1.BÖLÜM
Geçmiş ve gelecek birbirleri ile kıyaslanıyordu…
Bakışlar donmuş, yüzler gerilmiş, kelimeler boğazlarda boncuklaşarak birikmiş, ortaya bir sessizlik atılmış, sadece zihindeki cümleler, birikiyordu.
Ellerindeki son kahve fincanı tutulurcasına, hoyrat hırslar içlerine gömülmüş, sadece yudumladıkları kahvelerin buruk, acımsı ve kendine has kokusu yapışmıştı burun içlerine. Belki de son yudumlardı bu fincandan akıp ağızlarında dolaştırdıkları, İkisi de saygınlık ifadelerini yüzlerine yapıştırıp, konuşmaya nereden
başlayacakları kararsızlığını taşıyorlardı…
Geçmişin ağır izleri alınlarında birbirlerine paralel izler bırakarak kaşlarının düşmesinin farkında bile değillerdi. Aslında birbirlerinden kaçırdıkları gözleriyle dalgınlıkları, kızgınlıklarının üzüntüsü dökülüyordu yüzlerinden. Son sözler söylenemeden, son bakışlarının ezikliği içlerine akıyordu…
Son sözler dudaklarına yapışmıştı. Olmuyordu, belki de olmayacaktı, belki de hiç konuşamadan, konuşulmuş gibi her şey anlatılmış gibi, bu düşecekti sabaha…
Son gecenin son sesleri bir türlü duyulamıyordu ve son bir yudum kahve bir türlü damaklarda kaybolamıyordu. Adam avuçlarında tuttuğu kahve fincanının dibine dibine bakıyordu…
Fincan içindeki telve izlerindeki şekillerle, içten mırıldanarak konuşuyordu. Her şekil sanki tüm geçmişi veya geleceğin tamamını tarif ediyordu. Sorulacak ve birbirlerine anlatacakları çok şey vardı aslında…
Kaşlarını yukarı doğru kaldırıp yine içinden “bitti bu yaşamın parçalarını birbirine iliştirmemiz” dedi… “Bitti…”
Kafasını kaldırarak bir kez daha göz gezdirdi evin içine. Duvarlara, renklere, masa üstünde duran çiçek demetlerinden savrulan kokuları içine sindirerek, elindeki kalemi parmak aralarında dolaştırarak, hafifçe eğrilmiş çerçevedeki resme baktı. Baktıkça yapıştı resmin karesindeki renklere…
Yılları ardına almış gülücükler bile hâlâ duruyordu, mutlu bakışlarla resimdeki yüzlerinde. Ne biraz fazla, ne de az biraz eksikti gülüşleri.
Mutlulukları gözlerinden uçuşuyordu. Kaç yıl önceydi, üç beş, on, belki daha fazlaydı o resmi çektirdikleri zaman…
İlk tanıştıkları zamanlardı veya tanıştıkları aylardan biraz sonraydı. O bakışlarla sanki birbirleri ile dünyayı kucaklıyorlardı. Serbest gülümseyişler, içtenlikle birbirlerini tarifsiz bir sevgi ifadesini kendilerinden başka, dünya gözüyle bakanlara anlatıyorlardı, evliliğe giden ve orada sonsuzluklarına ulaşacak mutluluklarını sessiz seslerle haykırıyor gibiydiler…
Gülmenin tarifi olur muydu? Onlar mutluluk ifadelerini gülümseme karelerinde bırakmışlardı ve dünyayı umursamaz bakışlardaki gülümsemeleri ile kendilerine güçlülük ve mutlulukla başarmışlıklarını hediye etmişlerdi.
O gülümseme karesinde, sevgilerinin doruk noktasına ulaşmışlardı.
Yıllarca, evliliklerinden önce sevgilerini, kuytularda, gölgeliklerde, sahil kenarlarındaki çakıllı son deniz suyu sonu kumsallarda, her fırsatta, meraklı bakışların ardına sığınarak fısıldadılar. Çoğu zaman utangaç bakışlarla sevgilerini konuşamadan anlattılar, birbirlerine ilettiler.
Oysa ne zordur seni seviyorum demek. Oysa ne zordur sevdiğini haykırmak. Oysa ne zordur sevdim kelimesini fısıltılarla, kısık sesle söyleyip, duyurabilmek. Çoğu zaman bunu başarabilmek için kalabalıklardan ve meraklı bakışlardan el ele tutuşarak hep kuytulara sığındılar.
Aşk çoğu zaman sonu görülemeyen bir rüyaydı belki de. Birbirlerine bukağı ile bağladıkları yürekleri, sonsuza kadar kalacak duaları ile, dudak kıpırdamaları bitiyordu. Var oldukça, var kaldıkça, birbirlerinde saygın sevgileri hep büyüyecekti. Çoğu zaman birbirlerinin sevgilerini büyüteceklerdi.
Resim, sözlerden çok anlam ifade ediliyordu…
Boynuna doğru uzamış sarı saçlarını ve ilk tanıştıkları zaman hediye ettiği kolyeyi söz verdiği gibi hâlâ boynunda tuttuğu zincirine hafifçe parmak aralarına alarak sıktı ve o incelikteki sıcaklığı yüreğinde bir kez daha hissetti.“ Söz sana bir kez daha söz, bu zincir, bu beden düşmedikçe, hiç çıkmayacak boynumdan, hiç, çünkü bununla sana bağlanıyorum, kendimi senle sanıyorum, kendimi sende sanıyorum “ dedi, kadın.
“Ağlamayacağım ve de seni ağlatmayacağım bunu hep söyledim sana, yine de söylüyorum, hiç ağlamayacağız ve ben sende hep kalacağım bana tattırdığın mutluluk yılların ardında hep eşit kalacak, hep seninkinden biraz fazla olacak ve biz mutluluğun tarifini kendimizle yapacağız… Öyle bir kadının olmaya davam edeceğim ki her şeyi beraber yaşayıp, her yudumu beraber yudumlayacağız. Sözümdü bu benim sana, sözümdü…
Gerisi yalan bu yazmaların, okumaların, sözlerin, ters düşüncelerin. Sadece içimizde depreşiyor azgın düşünceler. Sadece güç veriyorsun tam da, bezdiğim zamanlarda ban, güç veriyorsun yazmam için ve de bezmemem için yaşamam için. Kahrettiren düşünceleri bir kenara bıraktırıp, sevgimin gücünü kullanıyorsun benden. Boş vermişim ayrılığın ve kör bakışların düşüşlerini. yeniden yakalatıyorsun beni bana. Bezmenin pişmanlığını, usanmanın yoksunluğunu, ardıma attırıyorsun ve bir cendereden, bir kapandan boşaltıyorsun beni, Karanlıkta kör de olsa bir ışık gösteriyorsun, son cümlen, son bakışınla, tutun bana derken.
