Son Sözlere Meydan Okuyanlar...

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Son Sözlere Meydan Okuyanlar...

Bugünlerde tabiatın sesiyle konuşan ‘dilsiz’ hayvanlar gibi tuhaf sesler çıkarıyorum. Evde kendi kendime çıkardığım sesler bazen bana bile ürkütücü geliyor. Mızmızlanıyorum. Ortada makul bir sebep yokken, her an ağlama numarası yapmaya hazırlanan şımarık bir çocuk gibi sızlanıp duruyorum. Belki de sadece zamanın ebedi genişliğine itaat etmek istemeyen basit bir içgüdünün hırçın direnişi kanat çırpıyor içerde bir yerlerde: Vakit varken huzur yok, huzur varken vakit. O tanıdık hikâye işte...

Çalışma odamdaki yumuşak, kırmızı kadife kanepenin üzerine uzanıp tekrar okumak istediğim kitaplarla, sırada bekleyen yenileri heyecanla, şefkatle karıştırmayalı çok olmuş. Uzaklardan gelip bir an evvel sevgilisiyle kucaklaşmayı bekleyen âşıklar gibi görünüyorlar. Ama nedense günlerdir hiçbirine dokunmak istemiyorum. Çello konçertolarını dinlerken, tanımadığımız halde hakkında hikâyeler uydurduğumuz insanlar gibi seyrediyorum onları. Geçerken hafifçe sırtlarını okşuyorum bazen. Kahramanlarını, duygularını, düşüncelerini hatırlamaya çalışıyorum.

Halbuki ne çok severim ‘hayaletlerimle’ konuşmayı, dertleşmeyi. Gizlice koyunlarına girip, bağırlarına sadece benim anlayabileceğim mahrem işaretler bırakmayı... Onları gelecekteki hayatlarına, benden sonra sahiplenecek olanlara merhametle hazırlamayı...

Şimdi çok eskiden üzerinde kimin çalıştığını bilmediğim eski, kunt bir masaya dirseklerimle yaslanıp düşünüyorum. Bir sonu olduğunu bildiğimiz hayatı, nasıl hiç bitmeyecekmiş gibi yaşayabildiğimizi anlatmayı istiyorum ve tabii ki ben de herkes gibi bu ‘karanlık kuyunun’ dibine tek başıma inmekten korkuyorum.

Bu yazıyı yazdığım sırada ben şimdiki zamanı yaşıyorum ama sözcüklerimi gelecekteki okurlara gönderiyorum. Çocuğunu okula hazırlayan şefkatli bir anne gibiyim. Siz bu cümleleri okurken ben bu ânı oluşturan duygularımla birlikte geçmişte kalacağım. Sizin şimdiki zamanınız, benim geçmişim olacak. Basit bir ‘okur-yazar’ ilişkisi bile zamanın hayatla çatışmasını ne kadar çıplak gösteriyor değil mi? Hayat geleceğe doğru akarken özünü geçmişin kalbinde saklıyor çünkü.

Ondan neden ürküyoruz?

Biliyorum bir pazar günü, tatilin rehavetiyle gevşeyen hiç kimse hayatın herkesçe malum bir sonu olduğunu hatırlamak istemez. Zaten niyetim, anlamaya çalışmaktan ürktüğümüz bu hakikati hatırlatmak değil. Yazar kahramanlarımın ‘son sözlerinin’ sınırlı bir hayat için ne ifade ettiğini anlatmak istedim sadece.

Hayali Ölümler, fevkalade eğlenceli ama ‘son an’ hikâyelerine tahammül edemeyenler için biraz dikenli bir kitap. Müzikolog ve psikanalist olan Michel Schneider, otuz altı yazarın son anlarını, sözcüklerini tanıklı hikâyelerle anlatıyor. Nabokov, Balzac, Flaubert, Stendhal, Zweig, Çehov, Dumas, Goethe, Puşkin, Capote, Tolstoy, Voltaire, Montaigne gibi yazarların veda hikâyelerini, sözcükleri itinayla seçen, seven bir romancı gibi yazmış.

Bizi biz yapan bütün yakıcı duyguların, sözcüklerin kalıcı tahribatını, hayatın eksikliğini çoğu zaman tevekkülle kabullenebiliyorken, bir gün yok olacağımız gerçeğinden neden bu kadar ürküyoruz? Hiç unutmadığımız, zihnimizin kuytusunda sakladığımız halde fazla dillendirmediğimiz bu soru, onun da ilgisini çekmiş anlaşılan. Bir yazarı o ‘son ana’ hazırlayan her ayrıntıyı iştahla merak eden Schneider’e göre bir yazar için ‘son sözcük’ yok. Edebiyat, gücünü biraz da buradan alıyor bence; o son sözcüğe Tanrısal bir güçle meydan okuma cesaretini gösterebilmekten!

Aklıma iyi bir cümle gelseydi...

Doğrusu, sıradan sonları hak etmediğini düşünen gösterişçi yazarları destekleyen efsaneler beni pek ilgilendirmiyor. Kolayca tahmin edilebileceği gibi, yazarlara atfedilen ‘son sözcükler’ genellikle yakın çevrelerince anlatılan ‘taraflı’ hikâyelerle birlikte her seferinde tekrar yazılmış, yorumlanmış. Dolayısıyla bu anlatılarda beni cezbeden duygu, son mektuplardan, güncelerden, son sözlerden ziyade bir yazarın kendi ölümünden (belki de o âna, doğumu demek lazım) ne anladığı, başkalarının hayatı üzerinden yazarak kendisini nasıl tekrar gerçekleştirebildiği. Voltaire’in hikâyesinde olduğu gibi mevzubahis kişi bir yazar bile olsa, insanın nasıl öldüğü nasıl yaşadığını çok iyi anlatmıyor çünkü.

