Son Tango Şiiri - Alper Şirvan

Alper Şirvan
49

ŞİİR


0

TAKİPÇİ

Son Tango

Tango seven bir kız vardı eskiden,
İçine bastırdığı duygular vardı...
İnce bir hüzün sızardı sevincinden,
Birini bekler gibi ufuklara bakardı...
Geldi derken ufuktan bekledikleri,
Kayıp gitti sonsuza bir yıldız gibi erken...
Kimsece anlaşılmadı söyledikleri,
Yüreği kanayıp yüzü gülerken...
Mutluluğu hep uzakta aradı durdu,
Görmedi yanındaki yediveren gülleri...
Kendine kendince bir dünya kurdu,
Terkettiği dünyada kanattı bülbülleri...
Silindi izleri geçen güzel günlerin,
O tango bitti artık, silindi senin yerin...

Alper Şirvan
Kayıt Tarihi : 4.10.2007 14:42:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Hikayesi:


Genç adam, ilk gençlik yıllarından bu yana, ‘delikanlı’ vasfına ters düşen bir sabırla aradığı şeyi bulduğunu hissetse de yine de böyle bir şeye hiç de alışkın olmadığından temkinliydi. Çoğu zaman yaptığı gibi her ihtimâle zihninde yüzlerce tur attırıyor, mantığının çıkardığı sonuçların, yüreğince de onaylanmasının ardından, çok mutlu olması gerekirken ruhunda garip bir ürperti hissediyordu. Üniversiteyi bitireli iki yıl olmuş, çocuk sayılabilecek yaşlardan beri yazdığı şiirlerin ardından, bir yıl önce de ilk kitabını bastırmıştı. Bu ‘şair’ kimliği, bütün güzelliği yanında çevresinin onu ‘duygusal’ biri olarak görmesi gibi hiç arzu etmediği bir sonucu da doğurmuştu. Hâlbuki o, hayatın ‘denge’ ve ‘karar’ üzerine kurulu olduğunu daha yıllar önce idrâk etmişti. Hayatına yön verirken verdiği her kararda, duygularını ihmâl etmeden mantığını kullanırdı. Aşırılık ve abartı, sevmediklerindendi. Ona göre herşey, ilahî bir denge üzerine kurulu ve kararında olmalıydı. Ne çok fazla, ne çok az… Tam kararında… Gençliğin deli dolu bir nehir misâli aktığı lise yıllarında bile kalbini boş tutabilmeyi başarmasını irâdeli olmasına bağlıyordu. Aynı tutum, üniversite döneminde de sürmüştü. Zirâ onun aradığı bir maceranın ötesinde katışıksız ve abartısız saf bir muhabbetti yalnızca ve ayrıca, ‘kendi geleceğini garanti altına almadan başkasının geleceğine ortak olmamak’ gibi bir ideâli vardı. Yâni kuru kuruya sevgi, hiçbir zaman aşk olamayacağı gibi, ona göre, bu, bir takım ihtiraslardan meydana gelmiş kağıttan bir kule idi sadece ve kimsenin bir başkasını bu kulede hapsetmeye hakkı yoktu. Bu anlayışın onu yalnızlığa mahkûm edeceğini bilse bile… O, paylaşmak istiyordu. Sahip olduklarını sevdiği insanla sonuna kadar paylaşmak, tek arzusuydu. Kısaca, hayatı paylaşmak istiyordu: Eksisi ile, artısı ile hayatı paylaşmak… Kendinin ve sevdiği insanın sahip olduğu olumlu olumsuz ne varsa… Zirâ o, engellerin ancak el ele ve yürek yüreğe vererek aşılacağına inanıyordu. Yürüyemiyor ve sadece sol elini kullanabiliyordu ama bütün bunların paylaşmaya engel olduğuna inanmıyordu. Her türlü kimliğin ötesinde yalnız ‘insan’ kimliği ile sevilmeyi istiyordu. Çünkü insan, zaman içerisinde sahip olduğu her