Sıcaktı. Güneş damlardan binalara, ağaçlardan asfalta kadar her yanı kavururken, ağır ağır yokuş yukarı çıkıyordu. Bacakları artık onu taşımıyor, her adım atışında daha çok zorlanıyordu. Sabahın erken saatlerinden beri koşuyordu. Dün, evvelki gün, daha önceki günler ve haftalar olduğu gibi... Bu havalardan nefret ediyordu. Sıcak onun yaşama şevkini kırıyor, yorgun düşürüyor, enerjisini bitirip tüketiyordu.
“Ah şu yaz bir bitse! Hava bir serinlese! ”
Şimşek’ti adı. Doğma büyüme adalıydı; tıpkı anası, babası, büyükbabası ve büyük büyükbabası gibi... Yarış atı olup podyumlarda koşacak kadar asil bir kana sahip olmasa bile alnından burnuna inen akıtma, sol ön ayağındaki seki, kabarık ensesi, koyu sarı renkteki yelesi ve kuyruğu onu diğer atlardan ayırırdı.
Doğup büyüdüğü yeri severdi. Adanın kızıla dönüşen yaprakları ve boşalan sokaklarıyla hüzün veren güzünü; içini titreten ama bedenini dinginleştiren kışını... En çok da baharını... Yüreğini olduğu kadar çevredeki bitkileri, ağaçları tazeleyen; bazen fırtına, bazen yağmur, bazen de mis kokulu, ılık mı ılık rüzgârlarla gelen ve ne kadar kısa sürerse sürsün, her anının tadını çıkarmaya bayıldığı baharını...
Dünyaya geleli kaç yıl olmuştu? Hatırlamaya çalıştı. Beş; altı? Belki de daha çok... Anasının yardımıyla titrek bacaklarının üzerinde doğrulup ilk acemi adımları attığından beri hep koşuyordu. Önce kırlarda, sonra yollarda... Yokuş aşağı, yokuş yukarı... Sabahtan akşama dek hiç durmamacasına; soluklanmamacasına... Soğuk havalarda pek şikâyeti olmuyor, hatta hareket edip ısınabildiğine seviniyordu ama yaz gelip de sıcaklar bastırınca attığı her adım işkenceye dönüşüyor; sırtından ve alnından süzülen ter eğerinin altında toplanıp derisini tahriş ediyor, her hareketinde canını acıtıyordu.
“Az kaldı oğlum. Bak, yokuşun sonu göründü. Dayan biraz! ”
Konuşan Hüseyin Efendi idi. Sahibi... İyi yürekli, güler yüzlü, şefkatli bir insandı. Yolda olsun, evde olsun, yumuşacık sesiyle sürekli konuşur, zorunlu olmadıkça kırbacını eline almaz hatta tatlı sözleriyle onu hep okşardı. Yorulduğunu, ayaklarını sürüklediğini fark ettiğinde ya dinlenmesini bekler ya da şimdi olduğu gibi gayret verirdi.
Ahırdaki damızlık atlardan en yaşlısı olan Zülfikâr, sahibinin gençliğini anlatırdı hep. Sabah gün doğmadan, daha herkes uykudayken kalktığını; ahırlardaki günlük işleri severek, isteyerek, bir çırpıda yaptığını; sonra, işe çıkma saati gelene kadar, atına atladığı gibi tepelerde dolaştığını... Herkesin onu fırtına diye çağırdığını... Atının adı gibi Fırtına...
Şimdi öyle miydi ya! Yaşlanmış, saçları beyazlaşmış, yüzü kırışmıştı. Bazı sabahlar kendini iyi hissetmez, faytonuyla atlarını oğluna bırakırdı. İşte o zaman, neşesi kaçardı Şimşek’in. Akşama kadar sırtına kırbaç üstüne kırbaç yiyeceğini, uçarcasına koşturulmaktan dolayı dünyaya geldiğine pişman olacağını ve ahırlara döndüğünde bedeninin sabaha dek sızlayacağını bilirdi. Neyse ki bu yalnızca bir, en fazla iki gün sürerdi.
