“Siyah sütünü içiyoruz sabahın akşam saatlerinde
onu içiyoruz öğle sabah demeden hep
onu geceleri içiyor, habire içiyoruz” – Paul Celan
(Çev: Gertrude Durusoy - Ahmet Necdet)
Şiir ve felsefe, sözün özüne olduğu kadar insanın, doğanın ve yaşamın özüne yapılan yolculuklardır. İkisinin de ontolojik ve estetik kaygıları vardır. Arayışçı roller üstlenirler. Bu yüzden kesişir yolları.
Şöyle ki, güzellik, mutluluk ya da acı verirken insanı bilinçlendiren sanatsal yapıtlar algıları sübjektifleştirip keskinleştirdiği gibi insanı yaşamın fark edilmeyi bekleyen çıkmazlarına doğru uzanan yolculuklara çıkarır. Onlara dair yeni tanımlamalar getirir. Özetle insanı zorlar. Bu tür iç ve dış hesaplaşmalardan doğan sorulara yanıt ararken, belki de onları en kapalı ve sarsıcı biçimde sunandır şiir. “Arayış” gelişigüzel seçilmiş, sıradan bir kavram olmayıp derin düşünce, keskin bakış, yoğun emek ve sorgulama gerektirir. Dolayısıyla felsefî dayanakları vardır. Felsefî altyapıyla şiir üretmek, ona felsefeyle yaklaşılmasına zemin hazırladığı kadar felsefeyle algılanmanın yollarını da açar. Bununla beraber felsefî olsun diye, diğer bir deyişle, felsefe bilgisini ön plana çıkartarak şiir yazılmaz. Çoğu zaman yazın sanatına felsefe penceresinden bakıldığı için yazılır ama ille de böyle olması gerekmez. Kimi zaman felsefî değerlendirmelerin farkında olmaksızın yazılabilir veya şiir felsefeyle hiç buluşmamıştır. Kısacası şiir ile felsefenin birbirine olan mesafesi şairine göre değişir.
Dünya görüşünün, düşünce yapısının, varoluş sorunsalının sorularla oylumlanmış bir elekten geçirildiği yerde doğan şiirde şair bilgisi ve şiire altyapı oluşturan dağarcığın zenginliği elbette önemlidir. Ancak şiirde imbikten damlayan bilgi değil bilgeliktir. Kısacası, düşünsel ve duyumsal bilgi birikiminin şair tarafından yorumlanış ve aynı zamanda okur tarafından yoruma açık hale getiriliş becerisinin sergilenmesi çok daha önemlidir. Şiir, felsefeli veya felsefesiz, yaşam bilgisinin karşı dil aracılığıyla, ama mutlaka düşünce süzgeçlerinden geçirilerek; “nesnel gerçekliğin şiirsel gerçekliğe dönüştürülerek” (Metin Altıok, Sombahar, Kasım-Aralık 1990, Röportaj: Enver Ercan) ve yazım diliyle estetize edilerek okura aktarılmasıdır. Bu açıdan değerlendirildiğinde şiir bireyin hem yazar hem de okur olarak duyumsayıp düşünerek sığındığı bir limandır, çünkü insana insanı anlattığı kadar şairin öz benine yaklaşmasını, kendisine ve ötekilere yabancılaşmamasını sağlar. Kotarılan iş, bakmak-görmek-göstermeye ilişkin bir eylemdir ki felsefecinin de şairin de ilgi alanlarında dikkate değer bir yer kaplar. Klee “Sanat görünürü kopya etmez, onu görünür kılar” diyordu (Paul Klee, Çağdaş Sanat Kuramı, Dost Kitabevi Yay. Sayfa 30) . “Görünür kılmak” oldukça kapsamlı ve derinlikli bir tarif. Felsefeci bunu düşünce gücü ile başarırken, şair diliyle ve sezgilere yönelik hayal gücüyle, varoluşu sorgulama refleksi ve yapıtlarındaki duyumsal öğelerle gerçekleştirir. Felsefeci çoğu zaman önce düşünüp sonra görürken, şair keskin bakışı sayesinde ilk bakışta gören kişidir. Unutulmamalı ki felsefe sözcüğünün özünde bulunan bilgelik kavramı (philo-sophia: bilgi-bilgelik sevgisi) iki alanın en önemli kesişme noktalarından biridir.
