Kafesinden kaçan kuşu kimse fark etmedi. Bahardan artakalan güze tünediğini, sesini tam göğe adayacakken karnına saplanan acıyı görmedi hiç kimse. Sersemledi kuş, bir kadının peçesi düştü. Toprağı bulandırdı bakışları, savaş sonrasını taşıyan esmer yüzü dalgalandı bir çocuğun. Gagasındaki çığlığı bastıran yağmur, bir ressamın fırtınaya kılıç çekişine şahit oldu. Yakasına yapışan ölümden incindi kadın. Camı ardına kadar açıp söylendi karanlığa…
Peçem düşmemişti henüz. Yorgun bedenimi koltuğa emanet ettiğimde, alnımdaki çizgilerin hesabı avuçlarımı kanattı: “Ne çok yara biriktirmişim meğer!” Dünya gözlerimden düşerken, yazgıma dokunan kalem sarsıntılı bir hayat sundu bana. Kasıklarımda ölüler peydahlandı birden, müneccimler kervanlara yeni yollar çizdi. Habil’in masumiyeti Kabil’in nefretini yeniden çoğalttı ve iblis damardaki masum kana dadandı. Gözlerime musallat olan karanlık, bedenimi tersyüz etti ve büyüdü hikâyem! Uzun zamandır ölümü temenni eden gönlüme henüz cevap gelmedi göklerden. Hâlbuki salâm erken okundu, canlıydım. Yüksekten bakıyordum mezarıma, müntehirler listesinde sıramı öğrenmek için fırsat kolluyordum. Son toprak çukuru terk ettiğinde, yalnızlığımın kaç bohça edeceği kurcalıyordu aklımı. Öl(e)medim, peçem düştü. Kafesinden kaçan kuşu gördüm o zaman, bir de duvardaki çocuğu. Çocuğun elinde satılık çiçekler, yüzünde kifayetsiz bir hüzün vardı. Her fırça darbesinde uzuyordu saçları, çiçekler sığmaz oluyordu avuçlarına. Göğsünden bir sur inşa etti onlar için ve durdurdu ressamı, burçlarından düşmeye başlayınca demetler. Tam uzanıp almaya niyetlenmiştim ki, demet demet çiçek yağdı üzerimize. Ressama da atsın istedim, gülümsedi: “Renklerini bitirsin, ona da sıra gelecek.” Yara alan bir gülümseme, kaç günü daha taşır dudaklarında? Bilemedi; balıkların pullarının döküleceğini, uçurtma çıtalarının kırılacağını, yaralarımızı azdıracağını… Bize biçilen paha onun da sonu oldu, düştü duvardan. Ressamın fırçası kırıldı, karıştı renkleri. “Ölülerin, kendi cenazelerine gelenlere çiçek dağıttığını görmedim hiç.” Ressam cevap vermedi, şapkasını çıkardı ve yerden peçemi kaldırdı. Karışan renkleri son kez toparlayarak, göğe bir uçak çizdi. “Bahtının dirildiği yere seferi var demek herkesin.” Uçakta ölüler; kuş yarasına sığınan çocuğa, kefen olan peçe… Gördüm her şeyi, peçem düşmüştü çünkü: Kuşun yarasında büyüyen ölümü, çocuğun duvardan düşüşünü, kırılan fırçayı. Kaldırdım başımı, uçak uzaklaşırken kompartıman camında bir gaga sesi: tık tık!