Aniden düşüncelerinden sıyrıldı. Köşeden çıkan arabayla burun buruna gelmişlerdi. Biri doru, diğeri simsiyah iki kısrak... Her ikisini de önceden görmüşlüğü vardı. Ahırları birbirlerine uzak sayılmazdı. Yanından geçerken göz ucuyla ona baktıklarını fark etti. Boynunu hemen dikleştirip kısrakları başıyla selamladı. Ne de olsa Adalı Şimşek’ti onun adı. Yakışıklı ve kibardı.
Ortağı ise hiç oralı değildi. Eh, gençti tabii... Zamanla kuralları öğrenecek, kendini yetiştirecekti. Yarış atıydı Zarife. Buralara düşecek hayvan değildi. Asil bir aileden doğmuş, özenle yetiştirilmişti. Yaşıtlarıyla bahse girip koşmaya başlayınca hep birinci gelirdi. Sonra, yer aldığı ilk resmi yarışta geçirdiği kaza sonucunda sakatlanmış ve satılmıştı. Alan, Hüseyin Efendi idi.
Adadaki ahıra getirildiğinde yeni ortamına uzun süre alışamamış; evini, arkadaşlarını aramış; insanlardan, atlardan kaçıp içine kapanmıştı. Neler hissettiğini tahmin etmek zor değildi. Bir arabaya koşulmakla yarış pistinde uçarcasına koşmak arasında o kadar büyük fark vardı ki!
Şimşek onun haline çok üzülmüştü. Sahibinin gözlerine bakmış, yardım etmeye hazır olduğunu belirtmeye çalışmıştı. Bu zavallı ata yol gösterebilir, yalnızlığını paylaşabilir, yeni ailesine alışma devresinde elinden tutabilirdi. Hüseyin Efendi aklından geçenleri anlamış, Zarife’yi ona emanet etmişti.
Şimdi ise ortaktılar; aynı arabayı çeken iki kader arkadaşı... Sabah erkenden kalkar, hazırlanır, sahildeki at meydanına doğru yola koyulurlardı. Müşterilerin gelişiyle, akşama kadar sürecek koşu başlardı. Kâh yokuş yukarı, kâh yokuş aşağı...
“Yine tembelliğin üstünde ortak! ”
Genç kısrak, canı sıkılınca ya da biraz yorulunca arabanın yükünü paylaşmaktan vazgeçer, üstüne üstlük kendi ağırlığını da çektirirdi. “Haydi Zarife! Yüklen biraz.” derdi o zaman. “Bak, akşama az kaldı. Şu yolcuyu da bıraktık mı, ver elini ahır! Önce yemek, sonra tımar ve dinlenme...” Hüseyin Efendi konuşmalarını anlarmışçasına kamçısını eline alıp kısrağın sağrısına hafifçe dokundururdu.
Koşarken hep düşünürdü Şimşek. Dikkatini çocuk kahkahaları, köpek havlamaları, insan konuşmaları veya kırbaç şakırtıları bölse de düşünürdü. Bazen de arabaya binen yolcuların söylediklerine kulak verir ya da yolun iki tarafındaki evleri, bahçeleri seyrederdi. Müşteriyi gideceği yere bırakınca dönüp tekrar meydandaki sıraya girerlerdi.
Yolculardan bazıları “Acelemiz yok.” derlerdi. “Atları yormadan, yavaş yavaş çıkalım.” Özellikle yokuş yukarı tırmanırken... Kimisi ise hiç umursamaz, hatta atları hızlı sürmediği için arabacıyı azarlardı. İçinden nasıl da öfkelenirdi! Neden anlamıyorlardı? Onları taşımak için sabahtan akşamın geç saatlerine kadar ne kadar yorulduklarını, zorlandıklarını ve ahıra döndüklerinde bacaklarının sızladığını...