Şiirle felsefenin ilgisi olmadığını ileri sürenler de olmuştur. Kimi zaman şiir felsefeyi dışlamış, ya da tam tersi olup felsefe şiiri görmezden gelmiştir. Felsefenin şiiri dışlamasının Platon’dan beri süregelen bir tavır olduğu söylenmiştir hep. Şairin kişisel hayallerinin ve estetik kaygılarının gölgesinde kaldığı düşünülmüş, bu yüzden gerçeği çarpıtan kişi olarak algılanmış; felsefenin özünden uzak düştüğü iddia edilmiştir. Bu yaklaşımın politeizmden monoteizme geçişte daha da güçlendiği fark edilir. 18. yüzyıldan sonra ise, özellikle de Fransız Devrimini izleyen yıllarda, felsefe çağının yeniden açılması ve düşünsel özgürlüklerin yazın sanatına egemen olmasıyla birlikte felsefe de şiire nüfuz etmeye başlamıştır. Dayanaklarının yakınlığı bakımından değerlendirildiğinde bu durumu bir tür akrabalık, komşuluk, yol arkadaşlığı ilişkisi olarak görmek olasıdır.
Arthur Rimbaud’nun “şairlerin kralı, ilk gören” olarak tanımladığı, 19. yüzyılın en önemli şairlerinden Charles Baudelaire, düşlerindeki çocuksuluğu daima koruduğunu söylerken şiirleriyle gerçekliğe dokunmayı da bilmiştir. Bu beceriyi filozofça bakışı sayesinde yakaladığını iddia eder: “… ‘Bana doğru olanı gösteren felsefi bir zihnim var’ diyen şair bir mektubunda ‘Benim gibi siz de felsefenin her şey olduğuna inanın’ diye yazar…” (Afşar Timuçin, Düşünce Tarihi, Bulut Yay. 2008, Sayfa 568)
Felsefeci, gerçekçi akılcı ve kavramlaştırıcıdır. Şair ise gerçeği düşsel dünyasına taşıyıp imgelem gücüyle orada yeniden şekillendiren kişidir. Aradaki farklılıklara rağmen akrabaların birbirinden etkilendiği sıklıkla görülür. Örneğin felsefeci bir yazar olan Ingeborg Bachmann ile Paul Celan ilişkisinde; “görmeyi öğrenmek” önerisiyle dikkati çeken Rainer Maria Rilke’de; insanlığın öldüğü noktada - Auschwitz’ den sonra - şiir yazılamayacağını öne sürerken aslında Auschwitz’den sonra insanlığın geleceğini sorgulayan Adorno gibi düşünürlerde; Albert Camus, Goethe, Dostoyevski, Çehov, Kafka, Gogol, İbsen gibi yazarlarda ve daha pek çok yazın emekçisinin felsefî anlatımlarında şiirin izlerini, Martin Heidegger, Edmund Husserl, Nietzsche gibi filozoflarda ise şiirin vazgeçilmezliği kolaylıkla fark edilebilir. Örneğin Guillaume Apollinaire’e göre şair bir anlamda bestecidir. Apollinaire bir yandan biçimciliğe karşı çıkıp arayışlarını sürdürürken yaşama dair tüm düşünsel öğeleri şiirine doldurmuş, öte yandan da yapıtlarını “tohumlar olarak yere düşen şarkılar” olarak nitelendirmişti. Hegel ise “sanat bizi felsefî düşünmeye çağırır” demişti. Jean Paul Sartre’a göre düşüncenin devamı olan yazmak, “dünyanın üstündeki örtüleri kaldırmak; okura bir özgürlük çağrısında bulunurken onun bilincine başvurmaktır”.
Konumuz bunca şairin, yazarın, düşünürün neyi nasıl anlattığı değil elbette. Önemli olan, yaşadıkları çağın sorunlarına tanıklık edip bunları kendi yazım türlerinde dile getirirken, farkında olarak veya olmayarak felsefe ile şiirsellik arasında bir bağ kurmuş olmalarıdır.
Şair gerçekleri mi anlatır, yoksa yalan mı söyler, ya da gerçeği çarpıtan kişi midir? Büyük olasılıkla, düş gücünün ürünleri gibi gözüken, hatta yalanmış gibi algılanmaya elverişli dizelerin ardında aslında gerçeği haykırandır, çünkü felsefeci gibi onun da “hakikat”le, düşün ve hayal dünyasını çevreleyen uyumsuzluklarla, üstelik buna ek olarak yaratmakla ilgili bir derdi vardır. Ve unutulmamalı ki şiirde olduğu kadar felsefede de temel sorunlarla kurulan bağ kişiseldir. Bireysellik çerçevesindeki saflık, masumiyet ve arayışçı yaklaşım iki alanın buluşma noktasıdır diye düşünülebilir. Ancak felsefe kendi sınırlarını pek zorlamazken, şiir bilinmeyene, öteye doğru hamleler yapar. Bir kâhin edasıyla geleceğe dair notlar, şifreler, mektuplar bırakır. Ahmet İnam bu konudaki görüşlerini şöyle ifade etmiştir:
“Felsefe sınırda durandır. Şiirse sınır ötesidir. Kaçakçıdır kimi zaman. Mayın döşeli sınırları aşmaya çabalar. Şiir bunu kendine özgü bir bakışla yapar. Şiirin insana armağan olarak verilmiş olanağı buradadır. Platon’a bir haddini bilmezlik olarak görünse de…(Demek ki onun çağında şairler sözcük simsarları imiş! ”) – (Ahmet İnam, Düşünce Açan Bahçede, “ Felsefeyle Titreşen Şiir”, Şenocak Yay. 2008, Sayfa 76)
Ayrıca felsefenin bilime daha yakın olduğu söylenebilir. Oysa şiir nesnel ve evrensel gerçekliğe apaçık dokunmak, onu kavramlaştırmak veya sistemleştirmek yerine öznel ve kişiselleşmiş olanı kendi diliyle anlatır. Şiirin evrenselliği gizemli anlatımında saklıdır. Metin Altıok bu anlatımın içerdiği şiir bilgisini “imgesellik nedeniyle duyulabilen ve sezgiyle yaşanabilen bir bilgi” olarak tanımlar. (Metin Altıok, Şiirin İlk Atlası, Kırmızı Yay. 2006, Sayfa 23) . Şairin amacı heyecan uyandırarak sezgilerin kapısını aralamak, alenen göstermek ve tanımlamak yerine duyumsatarak anlatmaktır. Bu nedenle şiirde bilimsellikten, doğru ve yanlıştan söz edilemez. Felsefe ise şiirin yaratım sürecinde düşünceyi ve dolayısıyla duyguyu derinleştirip inceltendir. Böylelikle yaşama dair bir kilim dokuyan, bilincin labirentlerinde dolaşan dil, felsefe süzgecinden geçtiğinde daha da güzelleşecek; şiir, felsefenin sağladığı derin bakış ve anlatım olanakları sayesinde, ortaya arı duru bir dil çıkartacaktır. Düşünce ile dans eden duygusal ve nitelikli bir inceliğe ulaşacak; okur açısından - çoğu kez iddia edildiği gibi - belki biraz anlaşılmaz olacak, ama yine de duyarlılıkları artıracaktır.