Zorlanmış ne kadar zamanlar varsa tek cümlenin gücünde düşürüyorsun, tut beni derken, diye düşünürken söz verdiği gibi ağlayamıyor ve sadece, sevdim dediği adamın üzülmesinden korkuyordu, Sudem.
“Senden tek bir sebeple koparım, senden tek bir düşünce ile parçalanırım, seni tek bir kâbusum yüzünden terk ederim. Anne olmak benim hakkım, annelik duygusudur beni senle karşı karşıya getiren, sevgini tırmalayan bu duygum, beni affet, bu duygumu, bu annelik duygumu yenemezsem senden koparım, yarım parça olarak, kendi kendimle savaştırırım, kaybedenin ben olacağımı bilerek girerim bu savaşa ve sen bende ölümleşerek yok olursun”…
Sudem
“Zaman, diyorsun, zaman diyorsun, durmayasıya, zaman istiyorsun benden beklemekle, olmuyor belki de olamayacak. Annelik isteği duygularım, içimde şarapnel parçaları gibi, yaralar açıyor ve ben baş edemiyorum.
Sana sıkıntılarımı açamıyorum, seni üzmek, seni dağıtmak için bu konuya giremiyorum ve yalnızım bu düşüncelerde. Ne olur beni bir düşün. İçime çökmüş bir kâbus, bilemezsin bu sıkıntının ölçüsünü, çünkü sen annelik duygusunu tanımazsın, sadece babalığınıyokluğunun sıkıntısını yaşarsın ki, o da benimki kadar deşmez içini. İçimde tarifsiz rüzgârlar esiyor, sıcak ve baş edilmez isteklerle”…
Beni kendime bırak, beni benimle bırak…
Düşlerimle, nazlarımla, acılarımla, fırtınadaki savruluşlarımla, belki de, sonum kimsesizliğim olacak, yalnızlığımla bırak. Biraz da, sefilliğimle…
Biraz da korkunç düşlerimle, gelinemeyesiye bu yola gidişim. Yalnızlığımın dumanlarını çekişimle, bırak.
Ciğerlerimin titremeleri, su toplamaları ile bırak.
Bir adım daha atayım bu köprüden, azgın suları akan ırmak üstünde bırak.
Bende, azgın düşüncelerin getirdiği hisler bunlar, arı kovanındaki sesler, beynimde uğulduyor ve savruluyorum, çoğu zaman, gözüm seni görmüyor. Bağışlanmak istiyorum senden.
Işıklar kayboluyor, göz diplerimden karartılar çöküyor bakışlarıma. Kelebek mavisi bu yaşam ve de mutluluk, üç günlük ömre sığar gibi…
Sudem ‘in sıkıntılı hâli devam ediyor ve bu konuşma bitene kadar da devam edecek gibiydi, son sözler son kararlar verilmekteydi artık.
“Ve bir gün bavulumu alıp, bitireceğim kendimde seni, kendimde bu çaresizliği, bitireceğim ki artık gücüm kalmadı. Gücüm bitiyor ve sen hâlâ inanmıyorsun bana. Hâlâ bırakmıyorsun, hâlâ bırakamıyorum seni. Eriyorum, iç sıkıntılarımla…
Etrafıma bakıyorum, elinde çocukları, bebeleri kucaklarında anneler var. İmreniyorum onlara, bedenim sızlıyor. kıvranıyorum, iç isteklerimle. Her şeyi verdin bana ama bebek, bebekler benim ruhumun özdeşleştiği varlık ve ben hâlâ çaresizlik tohumları ile toprakla uğraşıyorum.
Geceleri kulaklarımdan gelen seslerle başım uğulduyor, dayanılmaz istek sesleri bunlar. Çocuk ağlayışları ve “anne, anne” deyişleri geliyor kulaklarıma. Avuçlarımda çocuk elleri sıcaklıklarını duymak, hissetmek istiyorum. Anla beni umut. Lütfen anla. İçimde sıkıntılı bir ben birikiyor, tutamıyorum kendimi ve ağlamak istemiyorum, çocuklaşıyorum. Sadece boğazımdan çocuk sesleri taklidi yapıyorum Umut… Bu saçmalık biliyorum ama ben çocuklaşıyorum, inan bana… İnan… Umut… İnan…
Bırak beni ne olur. Gitmeme rıza göster. Bu kararımda tek bırakma beni. Tekliğim yalnızlığım
olur, tekliğim çaresizliğim olur, zaten seni sevmem çaresizliğim, yalnızlığım çaresizliğim.
Hani hiç bırakmayacaktın beni yalnız? Hani ne olursa olsun yanımdaydın? Neden şimdi yardım etmiyorsun bana, neden?
Bak, çocuksuzluk sonsuzluk gibi. Çocuksuzluk sessizlik ve sen hâlâ zaman diyorsun, kaç yıl daha. Kaç yıl bekleyeceğim?
Umut, umutsuzluk yolculuğuna çıkmış, şaşkın, kararsız ve umutsuzdu Sudem’i dinlerken.
“Canım senin sıkıntı düşlerin benim rüyalarım, dedim sana az daha sabır. Dar geçiş bunlar göreceksin genişleyecek ve bir gün sen de, ben de birbirimizde güleceğiz. İnan sadece inan bana. Sadece yanında olduğumu, hep yanında seninle kalacağımı bil”…
Sudem ısrarlı konuşmalarına kaldığı yerden devam ediyordu kararlı ve yorgundu ama mutlaka sonuca varmalıydı.
“Bitirelim bu dar geçişleri, bitirelim bu dara sokulduğumuz zamanları. Bensiz de yapabilirsin, belki senin de bir çocuğun olur, birileriyle, yeniden evlenirsin, katlanırım, inan katlanacağım. Yalvartma beni. Bak bu güne değin hiç kırıcı olmadın, hiç yükseltmedin sesini ve hiç dikleşmedik birbirimize. Ne olur, bırak gideyim. En azından bir veda cümlemiz olur. Haa! Bir veda cümlemiz olsun”…
Umut Sudem’i kırmak istemiyor ve ondan vazgeçemiyordu. Sudem’i çok sevmişti. Onsuz yapamazdı.
Kuşlar ötmeye başlamıştı bile yeni gün yavaş yavaş yüzünü gösterirken.
