Düğmeyi çevirir ve beklemeye başlardık. Yeşil parlak renkli göz lambası önce kendini hafiften belli eder, sonra giderek ışıldamaya başlardı. Bizde dikey frekans çubuğunu, milimetrik hareketlerle oynatıp ses dalgalarını en doğru noktada yakalamaya çalışırdık. Sonra spikerin o hiçbir zaman uykuya yakalanmamış berrak sesi bize müjdeyi verirdi. Tam zamanında açmış olurduk. “Sayın dinleyicilerimiz, şimdi Muzaffer Sarısözen idaresindeki Ankara Radyosu yurttan sesler topluluğundan beraber ve solo türküler dinleyeceksiniz.”
Mutlu olurduk, sobanın üstündeki kabuğu çizilmiş kestaneler kebaba dönmeye yüz tutmuş, büyükhanımın hiç bitmeyen el örgüsü dizlerinin, başı da yavaştan göğsünün üstüne düşmüş olurdu. Radyodan yükselen Sivas dolaylarından alınmış o türkünün melodisini çalan sazın sesi bir başka gelirdi. Çok yakın bir gelecekte antika sınıfına terfi edeceğini umursamayan, koca ahşap gövdeli radyomuz farklı bir egemenlik duygusunun sessiz vakarı ile üstüne çapraz örtülmüş tığ işi beyaz dantel örtüden tacının altında bilemem gülümser miydi bize bakıp belli belirsiz. Cumhuriyet tarihinin ilk adamakıllı askeri darbesi ile düğmesinin kapatılacağından habersiz.
Sonra cebimizden çıkardığımız deri kılıfın içindeki avuç içi büyüklüğünde radyodan gelmeye başladı batı salonlarının bol hareketli dans figürlerinin notalı ayak izleri. Cebimizden çıkartmak ve yuvasına saklı anteni kulağından tutup biraz uzatmak yeterli geliyordu transistörlü radyo döneminin nimetlerinden yararlanmamız için. Geniş kent bulvarlarının kaldırımlarında yüksek ve bakımlı ağaçların gölgesinde yürürken bir yandan da bize pek benzemeyen amerikanvari bir “doğu yakasının hikayesi” nin başrol oyuncularıydık sanki her birimiz.
Mutluyduk gene. Birazdan kolumuzu kız arkadaşlarımızın omuzlarından indirecek ve gösterişli sinema salonlarının önündeki uzun kuyruğun sonunda ulaştığımız gişeden en kuytu iki koltuğun biletini alabilecektik. Gerçi ay; gökyüzünde ondördüne boyanmış tüm romantikliğinin üstüne insan ayağının basmasına izin vermiş ve Paris bu kez moda öncülüğünü bir başka rüzgarla tüm dünyaya aynı anda ihraç ederek sürdürmeye devam etmişti. Devrim tüm dünyada yeni Bastille’ ler buluyor ve sallıyordu. Ve pilot; uçak yolcularına anons yapıyordu. “Şu aşağıda gördüğünüz uzayıp giden karlı zirveler Himalayalar. Şimdi siz buradan paraşütlerinizi takıp atlayacaksınız ve indikten sonra güneye doğru yokuş aşağı yürüyeceksiniz. işte Nepal orası “. Kimimiz Sultanahmet meydanındaki pejmürde otellerde esrar dumanı altında kaybolurken kimilerimiz dağlarda uğruna savaştıklarının ihaneti ile yakalanıp darağaçlarına gönderiliyordu. Cumhuriyet tarihinin ikinci adamakıllı askeri darbesi Paris rüzgarının önüne ülke adına duvarını bir şekilde örüyordu. Önündeki bu duvarı aşamayan transistorlü radyomuzun anteni de artık hiçbir uzay dalgasından ses yakalayamıyordu.
Ah eller üstünde çiçekler içinde
Dudağında yarım bir sevda hüznü
Aslan gibi göğsü türküler içinde
Rastlardım avluda hep volta atarken