türlü kartvizit özelliklerini kaybedebilirdi, çok sağlıklı iken hasta olabilirdi, çok zenginken fakir kalabilirdi, çok ünlü iken kimsenin hatırlamadığı biri olabilirdi ve hâttâ genç ve dinamik bir dönemden sonra yaşlılık dönemi beklerdi insanı… Ama insan, doğumundan ölümüne dek hep insandı. Bu yüzden, şiirlerini okuyanların hayranlık dolu bakışlarından da hoşlanmıyordu; birçoklarına göre ‘üstün’ özelliklerini farkında olmayanların ‘acıma’ hissi ile dolu bakışlarından da… Her iki durumda da kendini mânen ezilmiş hissediyordu. O, bakışlarında hatâsı ve sevabı ile kendini görüp huzur bulduğu gözlerin peşindeydi. Ne mükemmel, ne de acınan… Sadece insan… Yazarlık yönü hatırlatıldığında ise ‘bazıları yaşar, bazıları yazar… Ben henüz yazanlardanım.” derdi ama hükmünü veren kader, karşısına onu çıkarmıştı. Üniversiteden arkadaşıydı. Siyah gözlerinde ilk tanıştıkları günlerden beri hep kendini görmüştü. Ona durup dururken iltifat etmiyordu ama ihtiyacı olduğunda hep yanındaydı. Abartısız ama sevgi ve muhabbet doluydu. Saygılıydı ama sırf kırılmasın diye de düşüncesini gizlemezdi. Herşeyin ötesinde dost olduklarını düşünüyor ve bunun her ilişki için iyi bir temel olduğuna inanıyordu. Biliyordu ki dostluk, insanlar arasındaki her türlü ilişki de olduğu gibi evlilikte de önemliydi. Çünkü dostluğun temelinde peşin hükümsüz, riyâsız, istismar edilmekten korkmadan içten pazarlıksız, sınırsız, muhabbet dolu bir paylaşma vardı. ...… O gün günlerden Cumartesiydi. Delikanlı, çıktığı yaz tatilinin ardından onunla ilk defa buluşacaktı. Artık herşeyi çekinmeden söylemeye karar vermişti. Bu kararı vermek, sırf onu tamamen kaybetmek korkusu yüzünden uzun sürmüştü. Aşık Veysel’i düşünmüştü sevdiği insanı tanıdığı ilk günlerde... Hani Veysel, evlendikten kısa bir süre sonra yarı yolda tek başına bırakılıp “Dost dost diye nicesine sarıldım./ Benim sadık yârim kara topraktır.” deyip serzenişte bulunmuştu ya... Onu tanıdıktan sonra bu konuda tereddüdü kalmamıştı. Gözlerini kaybeden fikir adamı Cemil Meriç’i hatırlardı sevdiğinin gözlerine baktığı zaman… Cemil Meriç’in, “Budala bir insan bile hayatının bir gününde tesadüfen kahraman olabilir; önemli olan hayatının her günü kahraman olabilmektir. İşte sen bunu başarmış bir insansın.” dediği eşi Fevziye Hanım’ı görüyordu onun gözlerinde… ..… Genç kız, her zaman olduğu gibi telefonda söylediği saatte gelmişti delikanlının ailesi ile birlikte kaldığı eve… Mezun olduklarından beri onu ziyaret ederdi. Gerçi işe girdiğinden beri sadece çağrıldığı zamanlarda geliyordu ama yine de delikanlının ‘vefalı’ dostlarındandı. “-Telefonda ‘sana söylemem gereken birşey var’ demiştin. Çok merak ettim doğrusu…” Genç adam, derin bir nefes aldı. Kalbi, kafesinden çıkmak için çırpınan bir muhabbet kuşu gibi çırpınıyordu. Bayılacak gibi oldu. Ama verdiği hiçbir karardan dönmemişti o güne kadar ve yine dönmeyecekti: “-Ben a… aslında” dedi kekeleyerek, “-Ben aslında nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum.” Kızcağız, her zamanki sakin tavrına koyulaşan merakını da ilave ederek endişeli bir tebessümle bekledi. Delikanlı, önceden söylemeyi planladığı hiçbir şeyi söyleyemeden gayet yalın devam etti: “-Ben… Ben seni seviyorum Nergis.” Genç kız, şaşırmıştı. Bunu hiç beklemiyordu. Gerçi zaman zaman delikanlının kendisine karşı bazı şeyler hissettiğini farketmişti ama bunu ifâde edeceğine ihtimâl vermemişti. Genç adam, donup kalan kızcağızın gözlerine bakarak devam etti: “-Bunu söylemek çok zor oldu benim için… Zorluk, duygularımdan emin olmayışımdan değil, sadece seni tamamen kaybetme endişesindendi. İçimden bir ses, ‘ona karşı daha ne kadar rol keseceksin. Günün birinde nasıl olsa bir şekilde o senden kopacak. Ha bir müddet önce, ha sonra… Ne farkeder? ’ diye mezun olduğumuzdan beri haykırmakta… Seni üzmek, incitmek istemedim hiçbir zaman… Ama yüreğimde fırtınalar koparken, sanki hiçbir şey yokmuş gibi yapmak, ‘riyakârlık’ gibi geldi bana… Duygusal bir insan olmadığını biliyorum; seni senin için yazacağım şiirlerle iknâ etmemin pek mümkün olmadığını ve hâttâ böyle birşeyin seni benden daha da koparacağını da biliyorum. Aslında senin sevdiğim yönlerinden biri de bu… Ben de zaten seni mantığımla seviyor ve seninle hayatı paylaşmak istiyorum. İnanıyorum ki Nergis; ikimiz de bunu başarabilecek güçteyiz. Ben sana; ‘ideâllerinden vazgeç’ demiyorum; sadece ‘gel; senin ideâllerini de, benim ideâllerimi de el ele verip beraber gerçekleştirelim’ diyorum; ‘hayatın karşımıza çıkardığı maddî manevî tüm zorlukları, beraber göğüsleyelim’ diyorum. Bunun alışılagelenden bir miktar değişik olduğunu biliyorum; ama elden ne gelir ki benim durumum bu… Hani gelecek planları yaptıkları kişilere karşı kendilerini gizleyen insanlar var ya… Bence bu çok anlamsız… Eninde sonunda gizlenen şeyler ortaya çıkmayacak mı sanki? Bu yüzden sana benimle ilgili herşeyi tüm yalınlığı ile anlatmak istedim. Karşılaşacağın herşeyi bilmeni istedim.” Uzun uzun konuştu. Konuşurken sustuğu anda neler olabileceğini de zihninden geçirmeden edemiyordu. Kendi kendine artık onu göremeyeceğini düşündü. Bu âni çıkışın ardından ortaya çıkacak sonuç, hiç istemese de ‘ya hep, ya hiç’ olacaktı. Meselâ eskiden bir günlük hafta sonu tatillerini bile onunla geçiren sevdiği insan, birkaç günlük tatillerde bile onu aramayacaktı belki de... En kötüsü, daha önce kendisiyle ilgili birçok şeyi onunla paylaşmasına rağmen, hiçbir şeyi paylaşmayacaktı. Velhâsıl Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan da olabilirdi. Çünkü o, bir insana evlenme teklif etmenin “hayatımın geri kalan kısmını seninle yaşamak, paylaşmak istiyorum.” demek olduğu kadar “hayatımı geri kalan kısmında seni sadece ‘eşim’ olarak görmek istiyorum.” demek olduğunun şuurundaydı. ..… Delikanlı sustu ve anlık bir sessizlikten sonra genç hanımın konuşmaya başlayacağını umdu ama o donuk bir ifadeyle susmayı, cevap vermemeyi tercih etti. Ateşle oynayan bir insan kendini ya da başkalarını gün gelip yakabileceğini nasıl olur da düşünemezdi; düşünememişti işte... Delikanlının samimi sevgisi, içtenliği, hayatı her şekilde paylaşma arzu ve çabası çok güzel şeyler olmakla birlikte onu, o ana kadar hiç yapmadığı bir şekilde yüreğine bakmaya zorluyor ve bu da genç kızı ürkütüyordu. Sevdiği herşeyi onunla paylaşabilmiyor muydu? Oturup onunla hayata dair sohbet edebilip ne kadar yorgun ve hayata karşı dirençsiz olsa da onun içten ve mücadeleci halinden güç almamış mıydı? Ailesi onu hayatı konusunda çok serbest bıraktığı için onlara karşı kendini sorumlu hissederek, okuldaki herkesi ailesiyle tanıştırmak istediği halde “buna layık olan sadece sen varsın! ” dememiş miydi? Ve nihayetinde delikanlı, yaptığı teklifi sürekli tekrarladıkça o, “yakın zamanda bu konuyu seninle konuşacağız” diyerek bir buçuk yıl boyunca açık bırakılmış kapıların önünde ona nöbet tutturmamış mıydı? Evet, hepsini yapmıştı; yapmıştı ama... İşte bu “ama”dan sonra gelebilecek cümleleri ifade edebilecek ne yüreği oldu; ne de zamanı... “Evlilik, öyle kolay verilebilecek bir karar değil... Evlilik gibi bir kararı iki-üç ayda alıp evlenenlere şaşıyorum.” diyen genç kız, tıpkı “şaştığı insanlar” gibi iki-üç aylık bir süreçte bir başkasıyla evlenip sonsuz bir ufukta yitip gitmişti. Ve ondan geriye sadece çok sevdiği ve delikanlının “bu tango seni anlatıyor, senin için yazılmış Nergis...” dediği tangonun sıcak sözleri kalmıştı: « Ayşe Bana gel bu yaz Ayşe. Yetişir bu naz Ayşe. Hasretin öldürüyor, Merhamet biraz Ayşe. Vakti geldi bağların, En güzeli çağların. Bu yerde sevdaların, Çiçeği solmaz Ayşe. Bana gel biraz Ayşe. Yetişir bu naz Ayşe. Hasretin pek çok, Merhametin az Ayşe. Ayşem... Ayşem... Çıkagel de habersiz, Birleşelim ikimiz. Güllerden daha temiz, Zambaktan beyaz Ayşe. Geç te sevgi bağından, İç gönül ırmağından. Islanan dudağından, Uzat bir kiraz Ayşe. Ta ezelden bana yâr, Ayşe gel de beni sar. Yetişmez mi bu kadar, Bu kadar niyaz Ayşe. Fehmi Ege » Delikanlı, uzunca bir süre bu tangoyu eski kayıtlarının birinde Birsen hanım’dan dinleyip gözyaşlarını içine akıttıktan sonra yepyeni tohumlar ekmek için nadasa bıraktığı yüreğini, kaybettiği sevdiği için yazdığı son bir şiirle yepyeni yolculuklara uğurladı: « SON TANGO Tango seven bir kız vardı eskiden, İçine bastırdığı duygular vardı... İnce bir hüzün sızardı sevincinden, Birini bekler gibi ufuklara bakardı... Geldi derken ufuktan bekledikleri, Kayıp gitti sonsuza bir yıldız gibi erken... Kimsece anlaşılmadı söyledikleri, Yüreği kanayıp yüzü gülerken... Mutluluğu hep uzakta aradı durdu, Görmedi yanındaki yediveren gülleri... Kendine kendince bir dünya kurdu, Terkettiği dünyada kanattı bülbülleri... Silindi izleri geçen güzel günlerin, O tango bitti artık, silindi senin yerin... »

Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Alper Şirvan