“Aklıma iyi bir sözcük ya da güzel bir cümle gelseydi, ölmeyi bırakırdım” diyerek ölümle dalga geçen dehanın sona yaklaşırken çektiği korkunç acıları okumak değil, hayatla, yazıyla, kadınlarla, dostlarıyla kurduğu ilişkinin dilini, üslubunu hissedebilmek, son yolculuğunda ona eşlik edebilmek heyecanlandırıyor beni. Kitabı böyle okuduğunuz vakit, tuhaf bir şekilde ‘ölüm’ tasavvuru bile yazının sonsuzluğunda önemsiz, sıradan bir ayrıntı gibi giderek silikleşiyor hayatın ufkunda.

Galiba bu yüzden, “İyi yazmış olduğu için memnun ölmez insan: ölümü bir memnuniyet olarak kabul ettiği için iyi yazar” diyen Schneider’in kendisinden önce bu dünyaya uğramış yazarların gölgesindeki mütevazı duruşunu anlıyorum. Ölmek için önce iz bırakan bir hayat oluşturmaya ihtiyaç duyan yazarları böylesine karşılıksız bir aşkla sevmesini de tabii...

O Almanca öldü!

Saat gece yarısını çoktan geçti. Bu loş odada, Çehov’un son günlerini sevenlerine bağışlayabilmek için otururken, sokaktan geçen bir adamın yalnız ayak seslerini işitiyorum. Hiç acele etmiyor. Kendinden vazgeçip bilge adımlara hayatın sonuna yürüyen bir derviş gibi gecenin sessizliğinde usulca kayboluyor.

O ses uzaklaşırken, ömrü boyunca karısı yüzünden üşüdüğünü söyleyen Çehov’u duyar gibi oluyorum: “ İnsanları sevmiyorum. Uzun zamandır kimseyi sevmiyorum artık.” Doktorluğu da, kendisinden çok arkadaşlarıyla vakit geçirmek isteyen oyuncu karısı Olga’yı da yazmaktan daha fazla sevemeyen Çehov, kırk dört yaşına kadar verem hastalığıyla birlikte yaşamıştı. Hayatı fazla tanımayan, ölüme defalarca dokunan doktor-yazar, son günlerinden birinde sanatoryumda bir tür çilek çayı içer. İçtikten sonra, duvara döner ve alçak ama anlaşılabilir bir sesle “Ich sterbe” (Almanca, –ölüyorum) der. Almanca ölür! “Neden Almanca” diye soruyor Schneider. Ben de onun gibi merak ediyorum. Nazik olduğu için mi, doğumuna ait Rusçayı ölürken kullanmasının tuhaf olacağına inandığı için mi? Belki de sadece oyunlarındaki gibi az kullanılan bir sözcük kullanmak istemiştir gerçekten.

Neyse ki o yumuşak tınılı, biraz teatral ‘Ich Sterbe’ Çehov’un son cümlesi olmamış. Ölümünden sonraki üne aldırış etmediği için son gelen doktora ‘uzun zamandır şampanya içmedim’ deyip, ölüme aldırmaz bir tavırla içki ikram etmiş. Kendi dilinde veda etmiş galiba.

Herkes kendi dilinde...

Bence herkes o mutlak yalnızlık anında istediği gibi değil ama muhtemelen kendi dilinde ölür! Bu hayatı nasıl yaşadığımızı gösteren ‘hayatın dili’, son ana kadar, hatta sonrasında da varlığını hatırlarla, anılarla, dilden dile dolaşan hikâyelerle sürdürecek. O dil bize doğduğumuzda bahşedildi, giderken bizi yalnız bırakmayacak.

Hayatımızın sonu, başlangıcına ve ortasına hiç benzemeyebilir. Hatta belki bildiğimiz, anladığımız manada bir başlangıcı ve sonu yoktur. Yolun sonunda, oraya varana dek gizlice sayıkladığımız o ‘son sözleri’ unutabiliriz ama eğer söyleyebilirsek, bir gün birileri tarafından hatırlanmasını temenni ederiz.

Her insan var oluşunu, tutkularıyla, diliyle, kendi sözcükleriyle yeniden inşa eder. Julie de Lespinasse, 1773’ten 1776 yılına kadar, önce seven sonra kendisini sevmemek için sebepler sıralayan Guibert’e binlerce sayfadan oluşan yüz seksen üç mektup yazmış. Sonuncusunda, “Eğer dünyaya yeniden gelecek olsaydım, hayatımı yine sizi sevmek için kullanmayı isterdim, ama artık vakit yok” diyor. O bunu söylerken kendisi için tasavvur ettiği hayatın ‘sonsuz’ olduğunu seziyordu elbette.

Geleceğe doğru akarken, derin yatağında sürükledikleriyle geçmişe tutunan hayat nehri, hüznün kız kardeşi olan bir kadının yıllar önce yazdıklarını bize getirdi. Bizi de kendi sözcüklerimizle, sesimizle başka birilerine götürecek. Ve onlar da ‘son’ olmayacak. Kâinat, o ateşli çemberin kapanmasıyla sonsuzluğa kavuşacak.

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 5.3.2016 12:30:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan