..

Görülen odur ki, Alevi-Bektaşi ozanlarının birleştiği ortak nokta Hak sevgisinin derinliklerinde kuşku bombaları patlatmak suretiyle ortalığı biraz daha aydınlatmak, gerçeğin gün ışığına daha çok çıkmasını sağlamak arzusudur. Bu tür şiirlerde görülen taşkınlıklar, aşırılıklar, sivrilikler ile bireysel ve kitlesel sorunların yumağı dışında özü, doğruyu, gerçeği ve güzeli yakalayarak, insanları ve toplumları eğitmek suretiyle yetkin, aktörsel bir zaman ve uzama taşımayı amaçlamaktadır. Zaten bu tür şiirlerde görülen aşırılıklar toplumun genel değer yargı törpüsüne vurularak aşındırılmaya çalışılmış, simgesel yapılar içinde gizlenmiştir. Bu aşırılıklar değerlendirildikleri zaman hepsinin de kişisel oldukları görülür.” (X)

Ozan Muharrem Yazıcıoğlu’da aynı heyecan ve bombalamayı, sanki hiç vakit kalmamış da çok aceleciymiş gibi sergiler. Ömür bitmeden, vakit geçmeden anlamalı, anladığını da başkalarına anlatmalıdır. Çok telâşlıdır ozanımız. Telâşından, anlatma, algılama, izah etme, kör gözleri açma telâşından eli ayağına dolanıverir…

(X) ÖZMEN, İsmail, a.g.e.

İnsanların insanlara sahte, yanlış, göstermelik, riyakâr davranışlarını sevmez. Şekli değil, gövde ile değil özle birbirimize yaklaşmalıyız der.

İşte buna dair bir kıtası:

“Öz ile Gel” şiirinde;

“Koca hünkâr ser çeşmeye

Sohbet ile söz ile gel

Hakk’ı insanda bilerek

Gövde değil, öz ile gel”

Madem ki Yaradan insanda ve ona şah damarından daha yakındır, o zaman insanın sorgu sualden korkmasına gerek mi var? Deyiverir ozanımız.

Sonra, benim söylediğim hedef noktasına, güzellik, kendiyle barışık olma, varlıkları hor görmeme, hoşça bakma noktasına sonunda, düşünerek, uğraşarak geldim der. İşte şiiri:

“Yaradan İnsanda Olduktan Sonra” şiiri;

“İhtiyacım yoktur dine mezhebe

Yaradan insanda olduktan sonra

Korkum olmaz sorgu, sual, hesaba

Yaradan insanda olduktan sonra

Bütün güzelliğin Tanrı içinde

Her varlığa uymuş güzel biçimde

Aradım, yoruldum, buldum içimde

Yaradan insanda olduktan sonra

Hak olan varlığı böyle hor görmem

İnsanı, bölene hiç değer vermem

Kendimi sorarım, kimseye sormam

Yaradan insanda olduktan sonra

Yazıcıoğlu güzelliğe eriştim

Ömür bitti daha yeni geliştim

Düşündükçe kendim ile barıştım

Yaradan insanda olduktan sonra”

Evet “Yaradılanı Yaradan’dan ötürü hoş görme” anlayışı işte bu. Ne diyor? “İnsanı bölene hiç değer vermem” Ne de güzel söylüyor!

Tabii ki, böylesine arınmış, duru ve bir’de Bir’leşmiş bir yüreğin sevgi ve insan’dan başka da bir şeyi olamaz. O insana sual sormaya kalkışmak ta yanlış olur. Olursa da cevabını Yazıcıoğlu bir güzel verir.

İşte şiiri:

“Sevgi “ başlıklı şiiri aynen şöyledir.

“Hoca bana niye sual sorarsın?

İmanım insandır, mezhebim sevgi

Bana sorar kendi kendin bilmezsin

İmanım insandır, mezhebim sevgi

Bende bir can senin gibi yaşarım

İnsanları ayırana şaşarım

Yerinde olsam daha çiğsem pişerim

İmanım isandır, mezhebim sevgi

Cahilsen bu varlığı bilmezsin ki

Eğer körsen bunu göremezsin ki

Bu meclisten nasip alamazsın ki

İmanım insandır, mezhebim sevgi

Etme hoca cahillik karanlıktır

Kendini bilmezsen fukaralıktır

Ele sual sormak bence körlüktür

İmanım insandır, mezhebim sevgi

………………………………….”

Yazıcıoğlu bu dizelerinde de “İnsanları ayırana şaşarım” demeden edemez. Kendini bilmeyenlerin, kör, cahil, sağır, nasipsiz, fukara, çiğ, pişmemiş olduğunu “imanım insandır, mezhebim sevgi” diyerek gene canının çekirdeği’nden haykırarak söyler. Ozanımız, bir haykıran yürek’tir. Susmayan, susturulamayan hakikat dili’dir. Dur durak bilmeyen güneşçil yolcudur gönül yollarında. Kafa kandilidir ki rüzgârla sönmez…

Diyojen’den hiçbir farkı yoktur. Görevinin kör gözleri açmak, karanlığı aydınlatmak olduğunun idraki içindedir. Sevgi mıknatısı, sevgi şelalesi olmuştur da kabından taşmıştır. Gönüllere girmek sancısını çeker hep. Ömrün kısa oluşundan şikayetçidir ozanımız. “Bir Gönül’e Giremedim Ne Çare” deyiverir.

İşte güzel ve duygulu şiiri:

“BİR GÖNÜLE GİREMEDİM NE ÇARE”

Hayranım ben güzellere, gençlere

Bir gönüle giremedim ne çare

Karşı çıktım karanlığa, körlüğe

Bir gönüle giremedim ne çare

Arsıza, hırsıza tatlıdır dünya,

Her şeyden soğudum eskidi künye

Yaşam zorlaştıkça çöküyor bünye

Bir gönüle giremedim ne çare

Halkınan ağladım, halkınan güldüm,

Zalimin elinden perişan oldum

Tanrı’yı ararken insanı buldum

Bir gönüle giremedim ne çare

Kısa ömrü kavga, telaş bitirdim,

Cehalet yüzünden çok şey yitirdim

Ne bir evlat, ne bir torun yetirdim

Bir gönüle giremedim ne çare

Yazıcıoğlu yazar, söyler boşuna,

Ölen ölür, sağlar gider işine

Ömür boyu düştüm sevgi peşine

Bir gönüle giremedim ne çare.”

O’nun güzel şiirlerinden birisi de, daha önce bir kıtasını örnek olarak verdiğim “sendedir” şiiridir. Bu şiir ozanımızı ve Tanrı anlayışını, dünyaya bakışını anlatması bakımından bence oldukça ilginçtir. Bu ilginç şiiri buraya aynen alalım:

“SENDEDİR

Kâinatı canlı cansız var eden

Ölü gidip diri gelen sendedir,

Öyle bir nokta ki sırrı bilinmez

Ali gidip Veli gelen sendedir.

Ay ile güneşin baharın, kışın

Adem’de topladın aynıdır eşin

Daima değişir cilvedir işin

Aşkından içilen dolu sendedir.

Dünya devir, devir dolar eksilmez

Kurulmuş nizamın köprü boş kalmaz

Evliya, enbiya gerçektir ölmez

Erenlerin derdi, yolu sendedir.

Yazıcıoğlu sermayem yok elimde

Hakk’ a varır kelâmım yok dilimde

Emeğim yok, sevdiğimin yolunda

Büyüklüğün affı, şanı sendedir…”

O’na bu kadar açık- aynen-beyan olan, ve sonsuz bir aşkı Veren diğer insanlardan-herkeslerden kendini saklamaktadır. Ve Yazıcıoğlu bu durumu da Saklarsın Niye? , şiiriyle sorgular.“Saklarsın Niye? ” başlıklı şiirini birlikte okuyalım:

“Yer gök su iken sen kandilde nur idin

Herkesten kendini saklarsın niye?

İkiye bölünüp insanda durdun

Herkesten kendini saklarsın niye?

Terazinle dengeleri kurarsın

Korku salar benden hesap sorarsın

Geri döner bu halime gülersin

Herkesten kendini saklarsın niye?

Kör ve sağır ile alay edersin

Deliyle oynayıp halay edersin

Düşünen insana kolay edersin

Herkesten kendini saklarsın niye?

Canilerin dillerinden ötersin

Can verdiğin canbazlardan bitersin

Sarhoşlarla şaşkınlarla yatarsın

Herkesten kendini saklarsın niye?

Bazen dost olarak neler paylaştık

Bazen kavga edip kötü söyleştik

Bazen haksızlığa nasıl ağlaştık

Herkesten kendini saklarsın niye?

Bu bir duygu ötesini bilemem

Düşündükçe şaşkınlıktan gülemem

Nere gitsem senden ayrı olamam

Herkesten kendini saklarsın niye?

Yazıcıoğlu çalış ürün vermeye

Gizlenenin cilvelerin görmeye

Niyetim yok sorgu sual vermeye

Herkesten kendini saklarsın niye? ”

Muharrem Yazıcıoğlu “Sevdalıyım” isimli eserinde şiirlerinin yanı sıra bir çok konudaki görüşlerini de kaleme almıştır. “Sevdalıyım” kitabının iç kapağında, kitap içindeki tüm düşüncelerini özetleyen kendince bir “özlü sözü” bulunmaktadır.

