Yalnızlığına çekilmiş ıssız bir kasaba…
Günden kalan sis perdesi ağır bir kütle gibi eğreti damların üzerine çökmüş, rögar kapaklarının deliklerinden çıkan fareler, karanlık sokakların sessizliğini bozarcasına çöp tenekelerinin içinde cirit atıyorlar…
İlk, evlerin kırık dökük bacaları göze çarpıyor. Ayaz geceye rağmen suskunluk içindeler. Pencerelerden sarkan yirmi beş mumluk ışıklar karanlığı delemeden yok olup gidiyorlar…
Sıvası dökülmüş bir evin bodrum katına sığışmış küçük odalardan birinde ise, yaşlı bir şair dirseklerini tahta masaya dayamış, başı ellerinin arasında, “en son ne zaman bir şeyler karaladım” diye düşünmekte… Belki de içinden, “hangi aşklar kaldı ki yazılmamış olsun, hangi ayrılıklar, hangi özlemler… Yeni bir şeyler yaşamak gerek yazmak için, hissiyatı besleyecek yeni yaşanmışlıklar”, diye geçirmekte… Ya da başka gerçekler mi vardı kaçırdığı, görmek istemediği?
Yaşlı şair karmaşık duygular içinde derin bir nefes alır, daha önceleri defalarca yaptığı gibi kalemtıraşını çıkarır, kalemini inceltir, sonra ayağa kalkar ve pencereye doğru yanaşır…
Manzara hep aynıdır… Ne gelen var, ne giden… Yoksa yalnızlığı mı yazmalıydı? Yok, yok… Kim bilir kaç kez yazmıştı… En güzel şiirleri yalnızlığa yazdıkları değil miydi zaten? İhtimaldir ki, kendisine acıdığının, belki birilerine sesimi duyurabilirim diye o şiirleri kaleme aldığının farkında bile değildi… O, sadece şiir yazıyordu, kendini değil!
Pencereden ayrıldı, dört duvar arasında başıboş dolaşmaya başladı. Çıplak ayaklarını buz gibi döşemenin üzerine sürte sürte duvarları yukarıdan aşağıya süzüyordu. Birden gözüne yıllar önce bitpazarından aldığı o tablo çarptı. İki raptiye ile duvara öylece tutuşturulmuş bir tablo… Üzerindeki tozları eliyle sildikten sonra, gidip çay tabağına oturttuğu mumu yaktı ve tablonun başına gelip, durdu…
Mumun verdiği zayıf ışığı tabloya doğru çevirip dikkatlice incelemeye başladı… Daha önceleri hiç bu kadar ilgilenmemişti bile tabloyla… İlginçti ama tablonun alt kısmındaki ışık, mumun verdiği ışıktan daha aydınlıktı! Oysa çakma bir tabloydu bu…
Anladı ki, ne o kaplumbağaların sırtındaki ışık, ne de onların terbiyecisinin varlığı tablonun aydınlığını açıklamaya yetmiyordu!
Işık içten, kaynağından gelmeliydi…
Kayıt Tarihi : 13.8.2012 16:48:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
"Kaplumbağa Terbiyecisi", Osman Hamdi’nin en ilgi çeken ve özgün eserlerinden birisidir. 1906 tarihli eser, özellikle Lale Devri'ndeki Sadabad Eğlenceleri'nde geceleri bahçelerin aydınlatılması için kaplumbağaların sırtlarına mumlar dikilerek serbest bırakıldıkları bilgisi bir ipucu olabilir......Net'ten
Pek manidar, zengin teşbihlerle süslü ve sürükleyici idi.
Tebrik ediyorum. Allah c.c. kaleminize zeval vermesin
100+heybem.
Vesselam.
Evet, 'Tablo' tam bir hayat tablosu olmuş. Çok şey düşündürten aynı zamanda...
Kutluyorum sayın Başar.
Saygılarımla.
TÜM YORUMLAR (24)