(...)
Hep düşünmüşümdür: İnsanı ölen evler acaba ne hisseder? Bir yerlerinde çivisi, kıymığı v.s. acır mı acaba? Çünkü inanıyorum ki evler tamamen cansız değiller. Onlar da tıpkı insanlar gibi, zamanını yaşıyor ve bir gün mutlaka göçüp gidiyor. İlk sahiplerini ya da evin afacan çocuğunu, güzeller güzeli gelinini, sırma saçlı kızını, reçellik gül kokulu ninelerini özlememiş midir? Kanaviçe işlerken parmağına iğne battığında, göz yaşlarını eteğine silen ergen kızın bedenini saran basmayı kıskanmamış mıdır hiç? Mutlaka özledikleri bir şeyler vardır.
Çünkü insan, bir tek suda iz bırakmaz. (...)
BİR DEVİN İÇİNE YÜRÜMEK öykümden...
TEROR
Senaryosu karanlık aktörlerce yazılır.
Temelinde hoşnutsuzluk ve psikolojik tatminsizlik vardır. Bu hoşnutsuzların, organize bir şekilde eylemleştirdiği düzenli şiddet hareketidir.
Terörizm mutlaka şiddet içerir ama her adi şiddet eylemi terörizm değildir. Toplumunun siyasi eğilimlerini şiddet ve korku salarak, zorla veya ikna yoluyla değiştirmeye çalışan; devlet otoritesini tanımayan gruplardan oluşan uzun ve belirsiz bir süreçte yaşanan olaylar dizisidir. Bazılarının (Wardlaw) söylediğinin aksine, asla fantezilerindeki politik ve askeri güce erişemezler Ne politik, ne de askeri bir hareket değildirler.
Terör, sistematik bir fikir, bir doktrin değil, 'yöntem'dir.
İrrasyonel bir hareketler dizisi gibi gösterilmeye çalışılsa da, aslında kendilerinden daha güçlü olan politik örgütlenmeye isteklerini dayatmak için geliştirilmiş şiddet hareketleri silsilesidir.
(...)
Olduğum yerden adamın kıllı sırtının kasılmalarını görmek, midemi bulandırıyordu. En ufak hareketiyle, tüyleriyle birlikte bütün sırt kasları, mezardan leş çıkarmak için toprağı eşeleyen bir sırtlanınki gibi tiksindirici şekiller alıyordu. Kaldı ki, gözlerimi kapadığımda da onu görebiliyordum. Altında şapşalca gülümseyen nesneye bir şeyler yapıp duruyor ve hırlıyordu. Yüzünü aniden bana dönüp, dişlerindeki kurumuş kanla, toprak karışımının salyalarıyla ıslanmasından sümük kıvamına gelmiş ve ağzının etrafından sızan iğrenç sıvıyı yalayarak bana gülümseyecek diye çılgınca korkuyordum. Hırıltılar, geçmek bilmeyen anlar boyunca çoğalıp, kulaklarımı acıtan bir çınlamaya dönüşüyordu. Görünmeyen birileri etlerimi lime lime koparıp, yiyordu. Bunu bedenimin her zerresindeki sızıdan anlıyordum. Burada, neresi olduğunu bilmediğim burada, sesleri çoğaltan bir düzenek olmalıydı! Aykırı bir çiçek gibi yataklara yaban, ürkek bir kadını hapsettikleri hücre ya da benzeri bir yer de olabilirdi. Ona acı vermek için ne gerekiyorsa hazırlanmıştı sanki. Cümle alemin zevk aldığı bir “ şeyden “ acı duyan o kadın, cezayı fazlasıyla hak ediyordu!
(...)
Ölüm Kuryeleri romanımdan alıntıdır.
Gece tülden siyahını örterken dünyanın üzerine ve gün dökerken ışığını beyaz kadife güllere; ben seviyorum seni delice. Bir mucizeyle girdiğin hayatımın her anı hâlâ dopdolu mucizelerle. Çünkü seni sevmek başlı başına bir mucize!
Yanımda yoksun ve muhtemelen başkalarıyla sevişiyorsun. Olsun! Benim sevgim seni yanımdayken sevecek kadar sığ değil. Kendime ben de inanamıyorum, ama bu böyle. Artık umurumda değil birlikte olmak. Sevişmek, kokun, tadın ilgilendirmiyor beni. Onları ruhuma kazıdım ne olur ne olmaz diye. Çünkü bir gün mutlaka gideceğini biliyordum. Gideceğini, gözlerimin önünde iken uzağa karışacağını, bir yabancıya dönüşeceğini biliyordum. İşte bu yüzden, kattım tüm varlığını varlığıma.