Yazıcıoğlu’nun bu özlü söz’ü aynen şöyledir:

“Düşünen inanmaz

İnanan Düşünmez” der ve ekler:

“Tanrı’dan değil karanlık kafalı gerici softalar’ dan korkarım. Çünkü Tanrı adına Cennete girmek umudu ile adam öldürüp yakıyorlar. İşte Sivas’ta yanan 37 canlarımız örnektir. Dinin, mezhebin gereği bu ise Cennet’e girmenin yolu da insanları yakıp öldürmek ise, ben böyle bir İslâmlığı kabul etmiyorum. Cennet’e, Cehenneme de inanmıyorum” der.

İşte Yazıcıoğlu bu…Hem de kendi diliyle…

Şimdi, bu özlü sözünü ilk okuyan inançlı bir kişi onu inançsız, hattâ dinsiz görüp tepki gösterebilir. Ama geliniz bu cümleleri biraz da analiz edelim.

“Cennet’e girme umudu ile, adam öldüren, yakan gerici softalar’ dan korkuyorum” diyor.

Doğrusu güzel dinimiz de; böyle bir amaçla öldürme, yok etme ve yakmaya karşıdır. Müslüman, çağdaş ve ilerici olmak zorundadır. İslâmiyet en son ve mükemmel dindir.

Kuran’ dan birkaç âyet aktaralım:

-“İnsanların hakkı olan şeyleri kısmayın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın” (Şuâra, 183)

-“Çünkü onlar yeryüzünde büyüklük taslamak ve kötü tuzaklar kurmak (istiyorlar) . Halbuki kötü tuzak, ancak sahibinde dolanır…” (Fâtır, 43)

- “ Dinde zorlama yoktur…” (Bakara, 256)

- “ Yanlışlıkla olması dışında bir mü’ minin bir mü’ mini öldürmeğe hakkı olamaz” (Nisâ, 93)

- “Kim bir mü’ mini kasten öldürürse cezası, içinde ebediyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazabetmiş, ona lânet etmiş ve onun için büyük bir azâp hazırlamıştır. (Nisâ, 93)

- “ Kim bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim de bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış olur…(Mâide, 32)

Şimdi bu âyetler ışığında Yazıcıoğlu’ nun ne kadar haklı olduğunu açıkça görüyoruz.

Ve suçsuz yere insanları yakan, öldüren, katleden Cennet’e girecek ha? ...Ve bu cinayeti Cennet için yapıyor ha?

Ve Yazıcıoğlu, bir suçtur, insanlık suçudur, bunu işleyen de Müslüman olamaz! Müslüman bu değildir! Bu ise ben de o değilim diyor. İsyân ediyor. Ve de katil, câni ve zulmeden insanları yakanların tarif ettiği Cennet ve Cehenneme inanmıyor. Zaten, biraz da Cennete rest çekişinin temelinde de bu “öfke”! , vardır.

Evet ozanımız, Mâide suresinin 32. âyeti’nde de belirtildiği gibi öldürmeye değil kurtarmaya taliptir. Şiirlerinde, söylemlerinde çağdaşlık, ilim, barış, sevgi ve birlik çağrıları bu talebinin ve uyarıcılığının verdiği bir sorumluluk bilincidir.

Kaldı ki Sivas’ta bir otelde 37 can- insanın yakılarak öldürülmesi, olayı da vahim- insanlık suçudur. Seneler geçse de belleklerden o korkunç alevler silinmemiştir. O insanları yakanlar Cennet’e gidecekler ha? Cennet kim, onlar kim? Onlar Yazıcıoğlu’ nun dediği gibi karanlık kafalılar olup, Nisâ Suresi 93’cü âyetinde belirtildiği gibi de cezaları cehennem olduğu gibi, Allah’ da onlara lânet etmiştir.

Özellikle korkusuz, yalın kılıç Alevi-Bektaşi ozanlar, başta Yazıcıoğlu olmak üzere, ki ozanımız bu tahlilimizin “iz bırakan anılar” bölümünde anlattığı gibi, Sivas olayını bizzat yaşayanlardandır; bu Sivas olayını sürekli işlemişler, unutturmamışlardır. Haklıdırlar! Bundan sonra da, dile getirmeye devam edeceklerdir.

Gelelim ozanımızın aynı kitabında Metin Turan’la yaptığı söyleşiye. Bu söyleşinin bir yerinde Yazıcıoğlu Tanrı’ya sözü getirmiş ve aynen şunları söylemiştir:

“…….dünya görüşüm olarak şöyle söyleyebilirim.

Ben Tanrı’nın varlığını üç açıdan ele alıyorum.

1 Tanrı’nın insana tecellisi, insan-ı kâmilde mevcudiyeti.

2 Tanrı’nın tabiatla görünümü ispatı.

3 Bunların varlığından Tanrı’nın kendisi doğuyor.

Çünkü, ben sana şah damarından daha yakınım diyor. Başka yerde Tanrı aramadığımız gibi, mezheplere, Cennet, Cehennem konusuna da inanmıyorum.

Çünkü, Tanrı’dan korkuyorum diye yanlış felsefe ile tarif ediyorlar. Tanrı’dan korkulmaz, Tanrı sevilir. İnsan sevdiğinden korkmaz diyorum.

Tanrı kullarının düşmanı değildir. Bütün nimetler insanlar için var oluyor. Karanlıkla kafası yıkananlar halen gerçeğin bu yanını görmek istemiyorlar.

“Ben, Hacı Bektaş Veli felsefesi ve Atatürk ilkeleri ile yoğrulmuş bir halk ozanıyım, bunu şiirlerim de göreceksiniz. Şekille, gösterişle, menfaat için, kandırmacı Müslümanlığa karşıyım. Dininde, mezhebin de, Cennet- Cehennemin de temelinde menfaat yatıyor. Okuduğumuz eserlerde örnekleri doludur. Merkez insan-ı kâmili almıştır”

Şimdi; evet şimdi Yazıcıoğlu’nun buraya kadar söylediklerini, bu tahlil çalışmamızın başından beri anlatmaya, açıklamaya ve anlamaya gayret ettik. Ters düştüğümüz anlaşamadığımız bir iki nüans farkından başka bir şey yoktu.

Ama, söz konusu röportajda bundan sonra söylediklerine şahsen benim eleştirilerim olacak. Bu tenkitlerimi dikkate alarak, bu tahlil, çalışmamızın sonunda yanlış anlaşılmaması için bana bir “açıklama, yapacağını ümit ediyorum.

Gelelim söylediklerine:Diyor ki;

“Birkaç cümle ile değişik örnekler verebilirim.

a) Sünni toplumda evvelâ din sonra mantık öğütlenir. Çünkü evvelâ din dedin mi daha tartışamazsın. Günahtır, yasaktır, kafir oluyorsun der çıkarlar.

b) Alevi Bektaşi ve çağdaş dünya felsefesinde evvelâ mantık sonra din kabul görür. Çünkü evvelâ mantık deyince konuşulur, tartışırsın. Mantığın kabul ettiği zaman evet dersin. İslam dini ise doğrusu b şıkkı olur. Bunun için de yobazlar dini yanlış yorumlayarak şaşkınlığa düşmüştür.

c) Bana göre görüşü yanlış olanın nüfus kaydına göre akraba olsa ben onu akraba kabul etmem. Arkama demek doğrularda birleşen görüş akrabasıdır. Kafa yapısı ve senin gibi düşünen uzaktan da olsa akrabandır.

Bunu da cevapladık mı? ”

İşte bunları söylüyor ozanımız. Söylüyor ama ben de bunlara, bu anlatış biçimi ve sistematiğine itiraz ediyor, katılmıyorum.

Neden mi? anlatayım:

1) Hani Tanrı insandaydı?

2) Hani insanlar arasında ayırım, hele, hele mezhep ayırımı yoktu? Hani sevgi ve aştı esas olan?

3) Sana göre toplum Sünni ve alevi gibi iki felsefeden mi oluşuyor ve gene sana göre Sünni toplum mantıksız ve yobaz mı?

4) “İslam dini mantık dini ve doğrusu b şıkkıdır.” Diyorsun, yani, doğru sadece Alevi-Bektaşi felsefesi mi? Başka doğru olamaz mı?

5) Peygamber’imizin ve Hazreti Ali’nin mezhepleri var mıydı?

6) Meselâ ben, Sünni bir anne ve babadan doğmuş, güzel dinimiz İslâm’ ın da bir “mantık dini” olduğuna inanmış birisi olarak, şimdi size göre Sünni toplumun bir bireyi miyim? Ve yobaz mıyım? Veya mesela siz Sayın Yazıcıoğlu, sünni veya Hristiyan Katolik bir anne babadan doğmuş olsaydınız ne olacaktı?

Bu soruları daha da artırabilirim.

Ayrıca;

Burada bir hususu da dile getirmek istiyorum.

A) Bana göre adamın adı Ahmet, Ali, Mehmet, Mustafa veya Muhammet olabilir, adam

Sünni, Alevi, Hristiyan ya da ateist bir anne babadan doğabilir. Vb. Her ne olursa olsun adam önce insan olmalı ve olgun- kâmil insan olma yolunda sürekli gayret sarfetmelidir. Gerisi, sadece bir tanımlama, gerisi sadece bir iz- belirti, ha ayakkabı numarası, ha bir sokak tabelâsı ismi veya kapı numarasıdır. O kadar! Dediğim gibi önce insan-kâmil insan olmak gelir, gelmelidir. Diyorum. Yanılıyor muyum?