Başını sinirle salladı. Sonra sakinleşti. Yüreğinde özel yeri olan bir kadın vardı ki gün boyu gözleri hep onu arardı. Genelde akşamüstleri karşılaşırlardı. Arabaya meydandan değil de bankanın karşı köşesinden biner, yol boyunca neşeli neşeli konuşur, arada bir dönüp ona laf atardı. Evin önünde durduklarında, kocası ücreti verip Hüseyin Efendiyle sohbet ederken kadın faytondan atlayıp yanına gelir; önce sırtını sıvazlar; alnını, yelesini okşar, bir yandan da sıcacık sesiyle konuşurdu.
“Bugün yine çok yakışıklısın Şimşek. Boynundaki mavi boncuklar ne güzel durmuş! Maşallah sana oğlum.”
Yumuşacık eli akıtmasının üzerinde gezinirken ve serin dokunuşu teninden içeriye doğru süzülürken kendini küçük bir tay zanneder; çok kısa süre beraber olduğu annesini hatırlardı. Kokusunu doyasıya içine çekebilmek için burun deliklerini iyice kabartır, gözlerini yumar; yavaşça, ürkütmeden başını onun göğsüne yaslar; alnından öpülmeyi umardı.
Kadın sonra dönüp Zarife’nin yanına giderdi. Hiç korkmazdı atlardan; iğrenmezdi de... Bu içten sevgi karşısında ikisinin de gözleri ışıldar, boyunları dikleşirdi. Kendilerini özel, sanki dünyada eşi benzeri bulunmayan atlar gibi hissederlerdi.
Bir havlamayla irkildi. Seslenen Karakolun köpeğiydi. Birbirlerini her gördüklerinde mutlaka selamlaşırlardı. Karşılık olarak başını sallarken, ara yoldan inen bisikletliyi fark etti. Yokuş aşağı öyle hızlı geliyordu ki, arkasında dalgalanan gömleği ve rüzgârın yalayıp başına yapıştırdığı saçlarıyla, sanki yolun üstünden başladığı uçuşuna sonsuza kadar devam edecek gibiydi. Tehlikeyi sezmişçesine seslendi.
“Eyvah! ”
Bisikletli o an caddeye vardı, öndeki faytona doğru yöneldi, frene basmasına bile fırsat kalmadan soldaki ata çarparak yere düştü. Bisiklet yolun ortasına, genç ise atların ayaklarının dibine doğru savruldu. Zavallı hayvanlar ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Bacaklarına dolanan gence zarar vermeden nasıl duracaklarını bilemiyorlardı.
Çevreden koşup gelenlerden bazıları genci yerden kaldırırken diğerleri bisikletin parçalarını toplamaya çalışıyordu. Giysileri parçalanan, dizleri, dirsekleri kan içinde kalan genç korkudan titriyordu. Faytoncu arabayı zor bela durdurmuş, aşağı atlamıştı. Olaya şahit olan polisler de caddeye fırlayınca ortalık iyice karışmış, herkes birbirine girmişti. Faytoncu kabahati olmadığını söyleyerek kendini savunuyor, bisikletin sahibi olan esnaf zarar gördüğü için para talep ediyor, görgü tanıkları gencin hatalı olduğunu söylüyordu. Atla ilgilenen kimse yoktu.
“Neden kimse yaralı arkadaşımla ilgilenmiyor? ”
Dudaklarının arasından kopan isyan çığlığı insan seslerine karışırken, birdenbire, o kadın çıkageldi. Tedavi gören gence şöyle bir baktıktan sonra doğru yaralı hayvanın yanına gitti. Rahatladı Şimşek. Sanki dizi parçalanan, titreyen bedeninin sakinleşmesi için şefkat arayan ve alnını okşayan serin elin dokunuşuyla şifa bulacak olan kendisiymiş gibi rahatladı.
“Yürü oğlum! ”
İçinden gülümseyip ilerlemeye başladı. Güneş kulaklarını kavurduğuna göre öğle saati gelmiş olmalıydı. Birazdan mola verirlerdi. Susamıştı. Acıkmıştı da... Nispeten daha sakin olan ara sokaklardan geçip sahil yolunun kenarındaki bir gölgelikte durduklarında, sahibi önce dinlenmelerini bekledi, sonra önlerine su ve saman koydu. Şimşek babacan bir sesle Zarife’yi ikaz etti.