Güze tüneyen kuş, toprağa düştüğünde ve ona eşlik ettiğinde duvardaki çocuk, sıçradım uykumdan. Kirpiklerimde ressamdan kalan son fırça darbeleri, on iki yılı düğümledim karanlığa. Baştan başlıyorduk işte, dün gibi aklımda her şey! “Gelincik tarlasında üç kişiyiz; oğlum babasının yanında, arkadan takip ediyorum onları. Üzerimde mavi bir kazak, göğün yitiğini üzerime giyivermişim sanki. Hava kapalı, bulutlar indi inecek. Hafif bir rüzgâr, havayı usul usul dövüyor. Kocamda kafes, oğlumda ise küçük bir akvaryum var. Bütün sermayeleri bir kuş, iki kırmızı balık! Birbirlerine bakarak öyle gülümsüyorlar ki, sanırsınız dünyanın bütün yemişlerini babasının ağzından yiyor oğlum. Irmak kenarındaki eve az kaldı, rüzgâr biraz daha şiddetleniyor. Gelincik tarlasında uçurtma uçuran çocuklar karşılıyor bizi. Birisinin uçurtması ağaca takılınca çıtası kırılıyor. Ağaca kusuyor tüm öfkesini, tünemiş kuşlar uçuşuyor. Avcılar, gizlendikleri yerden fırlayıp asılıyorlar tetiklerine. Hayır, umurlarında değil dünyanın dönüşü, uçurtmaların göğü süsleyişi, çocuk sesleri, kuşlar ve balıklar. Saçmalar dört bir yana dağılırken iki kırmızı balık can çekişiyor, kırılan cam parçalarının arasında. Kafesinin telleri kopmuş, dizlerinin feri gitmiş adam iki büklüm oluyor. Açık ağzında kuş yavruları… Çığlığımın boğulduğu yerde iki ölüm, aldanıyorlar toprak kokusuna: Oğlum ve kocam! Gökten uçurtmalar düşüyor. Kafesinden uzaklaşan kuş, son bir saçma kaldığını bilmiyor. Kan tutuyor beni, görmüyor avcılar.” Dün gibi aklımda her şey. Zaman, benim için hakikatini yitirdiğinden beri kaçıyorum. Şimdi bu kompartımanda, nereye gittiğimi çok da bilmeden, yıllar öncesinden kalan bulutlar gözlerimde karargâh kuruyor. Toparlanamaz bir yıkılışla doğrulup, aynaya döküyorum yüzümü. “Ne zaman aynaya baksam, içinde tabutlar…” Damardaki kana dadanan ve sırrı cehenneme mahlas olmuş iblis yeniden gösterdi kendini. Bütün göçünü, sinsi bir gülüşle göğsüme yıkıp raylara sürtünen ıslık sesine karışıp gitti. Bir çocuk son kez baktı geride bıraktığı salıncağa. Hayattan çaldıklarını satmak için geri döndü balıkçılar; denizi bulandıran ve hayatı kuşkulandıran ölümleri arkalarında bırakarak. Evsizler kuluçkaya yattı akşam akşam. Sabahın kendilerine nasıl ve ne için uğrayacağını bilemezlerdi. Bir düş yumurtladılar, soğuk köprü altına yıldırımlar düştü. Şiirleri ve şarkıları mihrabından vuran bir ay kendisini sulara bırakırken, rakkasın elbisesine közler yağdı. Üfledikçe üflediler, tutuştu dünya. Ölümleri birbirine ulayan hayat alınyazıma kuşları ve çocukları bıraktığında kafesin son sahibi vurdu aynaya, ıslak ellerinde gelincik kokusu… “Ne zaman aynaya baksam…” İncindi ayna; kesik kesik öksürdüğümden belki yoksa iblis mi başlattı ve dağıttı her şeyi? Yüzümü çevirip masadaki çantama uzandım. Fermuarı açtığımda beni karşılayan koskoca bir çukur, içinde son nefes sahipleri. Eller uzandı yakalamak için, bir tutsalar saçlarımdan, cehenneme taht kuran zebanilerin alevi yakacak beni. “Avcılar, öğrenmişler yaşadığımı. Toprağın beni yeniden doğurduğunu biliyorlar.” Korkuyla kapattım fermuarı ve camdan dışarıya büyük bir yük bıraktım. Eyvah, kimliğim! Sahi önemli mi? Gözlerimi yakan bir acı kirpiklerimde oynaşırken, koltuğa yuvarlandığımı hatırlıyorum. Koltuklar, ölümlünün yeni evi: Yanaklarımda mehtap kırığı renklerle kocamın yanında almışım soluğu. Gökten uçurtmalar topluyormuş. Güvercin gözlerinde raylara sürtünen çiğ seslerin ayini başlamış çoktan. Kış, güzün sırtına binmiş, evleri yokluyormuş. Hem kış, yumuşak karnıymış ölülerin. Ona hazırlık yapıyormuş. Karnıma dolan rüzgârla birlikte sarılmışım ona, ikimiz birden üşümüşüz. “Ne var yani” demişim, “biz sevdikçe erken sönmesin ışıklar!” Ses çıkarmamış. Dumanını unutan kara tren, çalgıcısını yitiren sokak, hırsızını seyreden evler… Velhasıl, ışıklar erken sönmüş biz sevdikçe! Rüzgâr çanının eteklerinde gizlenmiş bazen kırmızı. Her sallanışta ölümün nefesi dolanmış boynuma. İade edilmiş bir yaşamın koynundan çıkagelmişim, dönmek için.
