Beyaz tabutumsu tüpün içinde ormanda kaybolmuş bir ceylan gibi titreyerek odanın soğukluğuna hiç yakışmayan görüntüler arasında dolaşıyorum. Kemiklerimi, iç organlarımın çıplak fotoğrafını çeken becerikli doktorların ruhun yaralı, karmaşık, anlaşılamaz haritasını çıkarmak hususundaki acizliği beni ilk defa sevindiriyor. Korkunç gürültüler eşliğinde gözlerimi kapatıp onlardan uzaklaşıyorum. Polis sireniyle makineli tüfek sesleri arasındaki kısa sessizliklerde, ‘Arzunun Karanlık Nesnesi’nden sahnelerle oyalanıp, meteliksiz bir yazarın erotik maceralarının anlatıldığı ‘Clichy’de Sessiz Günler’e geçmem, oradan puslu hatıralara dönmem boşuna değil. Boynunu acıdan fazla kıpırdatamayan, eli sargılı bir zavallıya getirilen filmler alay eder gibi böyle ‘müstehcen’ olunca gözlerini kapatıp çıktığın mecburi yolculuğun seyri de, zamanı da böyle saçma oluyor haliyle.
Yıldız kayması gibi kısacık bir süre içinde değişen düşünce parçacıklarının kaynağı aynı ama aralarında hiçbir benzerlik yok aslında. Aralarına dönmek için ne kadar vaktimin kaldığını mikrofonla kulağıma fısıldayan adamın başkalarına hangi tonla bunu yaptığını ve insanların içini seyrederken gerçekte ne düşündüğünü hayal ediyorum o sırada. Bunu bilebilmenin imkânsızlığı, gerginliği beni başka anlara taşıyor. Sadece bedenleriyle değil ruhlarıyla da birbirlerinin içinde kaybolabilen iki insanın o ‘ilk kıvılcımlı anda’ hissettiği şiirsel uyumu tasvir ediyorum zihin defterime; Önce hiç acele etmeden dibindeki yosunlu taşları gösteren kıpırdak bir nehrin içinde sarılıp vücutlarının dip akıntılarını dinliyorlar. Sonra onları huzursuz eden ‘öteki hayaletlerden’ uzaklaşıp ritmi bozulan soluklarına teslim olurken hiç kimsenin bilmediği, konuşmadığı yepyeni bir dille tanışıyorlar. Biraz kılçıklı, hırıltılı, merhameti şiddetinin altında ezilen, buruk ve şefkatli bir dil. Artık daha evvel kimsenin ayak basmadığı o pırıltılı gezegenin üstündeler. Bilmedikleri bir coğrafyada sezgileriyle, şehvetten beslenen dürtüleriyle, korkularıyla, taze heyecanlarıyla tepeleri, gölleri, derin çukurları, okyanusları, sarp kayaları, dikenli bitkileri keşfediyorlar. Hazzın sonsuzluğa karıştığı en uç noktadan eğilip derin vadiye bakmaya fena halde korkuyorlar. Oradaki anlamsız boşluğa başkalarıyla defalarca yuvarlandılar çünkü. O sihirli ânın ismini hediye ettikleri yıldızlara sıkıca tutunurken usulca gevşiyorlar. Avuçlarından kayıp giden zamanla berrak görüntüler menevişleniyor. Kocaman bir hiçlikte kayboluyorlar...
Beni uyandıran seslerle birlikte ‘uzaylılar’ da uyanıyor haliyle. Artık gündelik hayatta arzularını maskelemek zorunda kalan ‘dünyalıların’ arasındayım. Genç doktorlardan birisi “Giyinebilirsiniz, geçmiş olsun. Dikkat edin başınız dönebilir’ diyor. Beni hapsettikleri mağaranın içinde neler gördüğümden haberi yok. Uysal, masum bir kadın gibi gülümsüyorum ona. “Haklısınız, biraz dönüyor” diyorum kibarca. Sonra deniz kenarındaki bir banka doğru yürüyüp organlarımın fotoğraflarını beklerken bu yazı için çantama attığım kitapları karıştırıyorum.