“Yavaş ye ortak. Fazla su içme. Yoksa miden şişer ve değil koşmak, yürümekte bile zorlanırsın.”
Araba meydanına gidip yeniden sıraya girdiklerinde, çevresine bakındı. Yemeğin verdiği rehavetle gözleri kapanırken, bir taraftan da faytoncuları dinlemeye başladı. Yüksek sesle, sanki tartışır gibi konuşuyorlardı. Biri sahibine sordu.
“Sen yeni ahırlara taşınacak mısın abi? ”
Her zaman güler yüzlü, yumuşak sesli, sakin olan Hüseyin Efendi, aniden sinirlendi. Arabadan hışımla inerek aralarına karıştı.
“Hayır, taşınmayacağım. Zorlasalar da taşınmayacağım. Olmadı atları satar, arabayı yakar, bu işi bırakırım.”
“Al benden de o kadar! ” dedi biri.
“Benden de...” diye seslendi öteki.
Ne demekti bu şimdi! Arabayı yakmak... Atları satmak... Satılacak, sahiplerinden ayrılacaklar mıydı yani? Peki... Peki, onları kim alacaktı o zaman? Ya zalim birinin eline düşerlerse? Bazı arkadaşlarının halini biliyordu çünkü... Bütün gün koşup yük taşıdıkları yetmiyormuş gibi, devamlı kamçılanıyor, hakaret görüyorlardı. Üstelik onlara doğru dürüst yemek de verilmiyordu. Dinlenme yok; bakım yok... Arada sırada da olsa güzel sözler, şefkatli okşamalar yok...
Bahsedilen yeni yapıları da biliyordu. Evet, kendisi sadece uzaktan görmüştü ama nasıl olduğunu oraya gidenlerden dinlemişti. Büyük, yüksek tavanlı, ısıtması olmayan ahırlar; yüzleri gülmeyen, hoyrat seyisler; Hüseyin Efendi’siz, sevgisiz günler... Onu bekleyen gelecek bu muydu? Gözlerini yumdu. Hayır; istemiyordu. Böyle bir yaşamı hak edecek bir şey yapmamıştı. Ama ya olursa? Düşündü; başını sağa sola sallayarak düşündü. Sonra, yüksek sesle, kararını açıkladı.
“Öyleyse, ben de alıp başımı giderim.”
Zarife hayretle baktı. Nereye gideceğini anlamamıştı. Gülümsedi Şimşek. Adalıydı o... Adanın her köşesini, her tepesini, ormandan vadisine kadar her tarafını tanırdı. Şu meydandaki atların arasında buraları ondan daha iyi bilen var mıydı?
“112 numara! ”
Yola çıkma zamanıydı. Hüseyin Efendi koltuğuna atladı; dizginleri eline aldı. Ağır ağır ilerleyip araba meydanın girişinde durdular. Müşteri, elindeki küçük valizi arka koltuğa koyarken, seslendi.
“Kadıyoran’ın sonuna! ”
O an kulakları dikildi Şimşek’in; boynu da... Tüm yorgunluğu üzerinden akıp gidiverdi. Gün boyunca düşündüğü kadın o yokuşta oturmuyor muydu? Dönüp Zarife’ye baktı. Ortağı başını yukarı aşağı sallıyor, sevinç çığlıkları atıyordu. Anlaşılan ikisi de içlerinde aynı ümidi taşıyorlardı.
Hızla koşarken yelelerini neşeyle savuruyor, kuyruklarını havadaki çiçek kokularıyla ve toz zerreleriyle oynaşırcasına sallıyorlardı. Kim bilir, belki yolda o kadınla karşılaşırlardı. Kötü anların, acıların, yalnızlıkların sonunda hep bir umut olmaz mıydı?
Yanlış Zaman Hikâyeleri
Hayal Yayınları / Şubat 2008
Kayıt Tarihi : 15.6.2008 12:27:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Feride Özmat](https://www.antoloji.com/i/siir/2008/06/15/simsek-11.jpg)