Bir kuşun ve balıkların hatırasıyla düştüm yola. Uçurtmalar da vardı ve peçemden sıyrılırken dünya; gördüm her şeyi. Ceplerimi boşaltan yazgı, ellerimi delen nasırlarda saklandı. Toprak durmadan öptü avuçlarımdan. Gök ne zaman yere inse, gözlerinde merhamet biriken çocuklar filizlendi karnımda. Kocamın izi… Büyüdü gözyaşlarımda. “Güllerle çevrili bir ırmağım artık. Yalnızlığımı bülbül şarkılarında sakladım.” Cama yaslandı, taklalar attı bir kuş. Karnında kan lekesi… Kundağını kefenledi bir çocuk. Kuleden sarkan ipe meçhul elçiler doluştu; yanıldı Rapunzel. Prensi unutan masalcı marulları geviş yaptı cücelerin ağzında. Cadının son dişi sökülürken, yalan Pinokyo’nun karnını sıktı. Burnunda dünyanın soluğu, gözleri hep kapının ardındaki kışa aldanan güz çiçeklerinde! Unutmadım, yalınayak yürüyen ve sinsice gülen iblisin iniltisi aklımda. Raylar ses verdikçe benim etrafımda dolanacak, ben ağıt dizdikçe parlayan gözlerinde ölüm doğacak, biliyorum. “Ölüme sesini yükseltmemeli insan!” Gün ağarıyor. Camlara vuran ışık, gecenin bütün enkazını gün yüzüne çıkardığında, yüzümde taşıdığım iki mezarı armağan ediyorum ölüme. Hâlbuki şöyle olmalıydı: “Koyunları güden, kızıl saçlarında güz şarkıları söyleyen bir ağaç olmalı şimdilerde. Gök henüz kapanmadan, kestaneler bir tramvay arkasından melül melül bakmadan, dalgalar vapurlara düşman olmadan bir ağacın yüzü olmalı. ‘Utanır insan, böyle güzel olunur mu?’ diyen bir adamın iç çekişi duyulmalı, gazeteye başını gömen kadına bakarken. Güldüğünde dişlerine konan kuşları ve horoz çiçeklerini görmeli bir çocuğun. Duvarları maviye boyanmış, ırmak kenarındaki taş evleri birbirine kavuşturan ve önlerinde bin bir çiçek panayırı oluşturan tarlalarda gezinmeli. Şemsiyesine insanları sığdırmalı, kestaneler ağızda erirken.” Irmak kenarındaki gelincik tarlasından on iki yıllık bir düş kaldı bana. Bir de gerçeğin ta kendisi; yani toprağın çağrısı! Gün ağarıyor, cam açık. Sabahın soğuğu omuzlarımdan yakalıyor beni!
Bir gerçeğe bin bir rüya sığdırdı ve yakasına yapışan ölümden incindi kadın. Açık kaldı kompartımanın camı. Masada rüzgâra direnen bir kâğıt; üzerinde sıra numarası!
Kayıt Tarihi : 9.8.2017 18:15:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!