Bu gece sana birlikte izlemediğimiz, yaşamadığımız bir güzelliğin; hani biz yaşasak nasıl olurdu tarafını pratikte yaşatabilmek için geliyorum yanına. Beni bu gecelik böyle kabul edeceksin ve kucaklayacaksın. Ne dersin?
- Beni çok sevdiğini ve özlediğini söyle …
- Seni çok seviyorum ve özledim …
Yağmurun bardaktan boşanırca saatlerinde hiç ıslanmadan dünde kalan yaşamımın tüm kalıntılarını bir torbaya doldurup sana doğru yola koyuluyorum. Bol ışıklı vitrinlerin, motor ve fren seslerinin ve trafik lambalarının, kol-kola birbirine yaslanıp yürüyen kadınların, erkeklerin, sarhoşlanmaya niyetli yalnızlıkların, kapıları hep kapalı yüksek yapıların aralarından, yanlarından geçip, su birikintilerine dönmüş özensiz kaldırımların üzerinden atlayıp, parlak neonlarla göz göze gelmekten kaçınarak sana doğru yol alıyorum. Gecenin bir vakti.
Nereden takılıyor aklıma bir yolculuğun ilk anlarında Ege’nin kuzeyinde bir yerlerde sana baktığım ilk kahve falının fincanında gördüklerim. Dört başı mamur bir atın süvarisi benmişim gibi. Sen terkide oturuyor, ürkek, mahmur ve tedirginsin. Neden sarılmıyorsun belime. Pişmanmısın demek işime gelmiyor. Dönüşü olmayan bir yolculuğun nal seslerini dinleyip, tozu, dumana katarak ilerliyoruz.
Dağlar, tepeler aşılıyor. Soğuk ve azgın sulardan geçiyoruz. Mevsimler dönüyor. Teşrin günleri geride kalıyor, tekrar öne düşüyor. Ağaçsız ve topraksız dağlara karlar iniyor.
Ve sonunda; kışlık yakacak çalı çırpısını duvarın dibine istiflenmiş bir köy evinin önünde buluyoruz kendimizi. Bacası tütmeyen ve tek penceresinde hiçbir ışık izi taşımayan bir köy evi bu. Kapıya ulaşacağımız yoldaki karlar kürenmiş sanki. Birileri, birileri için hazırlık yapmışlarda biz üstüne konmuşuz gibi. Birileri birileri için ama, kendilerine değil.
Önce ben iniyorum attan aşağı, sonra sen. Heybeden dünde kalan yaşamımın tüm kalıntılarını doldurduğum torbayı da alıyorum yanımıza. Ve evin kapısına doğru ilerleyip önünde duruyoruz. Ayın ondördü gecenin zifiriliğini gündüz alacasına çeviriyor. Ayın ondördü tam arkamızda. Biz kapının tam önündeyiz. Sen solumdasın. Birlikteki gölgemiz evin kapısının üzerine düşüp belirsiz bir hızla büyüyor. Bir de sol elimde taşıdığım torba. O da yerini alıyor kapı üzerindeki gölge resmimizin tam ortasında. Sadece atımız sığmıyor bu çerçeveye, o yok. Dönüp bakıyorum bıraktığımız yere. Orada da yok. Panik ve merakla etrafı tarıyorum, görünür hiçbir yerde yok. Nasılsa bulurum nereye gitmişse, kardaki nal izlerinden. Şaşılacak şey … Sadece senin, benim ayak izlerimiz var kapıya ulaştığımız yolun üzerinde. Atımın nal izleri ise hiçbir yerde yok. Atımız hiç olmamış mıydı yoksa. Dağları, tepeleri nasıl aşıp, azgın sulardan kiminle geçtik sellere kapılmadan. Bizim bir atımız vardı ve bizi buraya o getirmişti. Ama şimdi o yoktu. Geldiğimiz yöne bakıp bildik bir türküyü ıslıkla salsam dört yana çıkar gelir miydi acaba nasıl saklandıysa, saklandığı yerden. kişneyerek ve burnundan dumanlar soluyarak. Bildik bir türküyü ıslıklıyorum. Susup beklemeli bundan sonra ve gelmez ise umudu kesip geri mi dönmeyelim. Sesini duyuyorum senin, kapının önünden.
- Hadi gel, çok üşüdüm …
Yanına dönmeliyim. Hava çok soğuk. Sessiz bir öfkenin bembeyaz ayazındayız, üşümemeliyiz.