Günümüzdeki en yaşamsal sorun imaj göstergelerine dönüşen ve artık paraya tahvil edilebilir hale gelen sanatın özgürlüğünü, özgünlüğünü, özgül ağırlığını yitiriyor olması; yaşamdan aldığı ve yaşama kattığı payın giderek azalmasıdır. Şiir de dâhil olmak üzere sanatın artık “gösteren” değil, “gösterildiği gibi davranan”; “ezber bozan” değil “ezberleyen” olduğunu gözlemekteyiz. Bu durum felsefî düşünce ile şiirin üretkenliği kadar her ikisinin etki alanlarını da ciddi biçimde aşındırmakta, felsefe ve şiirin coğrafyalarını kısırlaştırmakta, estetik iklimini kuraklaştırmaktadır. Donald Kuspit, estetiğin nihai olmayan geçici deneyimlerle değiş tokuş edildiğini ileri sürerek görüşlerini şöyle ifade etmiştir:
“Derin düşünmek için zamanın olmadığı ve vaktin nakit olduğu bir dönemde estetik derin düşünceye kim inanır ki? Ekonomik açıdan var olma çabasının duygusal açıdan var olma çabasından daha önemli olduğu bir dünyada yaşam asla estetik bir olgu haline gelemez.” (Donald Kuspit, Sanatın Sonu, Metis Yay. 2006, Sayfa 171)
Derin düşünce ve estetik olgu arasındaki bağın zedelendiği, ekonomi ve gücün egemenliğini ilân ettiği dönemlerde şiir de elbette yara alacaktır. Yukarıdaki gibi pek çok örnek bizi felsefe ile şiirin aynı zaman diliminde budanıyor olduğu gerçeğine getiriyor. Düşünce ve sözün efendileri, ne yazık ki ortak bir acıyı paylaşmak zorunda kalıp, giderek yalnızlaşıyorlar. Yazın sanatının duyarlılıklara dayalı, derinlikçi ve çözümleyici yapısı törpülenirken aynı yönde yolculuk eden felsefe yorumlamaları da sığlaşıyor. Böylece birbirlerini karşılıklı olarak besleme olanağı azalıyor. Olumsuz gelişmeleri II. Dünya Savaşından hemen sonra fark eden Ortega y Gasset’in de ifade ettiği gibi kütleleşen kitleler ve bireyler artık her şeyin hâkimidir, ama kendilerinin değil!
Kimi gün gücümüzü topluyor, düşünüyor ve yazıyoruz. Kimi gün, umudun pas tuttuğu insan sancısıyla haykırıyor, şikâyet ediyoruz. Ancak unutulmamalı ki, şikâyetler hep vardı ve hep olacak. Tüm olumsuzluklara karşın sınırda duranlarla sınır ötesi kaçakçıları şiir ve felsefeyi yaşatıyor hâlâ. Çağcıl düzenin değerler dizisi ve paradigmal yapısı, ironik bir biçimde, bu düzene karşı duran şiiri ve felsefeyi de üretmeyi sürdürüyor çünkü.
Zamanın akşam saatleri, düşünür ve yaratanlara bir kez daha siyah sütünü içiriyor. Sorgulamak ise yine insana düşüyor. Düşünerek, duyumsayarak, yazarak ve kuraklaşmaya karşı ortak bir savaş açarak…
Şairin dediği gibi buradayız, varız ve olmalıyız!
“işte yine buradayız
işte yine kendi ateşiyle kandırılan
güneşler gibiyiz
baksana dağın sırtında
hesapsız, katıksız, uykusuz
hepimiz hiçimiz, içimiz hepimiz
için asırlarca”
(Ömer Serdar, “Sen” şiirinden…)
(HAYAL Dergisi, Sayı 37, Nisan-Mayıs-Haziran 2011, Sayfa 30)
Naime ErlaçinKayıt Tarihi : 11.5.2011 10:22:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Her zman olduğu gibi bu kadar şairin arasında yazınız her zman olduğu gibi hakettiği ilgiyi görmemiş.Şiir yazılıyor o yüzden edebiyat felsefe dışı sanılıyor ya.Oysa felsefesi olmayan değil insan ilah dahi yoktur.Merak eden İbn-i Rüşt'ü okusun.Bilimleri bilim adamlarını güdüleyen felsefenin kendisidir.Felsefesinde arayışı barındırmayan bir mucit düşünülebilirmi mesela.Aşk Şiirleri en popüler olanlarıdır şiir arenasında oysa okuduğumuz her aşk ve aşk şirinin felsefesi vardır.Siyah sütünü aşk adına içer veya kederini içerek kafayı bulur yazılır bir şeyler.Kimisi zaafiyet geçirir kusar,Kimisi ezgiler mırıldanır kimisi şiir sayıklar vs. Özetle fesefesi olmayan şiir demek edebiyetın en büyük nankörlüğüdür.Bu ,hayatımda hiç yalan söylemedim diyerek hayatının en büyük yalanını söylemekle eş değer bir şeydir.
...Uzatmayayım yine:) Tekrar teşekkür ederim size.Bilginize,Paylaşımınıza bu sitedeki varlığınıza.
Saygılarımla...
TÜM YORUMLAR (4)