“Hadi canım sakinleş biraz, sakinleş bak, gün doğacak, sabah işine erken gideceksin. Ya hasta olursan, ya sana bir şey olursa? Biraz hak ver bana, İnan çözeceğiz bu düğümü de”…
Sudem yorgunluktan pes etmişti yeni güne başlamak üzere hazırlık yapması gerekiyordu.
“Peki,peki Umut’um peki. Yine bitiremedik. Yine yarı yoldayız. Üzülme e’ mi, üzülme işte. Senin üzülmen ikinci yıkımım olur. Hani üzülmeyecektin, di mi?
Ve birbirlerini ilk defa tanıyorlarmış gibi sarıldılar…
Sudem’in başı, Umut’un omuzlarındaydı. Sarsıla sarsıla ağlıyordu. Titremeleri bedenden bedene geçiyordu. Çenesi titriyordu Sudem’in
Ansızın Umut’a “Üzülmüyorsun di mi, üzülmemen lâzım, yoksa ben yıkılırım, ayaklarım çöker, dizlerim yere düşer, kanarım. İstemesem de kanatırım kendimi”…
Ve sabahın ilk ışıkları yorgun iki bedenin üstüne düşüyordu. Umut bir eliyle Sudem’in üstünü
örtercesine usulca pikeyi çekiştirdi, pikenin ucunu çekerek üstünü örtebildiği kadar örttü. Yastığa damlayan gözyaşları kulaklarına pıtırtılı seslerle ulaşıyordu. İki yorgun ve yitik beden, gözkapaklarının kıpırtısızlığı altında, nefeslerini birbirlerine yapıştırdılar. Farkındasızlıkla, birbirlerinin bedenleri ile ruhlarının sessizliğine ulaştılar.
Uykunun sesi artık duyulmuyordu. Sadece kendi devinimindeki sessizlik hüküm sürüyordu, odanın sabah mavisi ışıklarının içinde. İki karartı beden birbirlerinden habersiz, hareketsiz ama birbirlerini uykuda bile sımsıkı tutan…
2.BÖLÜM
İlk uyanan ve kendini uykudan koparan Umut’tu. Gözlerini açar açmaz, Sudem’in yüzündeydi göz bebekleri, yıllara rağmen uykuda sevdalanmaktı bu, sevginin içinde sevgide yenilenmekti. Uzun uzun gözlerini, gözbebeklerini, canımdan değerli, canım dediğinin yüzünde gezdiriyordu…
Bir anda onsuz geçerek kaybolacak yılları düşündü… Onsuz batacak, yok olacak, yaşanmamış sayılacak yılları, kayıplıkta kaybolacağı acılarını düşündü, çaresizliğinin sonsuz gizemi saklıydı içinde. Yalvarmak, düş kurmak, sitem etmek, acıları tekrar tekrar deşmek, onun işi değildi. Onu kırmak, onu sıkıntıya sokmak, onla beraber ağlamak istemiyordu, hele onun ağlaması bütün benliğiyle ruhsal yapısını da bozacaktı…
Var olan her şey, bütün umutlarla elde ettiği her şey umulmaz bir sarsıntı geçiriyordu. Neden bu kadar uğraş verilmişti bu yaşamı tutmaya, neden bu kadar çaba verilmişti, hepsi boşluğa mı düşecekti. Var olmanın şartları vardı. Sevmenin de şartları vardı ve yıllardır uygulamıştı bu şatları içinde tutan yaşamında, dar bir düşünce kapsamında değildi ve yardım etmek artık onun idealiydi. Bunları düşünmek bile kendi ruhunu yalnızlaştırıyordu.
Ama dayanma gücünün sınırını sonuna kadar zorlayacaktı. Sevmenin gizemli bedeli buydu. Seviyordu eşini…
Ve onunla mutlu yaşamak istiyordu, var olmak istiyordu. Bu evliliğe onunla el sıkışırken bunların hepsine var olacağını söylemişti.“bütün sıkıntılarımızda beraberiz” demişti.
“Her şey başladığı anda bitmiş” dedi “Her şey bu kadar yıl bitik yaşanmış bizde” dedik endi kendine.
Oysa daha çok zamanları vardı hayatının hesabını yapabilmek için. Yorgun gülümsemelerin sessizliği kalmıştı geride. Sadece bir mırıldanma duyuldu. “Bu kadar sevmek ağır gelmez bana” Umut, dişlerini sıkarak, dayanası bir güç diledi kendine. Sabır ve güçlü olmaktı şartları artık.
Hüzünlerin toplamının unutulma zamanıydı belki de yaşadıkları anlar. Her istek bir yokluğa uzanıyorsa yokluğun içinde yetinerek yaşanması gerekecekti ve bunda da başarılı olmalıydı. Kimsenin acı çekmesine dayanamaz bir yapıya sahipti, hele Sudem’in telâşları ve hüznü onu yere yapıştırıyordu.
3.BÖLÜM
Bütün bekleme zamanlarına rağmen, çocuk beklentisi artık dayanılmaz sinirsel duygu mücadelesiyle geçiştiriliyordu. Sorulacak soru belliydi. Bebeğin dünyaya gelebilmesi için her türlü tıbbi yol denenmişti. Artık bütün imkânlar tükenmişti. Sorulacak soru kendini meydana atarak göstermişti…
Olmayacak bir bebek ailenin sonu mu olmalıydı veya sevginin birbirlerinde tükenmesi mi gerekiyordu?
Bütün beklenme zamanları, evlendikleri aylardan itibaren kullanılmıştı ama sadece hüsran bunalımları getiriyordu. Evliliğin ilk ayları veya yılı, büyük ve heyecanlı bekleyişlerle bebek düşleniyordu…
Sudem yavaş yavaş işe gitmek için hazırlanmağa başlamıştı. Yatakta yarım oturmuş Umut’a dönerek
“Peki o zaman ayrılalım” dedi.
Umut iç sesiyle konuşuyordu hâlâ.
“Kararı sen ver ben ne dersen razıyım mademki bu kadar istiyorsun ben ne diyebilirim ki?
Ama unutma bu ayrılık olacaksa ve bu ev dağılacaksa bu evden birimiz gidecekse ki bu giden ben olacağım
ceketimi omzuma alıp gideceğim. Bunlar senin arzularınla olacak unutma. Bu karar sadece sana ait olmalı. senden isteğim şu olabilir, ayrılmamız için dava açma ki zamanı tam olarak kullanalım. Tam bir zaman kullanımı belki bize bir mucize yaşatır. Bu son şansımız olsun ki deneyelim bunu da”.