B) Bir insanın, hele hele ozanın birliği – beraberliği barışı - dostluğu - yaşama ve

yaşatmayı huzuru, mutluluğu, el ele vermeyi, güzellikte buluşmayı hoşgörüde kucaklaşmayı, kalkınmayı, ilerlemeyi vb.. öncelikle anlatması gerekirken, tıpkı Cehennem korkusu, yasak, haram,günah ileri sürerek İslâm’ı anlatmaya çalışanlar gibi Sünni toplum şöyle böyle; Alevi toplum da böyle, şunlar, yobaz, bunlar gerici demesi veya kimse kimseye “senin mezhebin ne? ” diye bir soru sormadığı halde “pat” diye “ben aleviyim-ben sünniyim” demesi yanlış değil midir?

C) İki binli yıllardaki çağdaş - bilgi toplumu içinde, asırlar öncesinin anlayış ve

ayrılışlarını gündemde tutmanın gereği mi var?

D) Evet, tam demokratik olmayan ülkelerde bir takım yanlış, noksan ve kasıtlı

uygulamalar ve yönetimlerin olması kaçınılmazdır. Bu yanlış, noksan ve kasıtlı uygulamaları yapanlarla, benim gibi okuyan, araştıran, düşünen sade vatandaşı bir tutmamak gerekir ve söylemlerde buna göre bir metot izlenmelidir diyorum.

E) Çünkü gönül en yüce makamdır. Ve gönül kırmaktan da, yanlış anlaşılmaktan da

kaçınmamız lâzım.

Her neyse,

Bu “naz’ımızı da üstat Yazıcıoğlu çeksin bakalım.

Benim bu çalışmadan muradım, asırlardır yanlış yapanların metodunu uygulayarak ayrılık körüğünün rüzgârı olmak değil.

Yazıcıoğlu gibi çağdaş Atatürkçü ve toplumcu bir ozanımızın düşünce derinliğine, ruh köküne inmek ve güzellikleri ortaya çıkarmak bu güçlü ve güzide ozanımızı bir edebiyat-şiir tahlilcisi olarak kitaplaştırarak, edebiyat tarihimize ve gelecek nesillere emanet bırakmaktır.

Yazıcıoğlu’ nun Metin Turan ile söyleşinden birkaç pasaj daha aktaralım.

Yazıcıoğlu diyor ki:

“Son yazdığım (Bir meçhule Gidiyorum) şiirinde dinin, mezhebin ülkemize ne zararlar getirdiğini anlatmıştım” diyor.

Şimdi de bahsettiği şiirini sunalım.

“BİR MEÇHULE GİDİYORUM

Anadan geldim, toprağa,

Bir meçhule gidiyorum.

Veysel iki kapalı han demiş,

Bir meçhule gidiyorum.

Gerçek insanların özü,

Her devirde geçer sözü.

Din, mezhep mahvetti bizi

Bir meçhule gidiyorum.

Gitti Adem ile Havva

Sorgu sual hepsi hava,

Evliya, enbiya bile

Bir meçhule gidiyorum.

Cennet, Cehennem yalanı

Gördük dünyada talanı

Hepsi sömürü planı

Bir meçhule gidiyorum.

İndirdiler karanlığa

Sen de gelirsin yanıma

Her toprağı bağrıma

Bir meçhule gidiyorum.

Yazıcıoğlu boşa yandım

Hep beyhude oyalandım

Gördüğüm herkese kandım

Bir meçhule gidiyorum.

26.05.1988/Antalya”

Şimdi burada durup, birkaç cümle söz edelim.

Din, yani İslâmiyet’te değildir suç. Suç, din tacirinde. Kuran’da mezhep sözcüğü mü var? Dinin kendisi bizi mahvetmemiş; onu çıkarına kullananlar, sömürü planı yapanlar mahvetmiştir. Ozanımız da herhalde bunu söylemektedir.

Şahsen ben Yazıcıoğlu’nun yerinde olsaydım, bu şiiri “meçhule gidiyorum” diyerek yazmam, “aşkıma-sevgilime; ben-bana gidiyorum” şeklinde yazardım. Ve yüksek müsaadeleri ile bu şiirde “ceylanca” bir “restorasyon” yapıyorum, bakın şiir ne hale geliyor?

“SEVGİLİYE GİDİYORUM

Sıram gelmiş, bu dünyadan

Sevgiliye gidiyorum,

“İki kapalı bir han”dan

Sevgiliye gidiyorum

Gerçek insanların özü

Her devirde geçer sözü.

Ayrılık mahvetti bizi,

Sevgiliye gidiyorum,

Gitti Adem ile Hava

Bitti buradaki davâ

Evliya, Enbiya ile

Sevgiliye gidiyorum

Cennet, Cehennem’e rest’im

Nice şiir dolu testim

Dünyanızdan ipi kestim

Sevgiliye gidiyorum

İndirseler karanlığa

Sen de gelirsin yanıma

İt toprağı şu bağrıma

Sevgiliye gidiyorum

Yazıcıoğlu yundum, yandım

“İnsan dedim” yâri andım

İnleyen saz, bir ozandım,

Sevgiliye gidiyorum…”

Evet bunu “restorasyon” değil de, bir “deformasyon”, yani bozuluş olarak değerlendireceklere de saygılıyım. Bilmiyorum, bana böylesi daha güzel geldi.

Aynen bu şiiri çağrıştıran “Ellerimi Bırakın” başlıklı bir şiirimi yıllar önce

“Yaralı Ceylan” isimli kitabımda yayınlamıştım. Şiirim aynen şöyle:

“ELLERİMİ BIRAKIN

Tutmayın ellerimden

Ben bana gidiyorum

El değil, dost, hiç değil

Ben bana gidiyorum

Ayrıldım kaç ay oldu?

Dert beni kaça yoldu?

Tabutlar saray oldu

Ben bana gidiyorum

Özümde kaynar kazan

Gözümde kutlu düzen

Derimi benim yüzen

Ben bana gidiyorum

Bırakın ellerimi

Koparın dillerimi?

Alın kandilimi

Ben bana gidiyorum

Sızlıyor yaralarım

Yârimi sayıklarım

Durmayın ayaklarım

Ben bana gidiyorum”

Bakalım Yazıcıoğlu üstat, benim söylemime ne diyecek?

Sözümüzün burasında tekrar Metin Turan ile ozanımızın yaptığı söyleşiye dönelim mi? Ne dersiniz?

Yazıcıoğlu diyor ki:

“İsmet Zeki Eyüboğlu’nun “Tarikatlar ve Mezhepler Tarihi’nde dünya milletlerinde 160 mezhep, 600 tarikat olduğunu söylüyor. Dinin, mezhebinin yanlışlıklarını kabul etmediğim için de Tanrı’yı insanda bulduğuma, tabiatta bulduğuma dair eserlerimi de okuyacaksınız.

Hacı Bektaşı Veli ve Mustafa Kemal Atatürk, ikisi de mantık, yolunu seçmiş, ikisi de milletimiz ülkemiz, için doğruları anlatarak birbirini tamamlıyor. Beni bilinçli bir ozan eden bu ikisinin ve usta aşıkların felsefesidir”

Aynı “Sevdalıyım” kitabında ozan Muharrem Yazıcıoğlu’ nun “Altı çizilecek Sözler” başlıklı yazısı, ozanımızın görüşlerini içermesi bakımından önemlidir.

“Altı çizilecek Sözler” aynen şöyle:

-“İnsanlar iki defa doğar

1) Anadan doğar, yer, içer büyür.

2) Kendini tanır, söyleyeceği sözü, yapacağı işi bilir.

- İnanan düşünmez, düşünen de inanmaz.

- Ne ararsan alemde, hepsi mevcut Adem’de

- Okunak en büyük kitap insandır

- Birlikte düşünen, ortak yanları olan insanlar birbirine akrabadır.

- Dini, mezheplerin, Cennet- Cehennem korkularının temelinde menfaat vardır. Çıkar vardır.Çıkarlar vardır. Dini mezhebi tahsili makamı ne olursa olsun, iki defa doğup insan olmak önemlidir. İkinci defa doğmayanlarla ne komşuluk, ne alış veriş, ne de yolculuk yapamazsın. Mutlaka zarar verir.

- Ülkemiz bir ağaç misalidir benin gözümde.Biraz dallanıp budaklaşınca

hemen buduyorlar. Biraz da kurumaya yüz tutunca su verip kurtarıyorlar.

- Sev seni seveni yâr ile yeksan ise

Sevme beni sevmeyeni Mısır’a sultan ise

- Halkımız en büyük haltımızdı, duruyordu uçurumun başında, büyük suskunluğuyla. (A. Kadir Paksoy, Yaralı- Temmuz sayfa.31)

Ozanımız Yazıcıoğlu “insan iki kere doğmalıdır” diyor. Türk tasavvufunda ise “iki kere ölmek” vardır. Birincisi Azrail eliyle normal bildiğimiz ölüm diğeri de “ölmeden evvel ölmek’ tir”.

“Ölmeden evvel ölmek” yaşarken ölümü hissetmek, dünyaya hoşça bakmak, kâmil insan olmak için önerilmiştir. Ozanın iki kere doğmak anlayışı da, kendisinin belirttiği gibi, birincisi anadan normal doğuş ikincisi de insanın kendisini tanıması, keşfetmesidir. Şu halde, ozanın söylemiyle tasavvuf dünyamızda söylenene gelen arasında pek fark yoktur.

İnsan, doğar büyür, yaşar ölür. İşte bu süreçte “kâmil insan” olmak için önce kendini tanır. Önce kendinde kendini yaşar”

Kendinde kendini yenmek, nefsi ile yaptığı savaşta galip gelmektir.

“Alevi-Bektaşi inancında en büyük düşman olarak kabul edilen kötü nefse karşı kişinin, gönül yolcusunun büyük mücadele vermesi, böylece benliğin dünyasal ve geçici isteklerine karşı çıkarak, her türlü kötülüğü, olumsuzluğu yapmaya yatkın duyguların öldürülmesi gerekir. Böylelikle kişi olgunlaşma yoluna girerek “Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmış olur”. Nefisle mücadele, iyilik yolunda savaşmadır. İslâmi gizemcilikte “Cihad-ı Ekber” sayılır. En büyük ahlâksal eylem olarak görülür. Temel ilke şeklinde değerlendirilir. Tarikat yolcusu nefis mücadelesinde “ruhsal arınmaya” ulaşabilmek, Tanrı nuruyla nurlanmak için yedi aşamadan (makamdan) geçmek zorundadır. Bu aşamalar şunlardır”.

1) Nefs aşaması

2) Gönül aşaması

3) Ruhsal aşama

4) Gizem aşaması

5) Gizemlerin gizemi aşaması

6) En gizil aşama

7) Salt gerçekler aşaması’dır.

“…….Tasavvuf ehline göre, şeytana, masivaya, karanlık ve kötülüklere karşı savaşan insan nefsini ancak 7 aşamada terbiye edebilir. Bunlar aynı zamanda nefsinin çeşitleridir. Tezahür biçimleri simgelerle gösterilir. Bunlar şöyle sıralanabilir;

1) Nefs-i emmare; İnsanı kötülüğe, günaha ve şehvete zorlayan duygu durumudur.

2- Nefs-i levvame; Az da olsa eğitilmiş, eğitim görmüş, kabaca düzeltilmiş nefstir.

3- Nefs-i mülhime: Eğitilmiş nefis. Bu nefis türü eğitim görmüş olmakla birlikte yeterince olgunlaşmamış bir nefistir. Bu durumdaki nefiste, iyilik ile kötülüğe yönelik duygu durumları birlikte yaşanır. Her iki çelişkili nitelendirme de nefiste yaşar, bulunur. Çelişkilerin, zıtlıkların harman olduğu bir yerdir diye tanımlamak mümkündür bu nefsi,

4- Nefs-i mülhine: Güzelliğe, iyiliğe ve gerçeğe yönelik duygu durumlarının ağırlıkta olduğu nefis türü.

5- Nefs-i raziye: Tanrı’dan gelen, O’ndan geldiğine inanılan her şeyin hoşnutlukla olduğu nefis türü.

6- Nefs-i merziye: Terbiye edilip olgunlaşmış, Tanrı’nın sevgisini kazanmış bir nefis halidir.

7- Nesfs-i kâmile: Bir bütün olarak tümüyle olgunlaşmış kâmilleşmiş, arınmış durunmuş ve durulmuş, en üst aşamada bulunan nefistir.

Gizemcilik inancında nefsin yukarıda açıklanan çoğu olumsuz anlamlarından başka bir anlamı daha var ki bu bağlamda nefsin türü olumlu nefistir. Eş anlamda nefis, bir varlığın, kendisinden ayrı bir varlık olarak algılanan mânevi güçtür, yani ruhudur. Bunun ise temelde 7 çeşidi vardır. Bunlar:

1- Maddesel ruh (nefs-i cemadi) : Maddeyi bir arada tutan ve dağılmasına engel olan güçtür.

2- Bitkisel ruh (nefs-i inebati) : Üremeyi, büyümeyi ve beslenmeyi sağlayan güçtür. Çoğu iç güdülere dayanır.

3- Hayvansal ruh (nefs-i hayvani) : Canlılardaki hareketi sağlayan, canlılık ruhu da denilen güçtür.

4- İnsan ruhu (nefs-i insani) : İnsanlardaki bütün kavrama ve akıl yürütme gücünü anlatır.

5- Konuşan ruh (nefs-i natıka) : İnsanın canlılar arasındaki yerini belli eden güçtür. Gerçek insan ruhudur.

6- Kutsal ruh (nefs-i kutsiyye) : Olanaklı olan her şeyi elde edebilen yeteneğine sahip olan güçtür. Ermişlerin ruhu bu gurup içinde sayılır.

7- Kutbun ruhu (nefs-i külli) : Akl-ı müy’ den sonra gelen ondan etkilenen, yetki alan güçtür. Bu ruh âlemi algılar. Yani bir insan gibi algılanan alemin canıdır, ruhudur. (D)

Bütün dinlerin, bütün tarikatların hattâ bütün ideolojilerin temelinde mutlu insan-kâmil-olgun-başarılı insan motifi vardır. Her akım mutlaka başarılı-mutlu-sağlıklı bireyden, bireylerin oluşturduğu topluma koşmak ister. Hiç yoğurdum kara diyen olur mu? Kapitalizm, komünizm veya taliban- molla rejimleri bile, fikri plâtformda, söylemlerinde mutlu-kâmil insanı ve toplumunu oluşturmak istediklerini söylerler. Ama tabi ki, çoğu kere söylemek, onun edebiyatını yapmak yetmez: uygulamalarına dikkat etmek gerekir. Uygulamaları insanları ezmiş, yok etmiş, canından bezdirmiş ve sömürmüşse, çağdaş olamazlar. Çağdaşlığın özünde insana hizmet vardır.

İlerici olmak da çağdaş olmak demektir. İlerici, ortaçağın karanlığına ya da insanlığın terk ettiği demode yaşam biçimlerine insanları götürmez, aksine, akıl-mantık ve insan bilimi- insan mühendisliğine götürmek ister. Ayrılıkları, uçurumları çoğaltmaz ilerici, birliği –beraberliği ve sevgiyi çağırır hep. İlerici insan saygılı insandır ve saygın insandır. Önce kendinden ve yakın çevresinden başlayarak, yeryüzündeki cümle insanları hoş bir gözle görendir. Aşk, muhabbet, tevazu, fedakârlık, yardımlaşma ve geleceğe bakma ilericinin özelliklerinden bir kaçıdır.

Bu, bana göre böyle.

Günümüz toplumunda kendilerine ilerici damgasını ve şapkasını lâyık görenler acaba, benim koyduğum bu ölçülere ne kadar uymaktalar? ...

Gerisi ise cehaletinin kurbanı olmuş, ön yargılı, mantığı geri plâna itmiş, insanı sevmeyen çağdaş olamayan, totaliter ve sömürü düzeninden yana olandır. İnancını ve yüreğini ham softalara yada ideoloji bezirgânlarına teslim etmiş, kendini çözememiş kişidir gerici…

Fakat, buna rağmen, ben gericiye de ilericiye de ayrılık penceresinden bakmam; hoş görü mıknatısımla her ikisine de yaklaşırım.

Bir karara, bir görüşe ya doğru, ya yanlış der çıkarız. Doğru veya yanlış hükmünü verirken hareket noktamız kendi yargı ve deneyimlerimizin bileşkesidir. Ya noktamız kendi bulduğumuz, baktığımız nokta yanlışsa, bunu hiç aklımıza getirir miyiz?

“İnsanın insana ihtiyacı var”dır. Dil-lisan insanların ortak yaşamından çıkmıştır. Hüküm verirken gönül kırıcı olmamalıdır. Yıkma köprüleri ki, sen değil, belki bir karınca geçer oradan.

Ozan Muharrem Yazıcıoğlu’da “ihtiyacı var” şiirinde bakınız ne diyor?

“Ara o insanı bulabilirsen

İnsanın insana ihtiyacı var.

Sohbetinden lezzet alabilirsen

İnsanın insana ihtiyacı var.

Konuştukça şeker akar dilinden

Belli olur kültüründen, halinden

Şifa verir bir su içsen elinden

İnsanın insana ihtiyacı var.

Ortak yanlar birleşirse insanda

Güzel dostluk yerleşirse insanda,

Bir anadan gelmiş gibi o anda

İnsanın insana ihtiyacı var.

Yazıcıoğlu insan arar kendine

Dost bulunca sular akar bendine

İnsan olan sahip çıkar andına

İnsanın insana ihtiyacı var…”

Ve ozanımız Yazıcıoğlun’ dan “Düşünce güzelse, dünya güzeldir” tespitini sunalım.

“GÜZELDİR

Toplum hayatında huzurlu yaşam

Düşünce güzelse, dünya güzeldir,

Çağlarda daima ileri koşan

Düşünce güzelse, dünya güzeldir,

Düşünüp kendime geldiğim zaman,

Kederi yok edip güldüğüm zaman,

Topluma yararlı olduğum zaman,

Düşünce güzelse, dünya güzeldir,

Bahar aylarının tatlı günleri

Tarih ‘dedir hükümdarın ürünleri

Değerlendir yaşadığın günleri

Düşünce güzelse, dünya güzeldir,

Genç bedende yaşlı kafa zulümdür

Karanlık düşünce çağa ölümdür

Benim inandığım müspet ilimdir

Düşünce güzelse, dünya güzeldir,

Yazıcıoğlu yığın, yığın sorunlar

Din adına, yalan yanlış yorumlar

Gelecekte perişandır torunlar

Düşünce güzelse, dünya güzeldir.”

Demek ki Yazıcıoğlu’na göre de, güzel düşünce: ileriyi gören, topluma yararlı olan, kendini bilen, kederi yok eden, güler yüzlü olan, yaşadığı günü değerlendiren, karanlık ve ölümcül bakmayan, müspet ilme inanan, din adına yalan- yanlış yorum yapmayan, sorun çözen geleceği aydınlık ve umutlu yapandır.

Ozan Yazıcıoğlu, Alevi- Bektaşi geleneğinin uç ozanlarından birisidir, ortalarda değildir, birazcık ileri gitmiş bir ozandır. İleriliği, sivriliği onun yaşam öyküsünden kaynaklanıyor. Gurbet adamı, ezgin bir yürek olduğundan, çile çekmiş ve o çilelerle savaşa, savaşa bugünlere gelmiştir. Siyaset kazanının zam ve zulmünden çok etkilenmiştir. Şiirlerini siyasete ve onun geçici-kırılgan- ayrılıkçı sahasında koşturacağına, öze, insana, Hacı Bektaş’ın temel öğretisine koştursaydı, kalıcı ve ölümsüz şiirlere imza atardı.

Bazen televizyonda izlediği bir haber, bir demeç bile onu yazmaya itmiştir. Siyasetçi birisi Alevilere “mum söndürüyorlar” mı dedi? O hemen sarılır kaleme ve “bize leke sürenlere tüüü derim” diye yazıverir. Gümrük birliğine giriş haberi mi verildi, yazmak, kaleme sarılmak bir yana, kap krizi geçirir.

Yaşadığı devirler ve dönemlerdeki güncel olaylara daha fazla zaman ayırmış ve şiir yazmıştır.

Oysa O, “E-D-B” temelinden zirvelere uzanan çıkışını bu gündelik olaylarla engellememesi lâzımdır.

Tamam ozan dediğin, hale, hele “Halk Ozanı” dediğin halk gibi duyar, yaşar, düşünür söyler. “Anadolu’ya derdinden derde tutuldum “der. Buna bir şey demiyorum. Demeli, söylemeli, yazmalı… Demiş, yazmış, söylemiş te... Ancak, bu ilerlemiş yaş döneminde biz ondan, derinliği olan, felsefi, tasavvufi yepyeni şiirler bekliyoruz.

Sonra şiirlerinde “ayak” konusunda fazla bir hassasiyet göstermediğini, kolaycılığa kaçtığını da üzülerek müşahade ettim. Kıt’aların son mısralarının, özellikle felsefî ağırlıklı şiirlerinde birbirini tekrar ettiğini, bu şekilde de, ozanın bir şiiri içinden doğduğu gibi yazdığını, sonradan üzerinde pek de fazla durup, çalışmadığını gördüm.

Ozanımızı gündelik olaylardan felsefi derinliklere davet ediyorum. Böylece, hem yorulmaz, telâşlanmaz, üzülmez, hem de felsefi derinliklerden çıkaracağı inci taneleriyle mutluluğu yakalar. O usta bir ozandır. Dalgalı her ummanda gemisini yüzdürür.Gerekirse bir “dalgıç” olur. Daha derenlere iner, en kıymetli mısraları edebiyat dünyamıza armağan eder. Onda bu azim, bu yetenek fazlasıyla var.

Onu gündelik işlere ve sıkıntılara iten, zam ve iktidar için şiir yazmaya mecbur tutan herhalde “geçim derdi’dir” dolayısıyla “yakın çevresidir” diye düşünüyorum. Eğer böyleyse, ozanımızı lütfen biraz rahat bıraksınlar! Ozanımıza sadece sizin değil, Türk edebiyatının ihtiyacı var! Lütfen! ...

Ozanımız hurifiliğin etkisinde kalmıştır demiştik Aynı zamanda “Yıldızların efendisi Ömer Hayyam (1044-1123) ’ı da seven birisidir. “Sevdalıyım” kitabına Hayyam dan bir eseri de örnek olarak almıştır.

Alınan örnek şöyledir.

“Bu dünyadan başka dünya yok, arama

Senden benden başka düşünen yok, arama

Vaz geç ötelerden, boşa yorma kendini

O var sandığın şey yok mu? O yok, arama

Beni özene bezene yaratan kim? Sensin

Ne yapacağımı yazmışsın önceden

Ey yüce varlık sen sormadan, ben soracağın sana

Öyleyse iyiliğe kötülüğü yapan da sen

Peki nedir bu sorgu sual, cennet cehennem?

Dünya üç beş tane cahiller elinde

Onlarca hep bilgi kendilerinde

Üzülme eşek yine eşeği beğenir

Bir hayır var, sana kötü demelerinde

Dedim ki, artık bilgiden eksiğim yok

Şu dünyanın sırrına ermişim az çok

Bunu derken aklım geldi başıma

Bir de baktım ömür gelmiş geçmiş boşuna

Hiç bir şey yok elimde avucumda”

Ozanımız bu 4 kıtayı 1997’de Kul Ahmet’ten aldığını da belirtiyor. Ömer Hayyam çok iyi bir hurifidir. Sembolizmin piridir.

Şimdi yukarıdaki “Hayyam’ ın dizelerini, dönün, tekrar okuyun… Yazıcıoğlu’ nun söylediklerine ne kadar benziyor? Özellikle, “nedir bu sorgu sual, cennet cehennem? Anlayışı... Tanrı ile senli-benli oluşu. Ne kadar benzeşiyorlar, öyle değil mi?

Yazıcıoğlu, bütün bir ömrü boyunca ozanların bir olması birleşmesi, seslerini organizeli bir şekilde daha gür çıkarmaları için çırpınmıştır.

Ayrıca, kendisine yakın olan arkadaşları, ozan kardeşlerini yeri geldiğinde eleştirmiştir de…Onlardan etkilenmiş, onları etkisi altında bırakmıştır.

“Simgeler kenti Bektaşilik”te gezmek yerine, ozan arkadaşlarına seslenişlerinde o kentin kapısını- yolunu göstermiştir. Seslenişinde günün ve ulusun içinde bulunduğu düzen-yokluk-soygun-topluma hizmet konularını ön plâna çıkarmıştır.

Örnek olarak, 10 Kasım 1997 günü Keskinli Aşık Haydari’nin aşağıdaki şiirini almış ve okumuş, ardından cevabını vermiştir. Keskinli Aşık Haydari ile Yazıcıoğlu’nun şiirlerini peşpeşine sunalım.

Haydari demiş ki:

“GELEMEZ MİYİM?

-Sevgili Yazıcıoğlu ve Antalya’da yaşayan ozanlara

Arzu halim vardır gül yüzlü dosta

Bir ustaya çırak olamaz mıyım?

Gözettim yolları gelirsin diye,

Seni hoşlamaya gelemez miyim?

Merhaba can Şimşek ile Hasgül ’e

Yazıcıoğlu bunu getirse dile

Ayhan bahçesinde gonca bir güle

İyi bir bahçevan olamaz mıyım?

Keskinli Haydar’ ım akını bulsam

Ozan Seyfili’ yi yanıma alsam

Bir harf öğretenin kölesi olsam

Bilimsel bir yolda ölemez miyim? ”

Yazıcıoğlu’da

“DALLARIYIZ BİZ

Yokluk, düzen bizi derbeder etti,

Haydari Sultan’ın dallarıyız biz,

Aynı düşüncemiz, yoktur farkımız

Yetişmiş bahçenin gülleriyiz biz.

Bazen buluşurduk hep bir arada,

Daha gelmemiştin sen Ankara’da,

Tanıyan yok âşıkları yörede,

Koca Pir Sultan’ın dilleriyiz biz

Aşık Haydar dert eyleme kendine,

Şimşek, Hasgül, Musa düşer fendine,

Şair Akın akar gider engine

Sohbeti âlemin halleriyiz biz.

Çok aşık var birisi de Özcivan,

Ona hepimizden daha çok inan,

Ankara’da dolu birbirini soyan,

Hepimiz hünkârın kullarıyız biz.

Görevin kutsaldır topluma hizmet,

Aşıktan aşığa olur mu zahmet?

Bir eser yazdırdın babana rahmet

Mustafa Kemal’in yollarıyız biz.

Yazıcıoğlu başka yerde olamam

Ayrılsam da dost olmasa gülemem

Geldim gideceğim yerim bilemem

Dertli Anadolu selleriyiz biz” demiştir.

Bu güzel şiirin altında “Aşık Haydari’nin bana yazdığı sitemli şiirine yüreğimin cevabıdır.” Notunu düşmüş “Sevdalıyım” kitabında Haydari’nin bahse konu şiirinin bulunmayışı bence büyük bir noksanlıktır.

Yazıcıoğlu not’unu şöyle sürdürüyor: “Hocam diye sevgi ile sunduğu eserinden dolayı kendisini kutlarım. Ama yaşantımda hiç kimseye vefasızlık etmedim. Bu eserden isimleri geçen zatlara verilmiştir. Benim adımla isteyen gerektiğinde her yerde herkese okuyabilir.

Eser değiştirilemez ve kimseye mal edilemez.”

Şimdi de birazcık olsun “Keskinli Aşık Haydari” kim? Ondan bahsedelim. Olmaz mı?

Şahsen ben her iki ozanımızı Antalya’da tanıdım. Kısa adı “Anasam” olan kuruluşumuzun gönül- şiir sohbetleri ve matinelerinin hem sazlarıyla, hem sözleriyle vaz geçemediğim ozanlarımızdandılar. Yazıcıoğlu’nun ileri-uç söylemleri bazı şair arkadaşlarımızca pek hoş karşılanmazken, aşırı-sivri ve ileri diye nitelenirken, Haydari’nin “birlik-beraberlik” veya “kaderine razı sessiz sakinliği” daha hoş karşılanırdı. Ama ben, o şair arkadaşlarım gibi düşünmez, işin ozanlık yönüne değer verir, ikisini de candan severdim. Şimdilerde öyle bir dernek- kuruluş olsa da, gene bu iki dev ozanı ve diğer ozanlarımızı bir araya getirsek, ne güzel olur! ...

Gelelim Haydari’ye. Biz ona Haydari Baba diyoruz Gerçekten de gülen yüzü, sevecen- hoş görülü kucaklayıcı tavırlarıyla manevi bir babamızdır. Ozan İrşadi (Ali İRŞİ) ile birlikte Keskinli Aşık Haydari’ nin hayat öyküsü ve eserlerinin tahlili konusunda bir çalışma yapmaktayız. Haydari Baba, hakkındaki geniş yorumlarımı o çalışmaya bırakıyor, şimdilik Yazıcıoğlu ile Haydari dostluğuna burada gülden bir ara vermek istiyorum.

Gelelim diğer araştırmacı-yetkin kalemlerden bazılarının Yazıcıoğlu hakkında söylediklerine:

Musa Seyirci: Yazıcıoğlu için “Ozanda özlü iki şiir damarı var. Bunlardan birisi şiirin yapısını oluşturan Aşık Seyrani damarıdır. Birisi de toplum aksaklıklarını oluşturan haksızlıklara ve iktidarların yanlışlıklarına karşı çıkan Pir Sultan Abdal damarıdır” demektedir. (Yazıcıoğlu Muharrem, Kitaplar Ağlıyor, sayfa: 13)

Hayrettin İvgin: “Aşıktan öte, bir halk düşünürü. İnandığını yazan, yazdıklarına harfiyen uyan bir kalem savaşçısı. Çağdaşlığı hedef seçmiş bir gelenekçi. Gelenekçilik ve çağdaşlık! İkisi bir arada olur mu/ Olur! Çünkü o, halk şiirinde ve halk müziğinde taviz vermez bir gelenekçi.. Ama, ifadelerinde yine tavizsiz bir çağdaş düşünce adamı”…(a.g.e)

Ahmet Mortaş: “……Yazıcıoğlu kitapsız bilen, bildiğini topraktan, gerek görerek yaşayarak öğrenen ozanlarımızdan ünlü bir dost.”…Dinsel ve düşünsel geleneğinin özü diyebileceğimiz birlik, sevgi, hoşgörü erdemlerini çok güzel işledi şiirlerinde…” (a.g.e)

Ahmet Şahin: “ Ozanlığın ötesinde bir halk düşünürü, bir araştırmacı olarak muntazam bir kişiliğe sahip…” ” Ozanımızın kalemi birliğin, dirliğin, insan ve tabiatın güzelliklerini işlediği gibi hep haksızlıklara karşı çıkıyor” (a.g.e)

Evet, bunlar dostlarımızdan dördünün ozanımız hakkındaki görüşlerinden örnek bir kaç cümle…

Yazıcıoğlu’nun şiir hakkındaki görüşlerini anlamak için de, gene kendisinin şiirlerine baş vuruyoruz. Onun “Kitaplar Ağlıyor” isimli eserinde “Yaz Demedikçe” isimli bir şiiri var ki, işte bu şiir, onun düşüncesini apaçık ortaya koymaktadır. Ona göre şiirin kendisi sana, beni Yaz! Yaz. Arkadaş! Demezse, yavan olur, yağsız tuzsuz bir yemeğe, bir posaya benzer” demektedir.

Şiir de aynen şöyle:

“YAZ DEMEDİKÇE

Yağsız, tuzsuz olur yazılan şiir

Şiir kendi sana yaz demedikçe

Okuyan, dinleyen lezzet alamaz

Şiir kendi sana yaz demedikçe

Yazmak için çalışsam da yazamam

Hoşa giden sözcükleri dizemem

Yüreğimde o varlığı sezemem

Şiir kendi sana yaz demedikçe

Ustalar ömrünü bu yola vermiş

Yazarken kendini içinde görmüş

Çağında dertlere teşhisi koymuş

Şiir kendi sana yaz demedikçe

Yazıcıoğlu yazmak için yoruldum

Güzel eser için öldüm, dirildim

Ölünce de eserimde gömüldüm

Şiir kendi sana yaz demedikçe”

Alevi- Bektaşi bir ozan olan Yazıcıoğlu, bu geleneğin kültürel dokusu olan simgeleri de zaman, zaman kullanmıştır. Ay, güneş, dağ, tepe, ağaç, ateş, körleri gördürmek gibi kült’leri mısralarının dokusuna ustalıkla yerleştirmiştir.

Alevi- Bektaşi geleneğine göre, hayvanlar (Batıl da olsa) için çeşitli öngörüler kabul edilmiştir. Bunları şöyle özetleyebiliriz. “…Aleviler, maymunu da tiksintiyle karşılarlar. Ayının da adını anmazlar. Baykuşu uğursuz, kekliği fesatçı sayarlar. Buna karşın, TURNA KUTSAL SAYILIR. O’nun sesi Hz. Ali’nin sesi gibi algılanmış, uçuşu da KIRKLARIN SEMAH ETMESİNE benzetilmiştir.

Geyik de kutsal sayılan hayvanlardandır. Öldürülmez. Güvercin de Hacı Bektaş Veli’nin donuna girdiği kuş olarak mazlumluğun sembolüdür, kutsaldır. At ise darda kalanın imdadına yetişen hayvan olarak sevilir. Bunun dışında bütün sağmal hayvanlar sevilir, hoş tutulur. Özellikle Pir Sultan Dede’nin dediği gibi, “Koşumdan koşuma gözünden öpen/ irençberler hoşça tutun öküzü” öğüdüne uyularak bir dönem ekonominin direği olan öküzler sevilir. Horoz süslenir. Tavuk korunur. Baykuş uğursuz sayılır. Tilki sevilir, Leylek hacı baba olarak bilinir. “

İşte Yazıcıoğlu’ dan bir “Turna” ya sesleniş şiiri:

“BİLE GİDELİM

Turnam gaterine beni de alın,

Birlikte katılıp çöle gidelim.

Orada yatanlar nesli Muhammet,

Hüseyin yoluna bile gidelim.

İnsanlık yoluna canını veren,

Batını-zahiri onlardır gören

Sabırla istenen menzili varan

Ali’nin kurduğu yola gidelim

Pençe-i Abadır onların beşi

Dünyaya gelmedi bir daha eşi

Haksızlık uğruna verdiler başı

Kader deryasında sele gidelim.

Kerbelâdır.Ali nesli yatağı,

Çadırlarda gelin oldu otağı

Kan içinde serilidir yatağı

Birlikte söylenen dile gidelim..

Yazıcıoğlu küçük yaştan aşığım

Aş yerine yaş dolardı kaşığım

Ali diye sallanırdı beşiğim

Beşlerin daldığı göle gidelim”

İşte Turna katarı-o gateri diyor- ozanımızı bakınız nereye getirmiş? Kerbelâ’ya, Ehl-i Beyt’e, Hasan’la Hüseyin’e… Turna bu…Katarına aldığı ozanı en mukaddes noktaya ulaştırır. Bâtını, zâhiri gösterir, insanlık yoluna şehit olur. Şehitler ölmez. İslâm’ ın ve mukaddes inancın şehitlerinin acısı, yüreklerden arşa yükselmektedir. Peygamber’imizin torunu, dost Ali’nin evlâtlarının hunharca katledilişinin acısı bu. Ehl-i Beyt’ in hicranı bu… Bu hicran neden? ... Bu gözyaşı niye? Bunu kim, neden yaptı? Ya bu kan ne? .. Ozan dediğin bunu sorgular işte! Yazıcıoğlumuz da bunu sorgulamış.

Demiş ki:

“ZALİME KARŞI

Aklım yetti Şah Hüseyin’e yanarım,

Mazlumun yanında zalime karşı.

Ehlibeyt’i sevenlere kanarım,

Mazlumun yanında zalime karşı.

İnsanlık adına başı verenler,

Utanmadı bu gerçeği görenler

Müslümanım diye medet umanlar

Zalimin yanında mazluma karşı.