Arzunun O Belirsiz Nesnesi...
Luis Buñuel orijinal ismi Arzunun O Belirsiz Nesnesi olan efsanevi filmi 1870 doğumlu şair Pierre Louis’nin Kadın ve Kukla adlı romanından sinemaya uyarladı. Kitabı yıllar evvel eski bir baskısından okumuştum. Defalarca farklı yönetmenlerce sinemaya aktarılan bu tuhaf hikâyeden aklımda kalanlar da daha çok filmden aslında. Yine de şehvetin korkunç girdaplarını, çaresizce bağlanmanın zehrini usul usul zerk eden hikâyenin traji-komik cümlelerinden birini unutmamıştım: “İki tür kadın vardır; Sizi sevenler ve sizi sevmeyenler. Bu iki sınır arasında binlerce hoş kadın da vardır, ama biz onların değerini bilmiyoruz.”
Roman, toplumda saygın bir yere sahip, zengin, orta yaşlarını aşmış bir adamın masum görünümlü fettan bir kadına –bazen tam tersi gibi görünen- sahip olmak uğruna her şeyden, inançlarından, aslında kendinden vazgeçişini anlatır. Buñuel, sinema anılarını aktardığı konuşmalarında kitaba sadık kaldığını ama filmin değişik unsurlar taşıdığını söylemiş. Conchita, iki farklı kadın oyuncu tarafından canlandırılıyor. Filmin isminden de anlaşılacağı gibi ortada delicesine arzulanan bir ‘nesne’ var ve aslında bu kadının kendisi değil. Kadının bakire olması ve bu durumun erkeğin bastıramadığı arzuları kamçılaması yönetmenin ironik bakışını kışkırtmış ama roman daha sakin. Romanın kederli kahramanı Don Mateo, kadın ona ne kadar kötü davranırsa davransın hücrelerine kadar sinen vahşi arzularını kontrol edemiyor. Yaşadığının aşk değil, güçlü bir erkeği bile kolayca tüketen şehvetin tuzağı olduğunun farkında çünkü. “Beni hep sevecek misin” diye kendisini oyalayan bir kadını fethetmenin ihtirasıyla koşarken tökezlediği yer çok acıklı aslında. Ona sahip olmak için söylediklerinin yalan olduğunu bilse de inanmak istiyor. “Tanrı’nın istediği yere kadar çılgınlık yapacağım, erkeklerin istediği yere kadar değil’ diyor Conchita. “Sana her istediğimi verirsem beni sevmezsin” türünden bayağı sözlerle onunla alay ediyor. Aniden gözlerinin ilk takılacağı kadını kendine metres tutmaya karar veriyor, deniyor ama sonra bunun asla başarıya ulaşmayan ‘beylik bir savaş hilesi’ olduğunu hatırlayıp her daim özlediği ‘cehennemine’ geri dönüyor.
Narkissos yanılgısı...
Ruhsal işkenceler çekilmez olduğunda yanında genç bir adamla sevişmesinden, başka adamlar için çıplak dans etmesinden, her fırsatta kendisini küçümsemesinden duyduğu öfke ve utançla sevgilisini dövüyor. Kadının günah işleme tutkusuyla değil, birine kötülük etme sevincini tatmak için kötülük yaptığına inandırıyor kendini. Acı çekmekten mutluluk duyan bir kadının ardından hissettiklerini bir gence anlatıyor: “Ah! Kendilerini zırhlandırdığımız bu dokunulmazlık, kadınların sonsuz gücünün en büyük göstergesidir. Bir kadın sizi aşağılıyor mu, yerlerin dibine mi geçiriyor, selamlayın. Size vuruyor mu, koruyun kendinizi ama kendini yaralamasından sakının. Sizi batırıyor mu, bırakın batırsın. Sizi aldatıyor mu, belli etmeyin, güç durumda bırakmayın onu. Hayatınızı mı yıkıyor, canınız isterse kendinizi öldürün. Ama sizin elinizin vereceği en geçici acı bile bu çok hoş ve yabanıl yaratıkların tenini sızlatmasın hiçbir zaman, kötülük şehveti et şehvetini bile geride bırakır kadınlarda.”
Romanda da filmde de erkeğin ruhunu yakan arzu, gelecekte vücudunu kuşatacak olan hazzın hayalini her defasında yeniyordu. O arzusunun nesnesini değil, aslında kavuşamadığı ‘büyük hayalinin’ nesnesini seviyordu. İnsanın vazgeçerse öleceğini sandığı bir hayal yüzünden acı çekmesinden daha korkunç ne olabilir ki?
Ben içine şehvetin zehrini akıtan her hikâyede meselenin bu çelişkili yanına takılıyorum. Sudaki aksini görüp kendisine âşık olduğunu sanan Narkissos gibi yanılıyoruz çoğu zaman. Gölün üzerinde parlayan kendi yüzümüz değil. Onun arkasında gizlenen, şehvetle arzuladığımız ya da âşık olduğumuz kişinin yüzünü görüyoruz. Kendimizi onun bakışıyla, dokunuşuyla sevmek istiyoruz. Hikâyemizin sevilen, ölesiye istenen kişi tarafından parçalanmasına tahammülümüz yok. Belki de bu yüzden sinir ucu açık duyguları kurcalamaktan ürküyoruz. O vakit kurguluyoruz. Ondan vazgeçemeyeceğimizi söylüyoruz kendimize. Bu tavır içimizde kabarıp duran hırçınlığımızı kısmen yatıştırıyor. Arzu edilen ‘nesne’den ziyade arzuyu sevmemiz bu yüzden sanırım. Sonsuza dek eksik kalacak olan bir hatıraya yenik düşmemek için var olmayan duygular icat ediyoruz.
O sorunun net bir cevabı yok!
Don Mateo, en çok arzulanan kadının güvensizliğiyle korkutan kadın olduğu gerçeğini bildiği halde etrafa karşı onu bırakmış görünmesine rağmen solgun hayalini hiç terk etmiyor. Nietzsche’nin o sert cümlesini bir romanda okumuştum: “Şehvet, topuklarımızı kemiren bir orospudur. Ve bu orospudan bir parça et esirgendiğinde bir parça için yalvarmayı çok iyi bilir.” O bu tanıma uygun davranıyor. Conchita’nın, “istediğin şeyi bütün kadınlar verebilirler sana, ne diye onu benden, ısrarla direnenden istiyorsun” sorusunun cevabı onda yok çünkü.
Aslında bu yakıcı çelişkiyi yaşan kimsede bu sorunun net bir karşılığı yok sanırım. Arzunun o ‘belirsiz nesnesini’ sadece şehvetle, saplantıyla, kaderle açıklamak fazla basit ve kolay olur. Hepimizin bir yanı ayın karanlık yüzü gibi kendimize bile ifşa edemediğimiz sırlarla dolu. Bir yazar için de çekici olan da o gölgeli alan zaten. Pierre Louis, sırlardan en heyecanlı olanlarını küçücük ama çok etkili bir romanla insanlığa hediye ediyor. Ben onu yücelten büyük bir yönetmenin, Buñuel’in sineması sayesinde yüz yıl önce yazılmış bir kitabın sayfalarında dolaşırken ürperiyorum..
Hayatin içini acımasızca gösteren yazarları seviyorum. İstiridyenin kapağını keskin hikâyelerle açıveriyorlar. Maalesef her seferinde içinden parlak, iri bir inci çıkmıyor ama hep bizimle yaşıyor.
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 5.3.2016 11:18:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!