Sudem_
Tamam… Ben düşüneceğim ve sana son kararımı ileteceğim… Bunun geri döşü olmayacak ve içinde kalacağız…
Sudem “Tamam ayrılalım murat…” Dedi… “Ayrılalım…”
Dalgınlıkla söylediği bu cümle her şeyin yeni başlangıcı olmuştu…
Bu sözler söylendikten sonra Umut, bu ayrılığa kendini alıştırmaya başladı. Uzun uzun, Sudem’in, yüzüne baktı. Sanki sıkılırcasına, utanırcasına “ben gidiyorum…” Dedi… “Gidiyorum, bu gitmemi sen istedin ve ben zor da olsa uyacağım bu kararına… Sadece şunu bil, bu gidiş bir kaçış değil, bu gidiş kaybolmak değil, bu gidiş sensizliğe adım atış değil, sadece sakin düşünmen için sana fırsat veriyorum, bil ki yanındayım, bil ki telefonum açık ve bil ki kararına saygılıyım. Bir müddet yurt dışına çıkacağım. Bu arada, beni arayabilirsin. Sana dönüşüm geç olmaz, seni unutuşum mümkün olmaz. Sevildiğini hiç unutma. Hoşça kal…
Sudem’in şaşkın bakışları arasında, cevap vermeye fırsat bırakmadan, aceleyle giyindi Umut, daha önceden hazırladığı bavulunu alarak, dönüp arkasını kapıyı usulca kapatarak sessizce yalnızlığına doğru adım attı. Artık kendi kaderini yalnızlıkla kendi yaşamının yoluydu bu gidiş. Sonucu ne olacaktı ve bu yol nerede bitecekti hiç belli değildi ve de düşünmek istemiyordu. Sadece daha önce söylediklerinin arkasında duruyordu, ceketi bir elinde diğer elinde de bir bavul ve beyninde çıkmazlarla dolu binlerce soru ile arkasında bıraktığı, onun isteği ile Sudem’i terk edişti bu… Kendi kaderine adım atıştı bu yalnızlık çerçevesi ile...
Aslında niyeti, şehirde bir otelde kalmaktı. Fazla uzaklaşması doğru olmazdı ve kahredici yalnızlık düşüncelerinin girdabına girdi…
4.BÖLÜM
Umut, işyerine yakın bir otele yerleşti. Yanında getirdiği birkaç eşyasını da yerleştirdi ve akşamın ilk saatlerinde spor bir kıyafetle yola çıkarak kuytulara doğru yürümeye başladı…
Nerelerden nereye gelmişti. Üstüne titrediği eşinden uzaklaşmış, kendi yalnızlığı ile dolanıyordu ayazı vurmuş gecenin derinliklerine doğru. Baş edemediği sorunlar yüzünden cezalanmıştı ne yapacağını da kestiremez hâlde sadece geceleri yolları arşınlıyordu…
Bu nereye kadar bir bekleyişti? Nereye ve hangi ana kadar bekleyecekti, yaptığı doğru muydu, yapacakları doğru mu olacaktı? Bedensel direnci nereye kadar onu ayakta tutacaktı?
Kaç yıllık evliydi, O da baba olmanın bekleyişini sonsuz bir hırs ve istekle beklemişti ama belli etmemişti, biraz durgun, biraz sabırlı durmuştu Sudem’e karşı,oysa o da en az Sudem kadar arzuluydu babalığa…
Çoğu gece evinin caddeye bakan penceresinin karşısına geçip uzun uzun karanlıkta kalan salon camına bakıyordu. Arasıra yanıp sönen salon ışığı onu rahatlatıyor ve sanki sağlık haberi almış gibi evdeki nefes almaları hisseder gibi, seviniyordu.
Elindeki telefonuna uzun uzun baktı. Karanlık, ışıksız ekran camından, medet umarcasına yanıp sönmesini bekledi durdu. Evden ayrıldığı günden beri telefonu elinde taşımayı adet edinmişti. Belki hayatında ilk defa yaşıyordu bir telefon zilinin çalmasını beklemeyi. Sudem’in numarasına yönlenmiş telefon müziğini duymayı özlüyordu sanki. Günler geçiyor, içindeki hüzün büyüyordu. Karşısında duran karanlık pencere içine giremediği evine aitti… Bunu düşünmek bile hırpalıyordu onu.“Evime giremeyen, ışığını yakamayan bir ev sahibiyim ve
benim ailem dediğim eşim, şimdi benden bile uzak bana”…
Damıtılmış hislerdi bunlar, tüm yaşanmışlıkları içine alıyordu. Hepsi bu kadardı, çok sevmenin, hatta tutkuyla sevmenin bedeli özgürlüğe vurulmuş bir kelepçeydi.
“Sevmek sevilenle yaşanan bir özgürlük” dedi kendi kendine… Oysa şimdi bir sürgünlük yaşanıyordu, tek başına. Özlüyor muydu Sudem’i, yoksa acı çekerken özlemek yok mu oluyordu? Yoksa özlemek acının merkezi miydi? Sesini, nefesini özlemek artık bir yaşam biçimi mi olacaktı?
Konuşmalarda Sudem’in kararına tesir etmemek için pasif hareketlerde ve karasız gibi görünüyordu. Zorla sevgi yaşanamazdı. Sevgi zorlamalarda isyankâr olurdu… Ve belki de ters teperdi…
Her şeyi denemeleri için bu ayrılığı bile göze almıştı. Tahliller sırasında çektiği korkuları, heyecanları içine gömmüştü. Kendinde bir eksikliği olacak korkusunu, tahliller sonuna kadar heyecanının limitinde yaşadı.
Kendisinde çıkacak bir eksiklik, suçlanma sebebi olabilecekti. Aslında yanlıştı bu suçlama düşüncesi…
Eşlik haliydi, bu eksiklik evlilikte suçlanma sebebi olmamalıydı, bu sevginin evlilikteki kuralı
sayılabilirdi…
Bunları düşünürken, adeta nefes almaksızın, gözlerini salon penceresine dikmişti Umut. İçine giremediği evine dışarıdan bakıyordu, ruhu odalarda nefes alıyor, sanki elinde kahve fincanı varmış gibi hissediyordu kendini…
Ağlamalı mıydı? Haykırmalı mıydı, hıçkırmalı mıydı?
Hiç birini yapmıyordu ama çenesinden süzülen ılık bir ıslaklığın gömleğine düştüğünü çok geç fark etmişti.
Çenesi titriyordu. Kendine güvenen, mesleğinde hırslı ve yeteneği ile tepelere tırmanmış bir insanın böyle zayıf olabileceğini kabul edemiyordu.
Oysa iyi bir mimar ve şantiyeci bir yeteneği vardı. Yüzlerce işçi çalıştırmış, çok önemli işlere imza atarak, hayata geçirmişti, saygın bir kişiliği ve hatasız bir yaşamı vardı. Hem iş hayatında, hem de evliliğinde. Eşi Sudem, dürüst, bilgili, yetenekli bir avukattı. Evlilikleri çok hızlı olmuş, üniversite arkadaşlığı, onları evliliğe götürmüştü…
Birden salon ışığı yandı ve elindeki telefona daha aceleci bir bakışla bakıyordu, tekrar tekrar, ışığının yanmasını beklercesine. Oysa telefonun ışığı yanmıyor ve çalmıyordu. Hazmedilemez bir telaştı bu…
Bu kaçıncı geceydi… Bu kaçıncı bekleyiş içinde geçen gün sonuydu? “Kaybolmuş düşler bunlar.
Kaybolmuş nefesler sanki, ardına bakıp rahat nefes alamamalar…” Dedi…
Rengi uçuyordu yüzündeki soğukluk alnına yapışmıştı. Sağ elinin tersi ile alnını ısıtmaya çalışarak yürümeye, arabasına doğru hızlı adımlar atmaya çalıştı.
“Derbederlik bu olsa gerek, bu olsa gerek. Keşke yağmur yağsa, keşke yüzüme kar taneleri yapışsa da içimdeki sıcaklık karda erise…” Dedi. Bizim şarkımız dedikleri tınının sözlerini mırıldanıyordu…” Biz bu günlere, bu yaşama kolay gelmedik, kolay bulmadık bu yaşamı… Hele bu sevgide kolay var olmadık.
Sevgi ucuz cümleleri, kolay lafları sevmez, fedakârlık sevginin perçinleridir. Saygın sevginin perçinleridir.
Saygım sevgimle Sudem’edir... Hepsi bu saygın sevgimle…
Kolay söylenen ama uygulanması çok ağır neticelere uzanabilirdi. Sevgide mükemmellik saygınlıkla olmalıydı. Yüzüne de, ardından da söylenecek cümlem seni saygın sevgimle seviyorum Sudem” dedi içinden bir sesle.“Bu fırsatı sana verdim, sen de sevgini sına” dedi yine kendi kendine. “Sına sevgini, sana lazım olacak kadar sına”…
5.BÖLÜM
Ve gece yalnızların dolaştığı kulvarlarda kendini yırtarak sabaha zor uzuyordu ve bu kuytu kulvarlarda bir adam yürüyordu ama kendine acınmıyordu…
Sevgi, yalnız kuytu kulvarlarda yürüyüşlerle, taban sürtmeleri ile acı çekmeye değerdi. Umut’un ayak topukları yanıyor gibi ısınıyordu…
Gece uzundu… Gecedeki çok insan yalnızdı. Gecedeki çok insan kalabalıkların arasında bile tek başına dolaşacak kadar cesaretliydi, içinden yangınlar bile alevlense, gece imkânsızların, uyumama saatleri ile uzanırdı sabaha…
Ve artık Umut’un içine giremediği karanlık pencereli ev, çok uzak arkada kalmıştı…
Sanki arkada kalan yaşamı bir film karesinin donup kalması gibi bir Sudem resminde takılmıştı. Tek karelik bir kesit Sudem. Her şeyi içine alan ve düğümleyen…
Kusursuz aşk olamaz derken uzaktan simitçinin telaşlı yürüyüşünü gördü. “Bir simit, birazda peynir verebilir misin” dedi. Parasının üstünü almadan kocaman bir ısırık attı susamı kavrulmuş simite…
“Ben beni zorlayan her şeyi zorlarım… Zorlarım… Çünkü sevmek ve sevilmek benim tokluğum olur” dedi ve simitten bir ısırık daha aldı. “Acıkmışım… Acıkmışım Sudem… Sen de bir şeyler yiyebildin mi bu gece de yiyebildiğini bilsem sevinirim, çünkü senin doymuşluğun benim tokluğum olur, bilirsin… Di mi? ”
Dedi içinden bir sesle…
“Hiçbir şeyde hevesim kalmadı Sudem. Sensizlik kayboluşlara sokuyor beni. Unutmakla, unutamamak arasındaki boşluğu tarif etmek isterdim sana. Kıyılası bir düşünce bunlar, parça parça anı yüklenmeleri bunlar…
Bunun tarifini bulamıyorum, belki derbederlik bu diyorum ama onun üstünde bir şey. Nefes almalara zorlanmak belki de alamamak, verememek. Nefesi içinde tutmak ve sonra da var güçle nefes boşalması bu belki de. Zor yaşam duruşu bu. Zor bir mücadele, her harekete tesir eden bir baş dönmesi bu…
Döneyim sana desem olmuyor. Dön bana desem olmuyor. Şimdi bekleme zamanını yaşıyorum, biliyorsun di mi? ”
Elleri ve çenesi titreyerek geride bıraktıklarını düşündü Umut. Arkada kalan yorgun dünlerdi. Kaybolmuşluklarının içinde kaybettiklerini düşündü…
Sudem’in sarı uzun saçlarını, aralarındaki beş yaş farkını, kırka ayak basmış kendini, saçlarına kırlar düşüren sebepleri ve unutulmaz ilk bakışlı anlardaki ilk tanıdığı günü. Elinde kitaplarla telaşlı dolaştığı, kampüsteki yerini ve dalgın düşüncelerle hayatının seyrine dair planlarını ve hatalarını düşündü…
Her şey oluruna düşen yılların ardındaki acılarını, sevinçlerini, arkada bıraktığı şehrini, sahilindeki yosun kokularını ve küçük bir sahil beldesindeki insanları, kızları ve umut bağladığı mesleğindeki uğraşlarını düşündü…
Babasının uykulu gecelerde duyduğu sesini ve annesinin sütü ısıtıp içirmek için karyolasının demirinden tutup sallayışını. Hepsi geride fulü resimlerdi ve Sudem’in gelinliğini, ilk danslarını, O müzik ve arkada kalan seslerini bıraktığı yerden dalgalanarak kulaklarına düşen uğultuları, özlediğini düşündü. Evini düşündü. Köşe bucak düzenlemelerini, resimlerini, duvara astığı resmin simetrik duruşunu ve kitaplığını. Kitaplarını, yıllarca lira