- Atımız yok.
Şaşkınlıkla bakıyorsun yüzüme. Ve yola çıktığımızdan bu yana ilk kez buluyorum gözlerini gözlerimin içinde.
- Hangi atımız yok?
Susup, gözlerini gözlerimden daha da derinlere saklıyorum.
- Sen kar sevmezsin değil mi?
- Evet diye yanıtlıyorsun, sende sevmezsin.
- Girelim mi içeri?
- Hadi girelim.
Kapı zorlanmadan açılıyor. Gölgelerimiz; kapı üstünde çerçevelendikleri yerden bizi sessizce buyur ediyorlar içeri. Buyuruyoruz. Ayın ondördü nün çalıntı gündüz alacalığı içerde pek belli olmuyordu. Karanlık oldukça ağırdı. Sanırım ki burayı hazır eden birileri bir gaz lambası, fener ya da meşale koymuştur bir yerlere. Önce kapıyı kapatmalıyım. Elimi kapıya uzatıyorum. Ki o an bir ses …
- Duydun mu? duydun mu?
- Duydum diyorsun.
Uzaklaşan bir atın gittikçe sessizleşen nal sesleriydi bunlar. Ve burada bu köy evinde duyduğumuz ilk seslerdi.
Kapıyı kapatıyorum içerden ve sürgüsünü yuvasına oturtuyorum. Sırtım kapıya dayalı birkaç saniyede nerede olup neler düşündüğümü bilemiyorum. Bütün şaşkınlıklarımda dahil.
- Sen karanlığı sevmezsin değil mi?
Başımı sallıyorum onaylarcasına.
- Bende sevmem. Bizi karanlıkta bırakmayacağım diyorsun.
Ürkekliğinden, mahmurluğundan, tedirginliğinden arınmış en güzel sesinle. Kendine gelen güvenimin pekiştirdiği en belirsiz tebessümümle başımı hafifçe iki yana sallıyorum. Sırtım kapıya hala dayalı.
bir şeyler arıyorsun ceplerinde. Sonra, ortada göz yordamı görebildiğimiz küçük tahta masanın üzerindeki küçük bir cam tabağın içine cebinden bulup çıkardığın mumu yerleştiriyorsun. Kara kalem portrelerin bol gölgelendirdiği bir resim oluyoruz dört duvarda. Yanına yaklaşıp sana sarılıyorum. Beyaz, kireç badanalı köy odasının dört duvarında gölgelerimizle dans ediyoruz. Duyduğumuz ilk sesin ardından ilk gölgeler olmuş ve olabilecek her pervazdan içeri yol bulup gelen soğuk rüzgarların mum alevi ile boğuşmalarında da gölge olup oturduğumuz yerden dans etmeye başlamıştık.
Yere birlikte diz çöküp ellerimizi tutuyoruz.
- Rahatsın değil mi? Yola çıktığımız zaman korkuttun beni.
- Niçin?
- Tedirgindin, ne bileyim. Rahat değildin işte. Belime bile sarılmadın. Düşeceksin diye çok korktum.
- Niçin, sen düşürmezsin ki beni. Hem ben senin yanında her zaman rahatım, biliyorsun. Yalnız ….
- Yalnız ne?
- Yalnız …., bunca yol aşıp nereye geldik biliyor musun?
- Nereye?
İçini çekiyorsun,
- Babam bütün bu bölgenin tek sorumlusudur. Sıkça denetler buraları..
- Nasıl sorumlu?
- her şeyinden, güvenlik, ekonomi, her şeyinden, aklına ne gelirse …
Başımı biraz sıkıntı biraz da korkuyla geri atıyorum.
- Ne oldu diyorsun?
- Ne odlusu var mı? Hadi geldi denetlemeye, buraya …ne olacak …
- Eeee ne yapalım, beraber çıktık bu yola, savunmayı da beraber yaparız.
Canımın bu habere çok sıkıldığını senin de anlamanı isteyerek bir dizi anlamsız hareketi peş peşe sıralıyorum. Gölgem şaşırıyor şekilden şekilliğine. Sen olduğun yerdesin, ben toparlanmaya çalışıyorum. Tekrar ellerini tutuyorum. Ve gözlerini saklıyorum yeniden gözlerimin içine.
- Radyo dinleyelim mi diyorsun birden
-?
Dizlerinin üzerine doğrulup ceplerini karıştırmaya başlıyor ve aradığınıda hemen buluyorsun.
- Hah işte buldummm …
-?
- Tam saati şimdi. Şimdi başlar program. Her ayın ondördünde ve bu saatte.
Küçük radyonun istasyon düğmelerini alışkın parmaklarıyla çeviriyor ve aradığını da yakalıyorsun. Odanın içi birden olağanüstü yorumla konçertoya dönen kemanın notaları ile doluyor. İki koltuk değneği ile zorlukla yürüyen dünyanın en güzel erkek yüzlerinden biri çıkıyor sahneye. Gülerek izliyor kendisini dinlemeye ya da izlemeye gelen binlerce kişiyi. Yardımcısının getirdiği kemanı boynu ile omuzu arasına şıkıştırıyor. Gölgelerim donup kalıyor. Gözlerimi kapatıyorum. Kemancı, yayını hafifçe kaldırıp sol eliyle hafifçe dokunuyor kemanın tellerine.
- Tanıyor musun?
- Tanıyorum diyorum …
Konçertonun derinliklerinde ortaçağ Avrupa’sının tüm kentlerine uçarak kanat süzüyoruz. Yerinden kalkıp yanıma sokuluyor ve başını göğsüme yaslıyorsun. Zaman saatler boyunda nasıl yürüyor. Öylece oturuyoruz. İçerde sadece mumun titrek ışığı, dışarıda gündüz alacasından gece karanlığına dönen yeryüzü. Yeryüzü yırtılıyor.
Bir silah patlıyor. Pek geliştirilmemiş bir silah. Uzaklarda. Sesi yeryüzünü yırtıyor. Şeklimizi bozmadan gözlerimizle dinliyoruz. Ve bir daha. aynı namludan çıkan kurşun gibi ve bu defa daha yakında.
Ürktüğümü belli etmeyen ses tonumu yakalamaya çalışırken yüzünü avuçlarımın içine alıp yüzüme çeviriyorum.
- Baban olmasın?
- Bilmiyorum ki, kim bilir, belki …
- Babansa ya?
- Bilmiyorum, bilmiyorum …
Göz ucumuzla penceredeyiz, bekliyoruz. Uzunca bir süre geçiyor. Ve başka bir silah sesi gelmiyor. Kollarımda gevşediğini hissediyorum.
- Gevşedin diyorsun … Buralarda eşkiyalar vardır, belki onlardır.Arada böyle çıkıp, kurşun sıkarlar yeryüzüne.
- Buraları iyi tanıyorsun diyorum.
- Hayır, hayır diye yanıtlıyorsun. Hiç tanımam. Sen tanıtacaksın. Buraları da, tüm dünyayı da.
Ellerini dizlerine bastırıp usulca ayağa kalkışın duvarda simsiyah ve tek başına sen olan bir leke oluyor önce ve sonra sen yaklaştıkça pencerenin önüne şekillenip sen oluyor.
- Tüm yeryüzü? İstanbul’la başlayıp aklıma gelen bütün dünya kentlerini bir çırpıda sıralıyorum. Roma, Paris, Rio …. Buralarımı benim sana öğreteceğim yeryüzü düşleri.
Yüzün pencereye dönük sessizce ekliyorsun.
- Birde Tokyo var.. (evet Tokyo’yu saymamıştım)
Ayağa kalkıyorum. Duvarda önce ben de simsiyah bir leke olup yanına yaklaşıyor ve yaklaştıkça da şekillenip ben oluyorum.
Mum alevi pervaz rüzgarlarına karşı savaşını titrek danslarla bir şölene döndürüyor. Daha önce hiçbir tek başına mumun alevini izleyip izlememiş miydim.
- Çok güzelsin.
Arkadan yaklaşıp sarılıyorum. Ellerim karnının üstünde kelepçeleniyor. Sırtını geriye atıp göğsüme veriyorsun. Saçlarını kokluyor, kokluyor, öpüyorum.
- Saat kaç?
Saatimiz var mı bizim.
- Nerede yatabiliriz. Bir yatağımız olmalı şimdi.
- Yok mu? Belki vardır.
Hınzır bir gülümseme beliriyor yüzünde.
- Bekle beni.
Ellerimi karnının üstünden çözüp masaya dönüyor ve mumu alıp odanın en köşesinde bir yerlere yerleştiriyorsun. Bir geniş yer yatağı beliriyor birden, mumun aydınlatmada en zorlandığı köşede.
Üzerinde serili kalın yorgan, yatağı ısıtmakla meşgul besbelli. Üşümeyiz diye geçiriyorum içimden. Beni bekliyorsun, Anlıyorum gölgede kalmış gözlerinden.
Mum ışığından uzak düştükçe, gölgeler duvarlarda niye şekillerini kaybedip şekilsiz siyah lekelere dönüşür. Yollarda, yürürken de böyle midir.
Ayrı ayrı köşelerde çırılçıplak oluyor ve belki aynı anda yorganı yakaladığımız yerinden üstümüze çekip yatağın içine yuvarlanıyoruz. Tenimiz birbirine değiyor. Sana bu kadar yakın olunca da nereye nasıl ulaşacağım koskocaman bir soru olup duvara, gölge şeklinde bir lekeye bulaşıyor.
- Biliyorsun bakireyim ben.
- Biliyorum canım ama benden korkma.Yaşam bizim olacak, yeryüzü de, benden korkma canım. Ellerim vücudunda dolaşıyor. Küçük küçük öpücükler konduruyorum tüm noktalarına. Bacaklarını okşuyor, göbeğinin üstünde dolaşıyor ve göğüslerini avucuma sığdırıyorum.
- Bak, diyorsun o anda. Ne kadar küçük değil mi onlar, göğüslerim.
- Küçük mü, ama çok güzeller …
- Ben daha genç kızlığıma ilk yol alışımda bir gün anneannem iki küçük kase kapatmış göğüslerimin üzerine. Bu kadar büyüsünler demiş. Belki dua bile okumuştur içinden o anda. Ama işte o kadar büyümüşler, kaseler kadar.
Göğüslerini öpüyorum, usulca ve incitmeden.
- Bir gün bizimde kızımız olursa bizde kapatır mıyız günü gelince iki küçük kase göğüslerinin üzerine. Ne dersin?
- Kapatır mıyız?
- Kapatırız tabi, bana benzesinler.
- Kapatırız.
Dudaklarına dilim değiyor, dilimi kapıyorsun. Ve olağandışı bir şiddetin sevişme girdabında kayboluyoruz. Kan-ter içinde.
Gölgeler duvarlarda mumun alevi sadece. Mum alevi duvarları delip dışarıya yansır mı? yeryüzüne ve diz boyu karlar üzerine, gölgeler olup.
Sevişmemiz yüzyıllar boyu sürüp gidiyor. Tenimiz birbirinin kokusuna dönüşüyor neredeyse. Ve birden kendini kenara çekip gözlerimi yakalıyorsun.
- Görmüyor musun, korkudan titriyorum.
Korkudan titrediğini görüyorum. Tüm volkanlar kızgın lavlar olup fışkırmak üzereyken. Gözlerimi gözlerinden kurtarıp, kaldığım yerde kıvrılıyorum.
Sen sırtını dayadığın duvarda, ben kıvrıldığım yer yatağı köşesinde tir-tir titriyoruz.
Bir silah patlıyor az gelişmiş sesiyle. Biraz sonra bir daha patlayacak biliyoruz. Daha yakınımızda. Başka sesler gelecek mi peki üzerimize yeryüzünden. Gelecek mi ne dersin?
İkimizin gözü de aynı anda sanki yıllar önce kapatıp sürgüsünü sürmelediğimiz kapıya takılıyor. Ki o an bir ses …
- Duydun mu, duydun mu?
- Duydum diyorsun.
Üzerimize gelen, uzaklardan bir atın geldikçe yaklaşan nal sesleriydi bunlar. Ve burada bu dağ başındaki köy evinde duyduğumuz son seslerdi …
Kapıyı açıyoruz, dışarı çıkıyoruz.
Gölgelerimizi, mum alevini, yer yatağını ve radyoyu içerde bırakarak.
……..
Gecenin bir vakti. Yol yürümekle bitmiyor. Islatmayan yağmur ve neonlar gözlerime doluyor.
- Taksiii !
- Buyur abi …
Aceleyle biniyorum. Dünde kalan yaşantımın (belki yarın yaşayacaklarımın) kalıntılarını içine doldurduğum torbayla birlikte.
- Haydi devam et doğru, ben sana tarif ederim.
Kayıt Tarihi : 23.3.2007 14:01:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!