Ehlibeyt iz bıraktı yanına,

Zalim kâfir güvenmişti varına,

Acımadı erenlerin zarına,

Zalimin yanında mazluma karşı.

Ayıramam o canları birinden

Medet umma şöhret hırsı köründen

İnsanlığı yaraladı derinden

Mazlumun yanında zalime karşı.

Yazıcıoğlu Kerbelâ’ dır ülkemiz

Hacı Bektaş düşüncemiz, ilkemiz

Kopmayacak demokrasi halkamız

Mazlumun yanında zalime karşı.”

Kerbelâ…Belâ…Ker…Her…Çok…Büyük dert… En büyük, büyükten de büyük hüzün... Zalimin mazlumun boğazlanması. Kinin, öfkenin, zulmün, kana susamışlığı... Şeytanın uşaklarının dansı… Sevgililerin, en güzellerin yok edilişi... Lânet bunu yapanlara! ...Asırlardır inananların lâneti onların üstüne! ! !

Oysa onlar, barışın, özün, özdeki gözün temsilcileriydi. Onlar, kendilerini sevmeyenleri dahi hoş görecek “yürek cesaretine” sahiptiler. Onlar, inanan, inanmayan, kim olursa olsun insan ya, “severiz” diyorlardı. Başka inançta olanları bile sarıp sarmalıyorlardı.

Yazıcıoğlu inançlar konusunda; “OLMAZ VALLAHİ” Şirinin ilk dörtlüğü ile diyor ki:

“İnançlar birbirini sevemedikçe

Bu dünyada huzur olmaz vallahi

Hırsızı kasadan kovamadıkça

Bu ülkede huzur olmaz vallahi”

O zaman huzur, ayrı inançların insan ve ulus-ülke merkezinde bir araya gelmesi, birbirine saygılı ve hoşgörülü davranması olmalıdır.

Çünkü, cümle insanlar Hakk’la birdir. Birde bir, milyonda bir. Ya da az sonsuz, sonsuz tek. Fark eden bir şey yok ki…İnsan da her şey. Sevgi de, nefret de insanda. Sevgi şah damarından, nefret “ben- enaniyet” damarından.. Her iki damar da aslında aynı kalbin atar damarları. Ama yüz, ama bakış ve can. O can, o ruh ki, işin sırrı. Ten sade bir kap. Kabın içindeki, yüze yansıyan, göze düşen ışık, can…

Bunu bir örnek verelim mi? ne dersiniz?

Ozanımızın, “Ölene Kadar” başlıklı şiirinden bir dörtlük:

“Yazılmış kaşına kelemullahı

Ayan beyan sende gördüm Allah’ı

Ziyan edip yıkmaz el Beytullah’ı

Iraktan gelmişim gülene kadar”

İnsan gönlü-yüreği-kalbi en önemli ziyaretgâh. Kâbe misal yani. Ziyan edip yıkılır mı? O gönülü anlamayanlar öldürür, deri yüzer, idam eder, zindanlara atar. Yazıcıoğlu öyle diyor işte:

“Kendisidir” şiirinden iki dörtlük:

“Hallacı Mansurlar öldü zulmüle,

Nesimi- Bedrettin girdi gönüle

Hüseyin’i Kerbelâ Hak didarına,

Hak deyip sevdiğinin taa kendisidir.

Din mantıktır diyen ATA’ya bakın,

Hacı Bektaş- Yunus gönüle yakın,

Körler Pir Sultan’a atıyor okun,

Hak deyip sevdiğinin ta kendisidir”

Gönül erleri, diğer insanlara “fizikman” benzerler de, iç- gönül-ruh açısından farklıdırlar. Fark, kapasitede, algılamada: Bektaş Veli ve Atatürk işte o farklı gönül ehillerindendir. Ehli beyt’ te öyledir. Peygamber’de, Hz. Ali’de, Hasan’da, Hüseyin’de öyledir...

Keşke biz de onlar gibi olsaydık! ...

Ehlibeyt’i seven ehl-i insandır. Sevmeyen ehl-i taş olsa gerek. Hayvan bile olamaz. Yazık ona…

Ehlibeyt’ i seveni sevmeyen, herhalde köpek bile olamaz.

Ozanımız, “Menfaatsiz Sevgi Görmedim” şirinin bir katısında; diyor ki;

“Tanrı’yı çok sevdim yükledi dertler

İnsanı sevdim haraptır yurtlar

Ehlibeyti sevdim ürüdü itler

Kimi sevdim ise pişman eyledi”

Bir Tanrı’yı, insana şah damarından yakın olan “Tanrı’yı ve birde Ehl-i Beyti sevdim… Gerisi mi? Düşünün nedir?

Ama o gerisi olan insan müsveddeleri yok mu?

“Öldü mü yoksa? ” Şiirinin bir kıtası da şöyle der:

“Cennet vaat ederek elçi gönderdi,

Yasağa uymayan günahkâr dedi,

Sevdiği Ehlibeyt kana boyandı,

Tanrı bizden evvel öldü mü yoksa? ”

Der ya, ozanımızın “iç frenlerini” böylesine isyân ettirirler. Her insanda bir iç freni, bir de dış fren vardır. Dış fren giyim-kuşam- görünüm ve dille alâkalıdır ama, içteki fren, fren merkezine bağlıdır. İçteki fren lâstikleri patlamasın! Onlar patlarsa, sevgi-hoşgörü hidroliği yere dökülür, heba olursa, dış bile darmaduman olur. İnsan, insanlıktan, belirttiğimiz o ulvilikten çıkar ve taştan, hayvandan kötü olur…

İç fren kutsal değerler ve insanlık manzumesidir. Onu bilmeyen, kendini elbette bilemez.

Kendini bilen kişi, freni tutan, her şeyi, tüm teknik detayları yerli yerinde olan kişidir. Huzur, bereket, mutluluk da ondan ilham alarak, cemiyet ortamını kaplar. Aksi ise sadece kaos ve anarşidir.

Yasaklar, günahlar mı? işte fren vidalarını sıkılamak için konulan anahtarlar.

Ama dostlar, kâmil insan diye hedefteki ve zirvedeki insan için ne iç, ne dış frene ihtiyaç var. Hiç birine ihtiyaç yok. Bu böyle biline!

Frenler benim gibi sıradan insanlara. Günahlar ve yasaklar da öyle. Kâmil insana bunlar boş. Kâmil insana ölüm de, yaşamak ta boş. O’nun tek sancısı yaşatmak, diri, ayakta tutmaktır. İnsanı ve toplumu kurtarmaktır. Dünyayı yaşanılası kılmaktır.

Buraya bir virgül koyalım mı?

Dünya nedir?

“Dün ve ya” hecelerinden bir araya mı geliyor?

Evet! Dün, dündür, geçmiştir. Ya ise, bir nida sözcüğü. “Geçmiş ya! Dedik mi, dünya…der çıkarız, öyle mi? Veya, dün demek, “dön! ..”.demek… “Dön! Ya! ..”

İşte dönüp duruyor kocaman kürre…Üstünde birbirimizi yemişiz, sanki onun umurundaydı?

Veya,

“Din ya! ” Bu oluşa, bilişe, sisteme mukaddes, Tanrısal bir ayar ki buna DİN diyoruz. DİN! ..Ya! ..

Ha olmuş dün, din, dön…Ha olmamış… Üstünde belirli süre misafiriz o kadar! O süreyi uzatabiliyor muyuz? O yolda ilmî çalışmalardan ne haber?

Dünya hayatı geçici. Bir yumak...Dolan içinde, çöz onu…

Yazıcıoğlu’da o yumakla başı dertte bir insan…Yumağı sarıyor, çözüyor, ucundan tutuyor, ne yaparsa yapsın olmuyor. O, hem yumaktan, hem de can kılıfı bedenden şikâyetçi. Fakat, umutlu…Taş kesilmiştir, umutları sona ermiştir, bu dar-ı dünyada çileye gark olmuştur. 60-70 yaşına varmıştır. Ne yapsın? Gülse gülemez…Güneş belki, doğar. Ancak…

“Hayat Yumağı” şiirinin ilk ve son kıtası’nda diyor ki:

“Hayat yumağının düştüm içine

Sara, sara bir ucunu bulamam

Dünya bana, beden cana dar oldu,

Umut ile koşuyorum bilemem.

…………………………………

Yazıcıoğlu yıllar geçti boşuna,

Geliyorum 60-70 yaşına,

Belki görmem güneş doğar taşıma,

İşte o zaman istesem de gelemem”

Neden gelemez? Toprağa gark olmuştur da ondan. Dünya hayatı nihayete erdiğinden gelemez. Tam 60-70 yıl boşuna geçmiştir. O taş kesilen umutlara belki de ilmin ilerlemesi sayesinde bir gün güneş doğar, fakat, çok geç olmuştur.

O’na göre, DOST olsaydı, bulunsaydı yanında bütün bu olumsuzluklar olmazdı.

“Bulamadım ki” şiirinde: bunu şu dörtlükle belirtiyor:

“Ömür bitti ümitlerim bitti

Düşünceler hedefine gitmedi,

Böldüm, çarptım hesap yine tutmadı

Yürekten bir dostu bulamadım ki,” diyerek hesabın, kitabın dünya işlevlerinin hedefine varmadığını ne de güzel söylüyor.

Gerçek DOST olsaydı, ölüm bile vız gelirdi. O gerçek dost, oysa kendindeydi. Lâkin DÜNYA denilen meşgâle onu, kendinden, Dost’undan uzaklaştırdı.

“Geldik- Doğduk anamızdan gittik toprağa” Bir mezar taşımız belli olur, belki de o da olmaz. Mezar taşının dilimi? Yok. Taş konuşmaz. Konuşsun diye onca şiir, özlü söz, destan yazarız mezar taşına…

Yazıcıoğlu o zaman,

“Konuşmuyor Bizimle” şiirinde, bu konuda:

“Yazıcıoğlu çare yoktur ölüme,

Felâket dumanı çöktü yoluma,

Özlesem de konuşamam gülüme,

Mezar taşı konuşmuyor benimle” diyor. Mezar taşının konuştuğunu duyan var mı hiç? Dünya kulağıyla duymamız olanaksız. Mezar taşına ne yazarsan yaz, o taşı nasıl süslersen süsle, o kabirde yatana var mı faydası? Sen, işin bu tarafına bak!

Hükümdar olsan neye yarar ki?

“Yazıldı Gitti” şirinde ise; Yazıcıoğlu bakın;

“Yazıcıoğlu kilometre doluyor,

Özlemlerim güzellikte kalıyor.

Hükümdar olsan da ecel geliyor,

Künyem bir taşa kazıldı gitti” diyor. Kilometre dolunca kral, bey, sultan, işçi, çöpçü fark etmiyor. Kalan güzelliklerin gözelerine takılıveren özlemlerimiz. Özlemlerimiz, bekleyişlerimizdir. Arzu ve düşlerimizdir. Yürek gümbürtümüzün dünya aynasında yansımalarıdır. Aynaya bakarak veya yüzüme bakarak, insanlar ne diyecekse sağlığımda desinler. Yoksa Yazıcıoğlu gibi.

“Sonunda Sıkıştım Ölüm Odama” şiirinde,

“Yazıcıoğlu sadık kaldım sözüme,

Leke yoktur kurşun geçmez özüme,

Kötü yanım söylesinler yüzüme,

Sonunda sıkıştım ölüm odama” dediği gibi derim… Ölüm odam benim kabrimdir. Kabir ölene.. Ben ölmeden önce öldüğüme göre, kabrim nerede? Haydi bulun bakalım!

Dünyadan göçene bir fatiha, iki taş verdiniz. Ben halen dünyadayım, bana ne vereceksiniz? Fatiha, ölüler için değil yaşayanlar için! ...Duyun, anlayın, bilin, işitin! Hakikat Fatiha’dadır. Gelin, el ele, verelim de, şu hakikat şehrinin çatal kapısını açalım.

“Gidelim” şirinin son kıtasında, aynı konuda ozanımız;

“Yazıcıoğlu kalem çalar yarına,

Düzenbazlar varlık kattı varına,

İki taşla bir fatiha serine,

Hakikatı açalım da gidelim” der. Evet “iki taşla bir Fatiha” o da var ise. Kim

bilir, belki onu da bulamayabiliriz. Fark eder mi?

Dünya tatlı… Yerin altına güvenme! Bu tat bir gün biter ve inersin yerin altına. Gün gelince, vade yetince… Ya güvendiğin dağlara kar yağıyorsa. Veya tersiyse.

Yazıcıoğlu

“Yerin Altına” şiirinin iki kıtasında, şöyle sesleniyor;

“Ölüm yaklaştıkça dünya tatlandı,

Keşke güvenseydim yerin altına

İnsanlığa suç işleyen aklandı,

Keşke güvenseydim yerin altına.

Yazıcıoğlu, yaşam, sevgi, ibadet

Gün gelince ben de giderim elbet

Benim için Cennet dostla muhabbet

Keşke güvenseydim yerin altına.”

Diyerek, bir yol bulmaya, sevgiden yol çıkarmaya çalışıyor. Ya yerin altı varsa, yani sorgu sual varsa ki “kitaplar” böyle diyor, o tamam ne olacak? Ünlü Fransız filozofu Ogüst Compot’ ta son nefesinde “Ya varsa” deyip gitmedi mi?

O zaman sâdece gel gönül! O zaman iyice düşün, taşın olmaz mı?

O zaman anla bu dünyayı ve yaşamını. hizaya gel! Gör, dolup boşalan iki kapılı hanı…Nice yiğitler, açık gözler, ustalar şimdi nerdeler? Sen, körlerin gözlerini açmak için çırpın dur bakalım.

Ve sen, sende seni kaybeder, can tenine sığmaz dertlenmeye başlarsın.

“Sığmadım” şiirinde de ozanımız aynı şekilde,

“Menzile varmadan ömrüm tükendi.

Can cesede ben dünyaya sığmadım,

Yüreğimde gül yerine dikendi,

Can cesede ben dünyaya sığmadım.

Nice yiğitleri yolladım gitti,

Körlerin elinden sabrım tükendi,

Sevmek istiyorum dertlerim arttı

Can cesede ben dünyaya sığmadım.

Ustalar içinde sermayem azdı,

Leşler vuruldukça yaralar azdı,

Aşıklar aşkınan durmadan gezdi,

Can cesede ben dünyaya sığmadım.

Yazıcıoğlu gülle diken karışık,

Sevdiğinden gayrisiyle barışık,

Yollarım karanlık görünmez ışık,

Can cesete ben dünyaya sığmadım”.

Diyerek Dert yanıyor. Dert yanıyor ve yaşamını anlatıyor.Gül dikensiz,diken gülsüz olur mu? Can cesetsiz- tensiz, ten cansız olur mu? Olmaz…

Bu oluş ki, bizi biz eden. Bu oluş ki şairi inleten, aşığı pervane eden, Yazıcıoğlu’nun frenlerini patlatan.Oh ne güzel bir oluş!

Sır içinde sır! ,

Ne kadar güzel! ...

Şairlerin, ozanların gıdası bu…

Şimdi de, kelime olarak “ALLAH” sözcüğü üzerinde Türkçe sözlüğe bir bakalım.

- Allah, Allah!

- Allah’ın tembeli

- Allah’ın akıllısı sen misin?

- Allah acısını unutturmasın?

- Allah akıl fikir vere

- Allah aklılar versin

- Allah aratmasın

- Allah artırsın

- Allah aşkına

- Allah bağışlasın!

- Allah bahtından güldürsün

- Allah bana, ben de sana

- Allah belâsını versin!

- Allah beterinden saklasın!

- Allah esirgesin!

- Allah bin bir bereket versin

- Allah bilir

- Allah bir dediğinden başka sözüne inanılmaz

- Allah bir yastıkta kocatsın

- Allah büyüktür

- Allah canını alsın!

- Allah cezasını vermesin!

- Allah dağına göre kar verir

- Allah derim

- Allah dirlik düzenlik versin

- Allah dokuzda verdiğini sekizde almaz

- Allah dört gözden ayırmasın!

- Allah düşmanıma vermesin1

- Allah ecir sabır versin!

- Allah eksik etmesin!

- Allah eksikliğini göstermesin!

- Allah emeklerini eline vermesin!

- Allah esirgesin!

- Allah saklasın!

- Allah etmesin!

- Allah geçinden versin!

- Allah göstermesin!

- Allah hakkı için

- Allah Halil İbrahim bereketi versin!

- Allah hayırlı etsin!

- Allah herkesin gönlüne göre versin!

- Allah hoşnut olsun

- Allah için

- Allah iki iyilikten birini versin!

- Allah seni inandırsın!

- Allah iyiliğini versin!

- Allah lâyığını versin!

- Allah kabul etsin!

- Allah kahretsin!

- Allah kavuştursun!

- Allah kaza beladan saklasın!

- Allah kerim.

- Allah kısmet ederse

- Allah korusun!

- Allah saklasın!

- Allah kuru iftiradan saklasın!

- Allah, manda şifalığı versin!

- Allah mübârek etsin

- Allah müstahakını versin!

- Allah ne verdiyse

- Allah övmüş te yaratmış

- Allah rahatlık versin!

- Allah rahmet eylesin!

- Allah rızası için!

- Allah sağ gözü, sol göze muhtaç eylemesin!

- Allah selâmet versin!

- Allah senden razı olsun!

- Allah seni inandırsın

- Allah son gürlüğü versin!

- Allah sonunu hayır etsin!

- Allah taksimi, kul taksimi…

- Allah taksiratını affetsin!

- Allah tamamına eriştirsin!

- Allah tekrarına erdirsin?

- Allah utandırmaksın?

- Allah var.

- Allah’ı var!

- Allah vere de…

- Allah vergisi

- Allah vermesin!

- Allah versin!

- Allah yapısı

- Allah yarattı demem!

- Allah yazdı ise bozsun!

- Allah yürü ya kulum demiş.

- Allah ziyade etsin!

- Allah’a bir can borcum var!

- Allah’a emanet

- Allah’a emanet olun!

- Allah’a bin şükür

- Allah’a ısmarladık
,,,,,devamı GÜLENDENİN BEŞİĞİ kitabımızda..............

Mustafa Ceylan
Kayıt Tarihi : 2.12.2006 02:16:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Mustafa Ceylan