lira biriktirip satın aldığı klasikleri ve çok sevdiği önemli yazarların cümlelerini not ettiği günlüğünü, cümlelerinin altını çizdiği, yeni çıkmış ve bir solukta okuduğu kitaplarını düşündü. Hepsi hapis duruşlarla terk edilmiş bir büfenin bir gözünde enlemesine sıralanışlarını, arayıp da bulamadığı eski kitapların adlarını hatırlamaya çalıştı…
Hepsini baş edilmez bir istekle özlediğini hissetti…
Oysa ne önemi kalmıştı, onlar da yorulmuş yapraklarıyla tekrar okunma sıralarını bekliyorlardı şimdi, ışığı yanmayan evinin salonunun bir duvarına yaslanmış vaziyette. “Hepsi, hepimiz dünlerde yorulduk” dedi…
Kaybettiği o kadar çok şey vardı ki, kaybedeceklerini düşünmek bile istemedi…
Her şey saatin dönme hızının altında kaldı ve “hepsi artık varlıklarını bensiz koruyacaklar” dedi. Sahil beldesindeki çardakta kaldı usu. O çardakta yıllarca verdiği mücadelenin hesaplarını yapmıştı ve Sudem’le bir araya gelme düşleri kurmuştu. Hep tekliği ile geçen yalnızlık zamanlarının Sudem’le dolacağının hâyâllerini kurmuştu ve kaç yıl O çardakta gittikleri anların unutulmaz hazlarını yaşadılar.Bir bardak çay, bir bardak ayran ve
kahkahalarla gülüşlerini düşledi bedeni titreyerek. Hepsi yarınlara hasret dünler olmuştu. Dakikalara sığan bu anı geçişleri çıldırasıya çığlık atıyor gibiydi…
“Pişman değilim yaptığım her şeyden. Böyle yapmam gerekiyordu. Sevmenin kendine has kuralı bu geçişteydi ve beni doğrulara koşturan da buydu…” Derken her şey kapısı kapanmış bir evin dışında kalmıştı. “Ben senden giderken arkamda nasıl bir sen bıraktığımı biliyorum Sudem. Hangi zamanın terk edilmiş aşkları kalmıştı. Önümde, ya ardımda kalan kahır zamanlarına bulanmış sevdam. Ne oldu şimdi yalnızlığımdaki uslar. Parçalanmış düşünceleri toplamak çok zor. Tüm düşünceleri parçalamaksa daha zor…” Dedi…
Severek terk ederek gitmekle, severek kalmak arasındaki acı farkını irdeledi. Hangisi daha zor katlanılacak hisleri bırakırdı geride. Hep kalan feryat ederdi neden gittiğini sorarak, oysa şimdi giden olarak acılarının tarifini kendi kendine bile yaparken, zorlanıyordu. Arkada bıraktığı Sudem ne durumdaydı. Galiba en çok merak edilen bu son hâldi kalandaki son hali bilmek istemek ayrı acı heyecanı veriyordu içine. Kaybedilmiş sevgilerin ardında kalanlar kayıp sevgililer miydi? Neden hep düşünceleri Sudem’de toplanıyor, ne yaptığını, acı yaşayıp
yaşamadığını, düşünmek bile seven bir yüreğin ritimsiz çarpmasına sebep oluyordu. Unutulmaz aşkların ardında hep unutulmaz sevgililer mi kalıyordu? “Özlüyorum seni her şeyden çok Sudem” derken içinden bir şeyler kırılıyordu…
Uzun bir bakış attı geriye doğru dönüp. “Her şey göremeyeceğim kadar uzakta kaldı artık” derken gözlerinin buğulandığının farkında değildi. Mırıldandığı şarkı tınısı, kırık kırık titremelerle çıkıyordu. “Çok şey eskide kaldı, çok şey eskidi, artık geri getirmek mümkün değil, ağlamak ve acınmak istemiyorum, ağladığımı hiç görmeyecek artık, çünkü ağladığıma dayanamaz o da başlar dökülmeye…” Dedi…
Kuru bir dal takıldı ayağına tökezledi. Düşmekle tutunmak arasında bir sarsıntı geçirdi. Oysa tutunacağı hiçbir yer, hiçbir şey yoktu. Boşlukta sallanırcasına başı döndü. Dizleri titriyordu. Sadece kendine kızdı, haline acındı ama “olsun” dedi. “Verdiğim sözün ardına bakmam. Söz verilmişliğin ardı olmaz, geleceğin yere ve düşeceğin yere katlanacaksın…” Dedikçe nefesleri kesikleşiyordu…
Bu bekleyiş ve aranmalar ne aradığını bilmeden dolanmalar, ne zamana, hangi takvim tarihine kadar sürecekti. Elindeki telefonun ekranına bir kez, bir kez daha baktı. Gece gibi karanlıktı. Gece gibi sessizdi. Sanki kimsesizliğini haykırıyordu…
“Yitemem bu bakışların ardından” derken bu kez gözyaşları göğsüne doğru süzülmeye başladı…
“Seni arıyorum, seni bekliyorum bu yosun, bu çim kokuları arasında” derken titremeleri omuzlarına vurdu…
Uzun bir gece daha güneşin ilk ışıkları ile bitiyor, sanki güneş yarılıyordu. Özlüyorum seni. Nerede olduğunu bilmiyorum. Umarım sağlıklısındır. Kapıyı aç Sudem. Çağır beni. Yoksa ben dönmem, dönemem sana…
Sudem, sokağa bakan karanlık camlı pencereden, güneşin geceyi yırtarcasına doğmasını seyrediyordu…
“Üzgünüm Umut, çok üzgünüm. Seni dara soktum. Seni darda bıraktım. Seni yalnızlığında bıraktım. Ben senden çok yalnızım. Hem de bir başımayım…
Sudem Umut’la son konuşmalarından sonra, birkaç gün işe dolu bir düşünce yoğunluğu ile gitti geldi…
Tek başına dolaştığı kuytularda kendi kendiyle konuştu, konuştukça çıkmazlara girdi bu yalnızlık onun evlilikten sonra alışmadığı bir yaşam süreciydi. Herşeylerini birbirlerine bağlamış iki sevenin, tek başına karar vermesinin mümkün olmadığını içindeki savaşımında tekrar gördü. Evlikteki uyumda, eşler, birbirleri ile konuşarak sorunlarını çözebilirlerdi. Bunu çok iyi tahlil ediyordu ama içindeki seslerle baş etmesi de güçtü. Yalnızlığının yanında bir de bırakılmışlık hissi sarmıştı içini. İç sıkıntıları ile baş etmenin yıllardır öğrencisi olmuştu.
Her ne kadar katlanma ve dayanma hisleri ile dolu ise de hatalarının çemberinde dolaşmak istemiyordu.
Mesleği ona katı kurallarla yaşamayı öğretmişti. Nice baş edilmez davalarla boğuşmuş ve kazanmanın yanı sıra doğrularla adaletin sağlanmasından çok kıvanç duymuştu. Meslek hayatındaki başarmışlığının gururunu yaşamak ailenin refah ve yaşam şartlarını da düzeltmişti…
Zift kokusunu içinde barındıran geceyi, çılgın bir rüzgâr deldiğinde, unutulmaz düşünceler uçuşur kırmızı kiremitli çatılara doğru. Yalpalayan düşünceleri delmek istersin ama yapamazsın kilitlenirsin bir anıya bir cümleye, bir eski görüntüye hafızanda, sahipsizlik gibi hisleri yokluğuna sararsın. Yalnızlığın boşluktaki kayboluşuna uzanır gözlerin dip karanlıklara. Dip düşünce derinliklerine. Bakışlarında renkler sararır ve kimsesizlik okları gelir vurur seni ama bir gün yine beklenir, neden ki ne düzelecekti o mu, sen mi?
Bir beden toprağa yakışır ki yaşama daha da çok yakışır. Sen beden teri nedir bilir misin gece çarşafa düşer izin.
Islanırsın ıslandıkça ıslanırsın ama sıcak kurutur o teri bakarsın senden gidenler kaybolmuştur. Ararsın parçalarını ama buhardır sanki sağ elinin izi. Saçlarından birkaç tanesi kalmıştır yastıkta, şükredersin, ya hepsi dökülseydi diye üzülerek…
Sadece bakınırsın etrafına kim kalmış diye, kalansa sadece yalnızlıktır, dizlerini karnına çekmiş mabedim dediği evinin sıcak kokusunda kalan sadece bedenindir. Düşüncelerinse, uzak, çok uzak bir geçmişin derinliklerinde dolanır. Hem de tek başına bir başına. Dar nefeslerle…
Oysa unutulmuş bir geçmiş ararsın, inadına karşına gelip dikilir son dar zamanlar. Dayanma gücünün bittiği anlar…
Şimdi, kendi davasının savunmasını yapacaktı. Kendi canını, Umut’unu hem yargılatacak, hem de müdafaa edecekti. Bu his kaskatı etti yüreğini…
“Yapamam” “Yapamayacağım” dedi Sudem kendi kendine ve Umut’tan ayrılmaları için dava açmaktan vazgeçti…
“Olmuyor Umut’um olmuyor sana ben gibi kıyamam, kendim gibi sana kıyamam. Senden kopamam.
Kopsam da yaşayamam. Senden sonra içimden bütün yıldızlar ışıklarını alır benden. Karanlıkta da güreş olmaz umut’um, olmaz. Sensiz göremem. Kendimle savaşamam. Seninle savaşamam. Sen benim bütünlüğümsün, kırılamam senden, kıramam senin içindeki dalları. Aynı daldaki çiçeklerdir bizin hayatımızın kokladığı. Sensizliği seni tanıdığım günden beri hiç düşünmedim. Düşünemedim. Bu benim yıkıklığım olurdu. Senin dağılman olurdu.
Tutunalım Umut’um tutunalım. Biz aynı Biz aynı şarkıya yazdık kendimizi. Beraber dinleyelim beraber duyalım. Sensiz benle bütün karanfillerin beli kırılır, kokusu kaçar umut’um. Kokusuz, kokunsuz yaşayamam. Vazgeçtim sensiz hayatımdan, vazgeçtim sensizlikli kendimden. Sen haklıydın birçok kez daha deneyelim ruhumla mücadele etmeyi.
Edelim Umut, edelim, yardım et dindir, sustur, ruhumdaki imkânsız ezgileri. Bana gözlerini yumma Umut, yumma. Kaybolayım göz koyuluklarında. Bilir misin sen sevilen bir gözün içinde kaybolmayı. Sende kaybolmayı istiyorum Umut’um ömür yettikçe. Son nefese kavlimizdi bu bizim Umut’um, işte bunu hatırladım, can, canım…
Umut’um.” Derken Umut’un gözlerindeki parıltıyı, ta yüreğinin içinde hissetti ve hazzın kolay tarif edilemeyecek doruk noktasıyla kucaklaştılar. Sevmenin tarifi belki de burada var gücüyle kendini gösteriyordu. Adına sevmek deniliyordu. Adına saymak ve sayılmak deniliyordu. Adına acılarda ve imkânsızlıklarda birleşerek bir bağ oluşturmak deniliyordu, bu tarifle, her şey yazgının içinden çıkıyordu ve katlanmak belki acılarını küçültmüyordu ama altında da ezilmiyorlardı…
Sudem, son kararını verirken, bedeni titriyor sesi kısılıyor, belki de uzun zamandır ilk defa, gözlerinden bu kadar çok yaş akıyordu. Her damlası, sanki o sıcaklık hissiyle. göğüs derisini deliyor. Ağlamaları kendilerine yasak etmiş iki beden, birbirlerine göstermeden, birbirleri için ağlıyorlardı. Sevmek güç derlerdi hep birbirlerine ama bu güç bir başkaydı, içine kaybetme korkuları da girmişti. Artık inatlaşma ve daha fazla üzülmelerine gerek yoktu, çünkü bedenleri deliniyordu bu sıkıntılarla…
Sudem, ansızın telefonunu eline alarak Umut’u aradı. “Umut’um.” Dedi “umut’um seni arıyorum ve seninle olmak istiyorum vazgeçtim kendimden vazgeçtim her şeyden… Gel… Gel… Umut’um…
Bu sevda yalnız yaşanmaz… Tut beni her zamandan fazla tut…”
Seninle bir kez daha ölmek için kaç kez daha yaşayacağım? Yaşamak için, seni sevmek için, kaç kez daha yaşayacağım? Bence bu ömür seni sevmelerle güzelleşti, seni yaşamalarla güzel kaldı. Bu bir yaşam direnciydi, bu bir yaşama tutunmaydı…
Artık başını omuzlarımda istiyorum. Artık başım omuzlarında kalmalı. Hislerim, duygularım seninle canlı kaldı, yokluğun benim pişmanlığım. Yanımda ol, yanımda kal, beni hayata pişman yaşatma, Umut…
Ve güneş ikisinin de omuzlarına ışıklarını saldı… Artık geceler çok kısa olacaktı… Ve güneş hep onların yüzlerini beraberce ısıtacaktı…
6.BÖLÜM
Kontrol ve tahlillerle uğraşlara başlarlarken mutlulukları gözlerinden okunuyordu. Yapılacak şeyleri araştırdıktan sonra, cesaretle, el ele tutuşarak, başlangıç noktasından itibaren yürümeye başladılar…
Sonra tıbbi kontroller ve tedavileri, sonra tüp bebek mucizesindeki arayışlar…
Netice, karşılıklı birbirlerine sezdirmeden tükenişe doğru düşüş. Her ikisi de kendilerine ait kontrolleri yaptırmışlar ve Sudem’in problemi ortaya çıkınca daha da zor günler yaşanmaya başlanmıştı. Oysa bu süreçler birbirlerine karşı sevgi güçlenmesiyle atlatılmıştı, ve birbirlerini her zamandan çok seviyorlardı. Saygınlıkları birbirlerine, birbirlerinden fazlaydı. Bu bir onurdu. Bu bir aile bağıydı. Bu bir çile bağıydı. Bu sevginin ruhsal desteğiydi.
Bu ailenin sevgiyle beslenmesiydi…
Tüp bebek yöntemiyle çocuk sağlamalarının olumsuzluğu, ailenin içine acıyla başarısızlık olarak girmişti.
Yapılan tüm araştırmalar ve tahliller, Sudem’in bedeninin tüp bebek arayışlarına cevap veremeyeceğini ortaya çıkarmıştı. Karşılarına bedensel tıbbi çaresizlikler çıkmıştı. Doktorun üzülerek söylediği, “bütün imkânsızlıkların Sudem’den kaynaklandığını ve tekrar deneyimler gerektiğini” ortaya çıkarmıştı. Bir tedavi döneminin tekrar denenmesini tavsiye ederek, “elimizden geleni uygulayacağız” dedi…
Annelik özlemi git gide hırıltılı isteklerle umutsuzluğa düşürüyordu. Her umutsuzluk gibi beklentisizlik koyu bir darbeydi iç huzura ve her gün, her an, Sudem’in sıkıntıları zapt edilmez bir boyuta yükseliyordu…
Umut, kendi kendiyle uğraşırken Sudem’in da ayakta kalma mücadelesine elinden geldiği kadar moral açısından yardımcı oluyordu…
“Bu yolu seninle yürümeye başladık ve seninle yürüyoruz. Beklentisiz bir beraberlikti bu, hani,“bir yastığa yıllar yılı baş koyma isteğimizdi, bu ışık karartılamazdı, bu ışık söndürülemez, bir el tutuş isteğiydi bu,saf, beklentisiz ve sabırlı. Artık geçmişin beraberliğimizden önceki zamanlar yaşanmamış sayılıp, silinmişti hafızamızdan. Her şey seninle beraber yeniden başladı ve adlarımızı haykırmaya korkmadığımız bir yaşam arzu
etmiştik. Bu bitmez tükenmez bir istek ve bağımlılıktır. Kaybettiğimiz zamanların korkusunu yenmiştik. Huzur birbirimizle bizde kalmıştı. Gel dinle beni, sabret ve inan. Göreceksin ilk gün heyecanlarımızı tekrar yaşayacağız.
Sen beni kendinle tamamlıyorsun. Ben senle tamamlanıyorum. Varlığım ve yanımda olman özlemim. Sen vazgeçemeyeceğim bir beraberlikte varsın” derken Umut Sudem sıkıca sarılmıştı Umut’a...
“Nasıl düştüm bu sevmenin içine ve nasıl sevebildim seni bu kadar. Araya ayrılık girmeyesiye vaat edilen sevgi vardı aramızda. Bir nefes, bir yudum su içişi gibi bir bütünlüktü bu aramızda kalan sevgiyle. Köşe bucak kaçmaları, aldatmaca sözleri yasak eden, bir sevgi bağımlılığıydı bu. Sevmenin bütün ağırlığı omuzlarımızda taşınarak, barklanmaktı bu bütünleşme…
Çok sevmenin ağırlığı ve de zorluğu birliktelikte şikâyet edilmeksizin, bir kavilleşmeydi bu…
Kaybolmuş hayatlara dahil olmama isteği birleştiriyordu avuçlarımızı sımsıkı.”
Tüp bebek arayışlarından vazgeçilmiş, doktorların olumsuz görüşleri ve aylarca yapılan tedavi çabaları olumsuzluğa yüklüyordu bütün zamanları…
Geriye evlatlık alıp, “evlat gibisin” in denildiğinden de üstün bir kabulleniş ve sevgiyle resmi kurumlara evlat edinme müracaatının yapılması düşünülüyordu…
Bütün şartları ve bu güne kadar yaptıkları tedavi yöntemlerinde raporları buna uygundu. Sudem kabullenişe geçerken eşinden gördüğü üstün destek onun kararlarında ve ruhsal durumunda çok etken olmuştu…
Derin bir minnet duygusuna da dönüşüyordu Umut’un bakışları ama Umut hep karşı geliyordu söze başlarken daha. Yaptıkları söz verilmiş bir yaşamın şartlarında sonuna kadar birbirlerine destek olmaktı. Bu olaylarda şiddetli tartışmalar yapmaları ikisinin de ruhsal dengesini bozardı ve geriye baktıklarında bu tip olaylarla birçok aile dağılmış ve parçalanmıştı. Çocuğun varlığı ile yokluğu kadar bir kader yaşam biçimiydi. Suçlamamak
ve suçlanmamak gerekiyordu eşler arasında ama yokluğu sönemeyecek kadar yakıcı bir kordu iç dünyalarda. İşte inatla bu kabullenişe yöneldiler ve birbirlerine olan saygın sevgileri üstün bağlanışlar sevginin zaferini ve üstünlüğünü tekrar tekrar göstermişti. Sevginin aşamayacağı çok az şey vardı ve onlar pek çok zorluğu aralarındaki diyaloğla çözdüler. Bunları birbirlerine anlatırken gülümsüyorlardı…
Sevgi ruhsal dağılışlara üstün gelmişti yine sevgi en son tutunulacak bir tutanak olduğu gibi aslı da ilk tutanaktı...
Tutundular birbirlerine yakışan asıl sevgiye. Sevgi kendi kuralını kendi korumuş, korutmuştu. Sevgideki saygınlık, sevginin kendi kuralıydı. Tanıştılar, sevdiler, sevildiler, saygın eş oldular…
Ve artık evlatları da olacaktı.
Bu saygınlığı evlatlarına da öğreteceklerdi…
Mustafa Yılmaz 4
Kayıt Tarihi : 2.12.2010 10:56:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Yaşanmamış hayatlardan saydığım bu yazıdaki öykünün asıl kahramanları olan, Şebnem’e ve de Kenan’a şimdi daha çok acıyorum… Hak etmedikleri vurgunların altında ezilen insanlar, umarım yazıdaki kaderi yaşamamış olurlar… Beni bu öyküyü yazmama teşvik eden, bence çok değerli insana teşekkür ediyorum... Ve bu öykü uzayarak davam edecek...

TÜM YORUMLAR (1)