Bu söylediklerimden dolayı mutsuz olduğumu sanma. İnsani, ölümlülere dair hiçbir sözcükle açıklayamıyorum hislerimi. Her şey yolunda. Bendesin hâlâ. Daha ne isteyebilirim ki başka?
Biz KADINLARI hiç sevmedik!
Saçlarını sevdik hele bir de sarışınsa daha çok sevdik...
Ağızlarını sevdik hele bir de şehvetli ve dolgun ise daha çok sevdik...
Göğüslerini sevdik...
Bacaklarını sevdik hele bir de sütun gibiyse bayıldık...
Kalçalarını sevdik...
Ahmet Turkay: BIR SANRIYDI MANOLYA
Bir Sanrıydı Manolya, Ahmet Türkay’ın beşinci öykü kitabı. Kora Yayın’dan çıktı.
İlk öykü, Kriz Günlerinde İşsizlik. Tüm dünyayı kasıp kavuran küresel ekonomik kriz milyonlarca emekçiyi, işçiyi; üç aşağı, beş yukarı aynı şekilde etkiledi. Yazarın o insanların hepsini bu kısa öyküde konuşturması mümkün değildi! Ama KRİZ GÜNLERİNDE İŞSİZLİK olancasının sözü, hepsinin şikayeti, hepsinin sıkıntısı. Aşağıda da sık sık yazacağım gibi öyküler, ustaca örülmüş olay ağları ve kahramanların bazen yaşamları, bazen de sözleriyle işlenen güncel temalar içeriyor.
“ Ben halkımın mazlum ve gariban ozanıyım. Böyle olmak da yüce bir onurdur. “
1927 yılında Diyarbakır'da doğan Ahmed Arif, ilk ve orta öğrenimini Diyarbakır'da tamamladı. 1950-52 yıllarında Ankara'da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde öğrenciyken siyasal edimlerinin suç olduğu gerekçesiyle tutuklandı. Yargılanarak hüküm giydi, hapiste yattı. Mahkûmiyet hayatı iki yıl sürdü. Hapishaneden çıktıktan sonra Ankara'ya yerleşti ve gazetecilik mesleğini seçti. Gazetecilik görevini sürdürürken, 1968 yılında ilk şiir kitabı olan 'Hasretinden Prangalar Eskittim' i çıkarttı. Şair, 1991'de Ankara'da hayata gözlerini yumdu.
Bir çokları tarafından yöresel bir şair olarak değerlendirilse, hor görülse de; örneğin: Ahmet Oktay “ gece defteri “ adlı günlüğünde şöyle der:
“ …/ Ahmet Arif’in şiir üzerine bir şeyler söyleyebileceğini sanmıyorum…/
Oysa o, kendi şiiri ve dünya şiiri hakkında ciddi bir fikir sahibiydi. O şiirlerini inşa etmeye başladığında garip ve ikinci yeni akımları biteli çok olmamıştı. Nitekim Ahmet Arif, 1970 yılında Ankara Birliği dergisine verdiği bir söyleşide, kendi şiiriyle ilgili şöyle der: “ O günler asıl yaygın moda Orhan Veli gibi yazmaktı. Üstelik çok da kolay bir yoldu bu. Biraz yaratılış gereği, biraz da şiirin, gıdıklama, alay ve ucuz esprilerle asla bağdaşmayacağına olan inancımdan, bu yola dönüp bakmadım bile. Orhan Veli olsun, çevresindekiler olsun, birer küçük burjuvaydılar. Hem de İstanbul burjuvası. Düşünce ve davranışları, kendilerine örnek seçtikleri Fransız şairlerinin paralelindeydi. Oysa ben doğuluydum. Az gelişmiş değil, sömürülmek için kasıtlı olarak geri bırakılmış bir ülkenin, aşiret töreleriyle yetişmiş bir çocuğuydum. Sömürgeci Fransız toplumunun, bohemi, serseriliği ve gerçekten kaçma çabalarını kutsayan şairleri, elbette beni ırgalamazdı. Halkımın duygularına ve çıkarlarına yabancı ve aykırı olan bu moda akımdan başka bir şiir akımı yok muydu? Vardı kuşkusuz. Nazım diye bir okyanus vardı. Rıfat Ilgaz, A. Kadir, Suphi Taşhan ve Abdulkadir Demirkan gibi yürekli ağabeyler de vardı. Bunlar hapiste ya da sürgündeydiler. Şiire yeni başlamış bir delikanlının karşısına Nazım’ı dikerseniz, çocuk ya paniğe kapılır ve ters akımların uydusu olur, yahut ezilir, kötü bir kopyacı kesilir. –Hidrojen bombasına karşı Kürt hançeri ne yapabilir? - Üniversitede ve mapusanede bazı arkadaşlarım, “ Nazım’dan sonra şiir yazmak, boşuna bir gayret, hatta saygısızlık, “ diyordu. Onlarla hiç tartışmadım, hep sustum. Çünkü dedikleri bir bakıma doğruydu. Ne var ki “Nazım gibi şiir yazmak” ile “Nazım’dan sonra şiir yazmak” arasında vatanımın dipsiz uçurumları gibi bir uçurum vardı. Elbette Nazım’ı yahut başka bir ustayı budalaca izlemekle kimse şair olamazdı. Ama Nazımdan’da, başka ustalardan sonra da şiir yazılacaktı. Yoksa Shakespeare’dan sonra trajedi, Moliere’den sonra komedi yazmak gerekmezdi. Nitekim, Dede Korkut, Yunus, Pir Sultan, Şeyh Galip ve Fuzuli gibi ustalardan sonra da soylu şiirler yazılmıştı…
Sadede gelelim: Kimini sevsem, kimini hiç takmasam da bu moda olmuş etkili şairleri kendi hallerine bırakmam gerektiğini her şeyden önce bir mertlik borcu saydım. İş bir kez “etki” ye dökülmesin. Etkilere bile bile kucak açan bir şairin soylu bir yol seçtiği söylenemez bence. Bu yol ile insan belki “deneyci” olabilir, ama şair olamaz. İşte bu inanç ve duygularla halkıma sığındım. Şiirimi günün modası olan etkilere kapadım. Göbeğimi kendim kestim ve kasaba minnet etmedim. “
Dünyaya getirirken onları, sormadık istiyorlar mı? Sorulmadığı gibi bize tıpkı. Hasbelkader geldik dünyaya ve ebeveyn olduk hasarlarımıza karşın. Kaç kişi söyleyebilir içimizden? ' hatasız yetiştirildim ben! ' Bekliyorum hâlâ, gül bitsin diye annemin vurduğu yerlerden. Karnından sıpa, sırtından sopa eksik edilmeyen annem, umarım ayaklarının altına alabilmiştir cenneti. Aksi halde ona hayatı cehenneme çeviren babamı, iyice olanaksızlaşacak affetmem. Yetiştiği, yaşadığı koşulları düşündükçe anneme kızamıyorum. Bildiği kadarıyla büyüttü dört çocuğunu. Neyse, annemi günlerce yazabilirim.
Derdim şu: Hayata tutunmak, soyumuzu sürdürmek, kemik iliği kanseri olan kardeşine ilik nakli yapabilmek, yanlışlıkla! gibi yüzlerce sebepten dolayı çocuklarımız artık dünyada. İyi eğitim almaları, iyi insan olmaları adına; yemeğini bitirmesi için, cevap verdiği için gibi eften püften sebeplerden sürekli baskı ve şiddet görüyorlar. Oysa o kadar narin ve özeller ki! Onları kendimizden uzaklaştırıyoruz. Onları birer birey olarak kabul edebildiğimizde sorun büyük ölçüde çözülecektir. Bu da basit iç güdüyle başarılabilecek bir durum değil. Akıl, ruh ve beden sağlığı yerinde insanların ebeveyn olmasının sağlanabildiği zaman daha sağlıklı çocuklar yetiştirebileceğiz. Ama şimdilik uzak görünüyor.
Ebeveynler, kendi zayıflıklarını, korkularını, eksikliklerini, endişelerini onlarla giderme hakkına sahip değildir. Bu yönde uygulanan baskının sonuca ulaşmamızı sağlaması mümkün olmadığı gibi; denemek, çocuklarımız üzerinde ciddi hasarlara yol açıyor. Gelişmeye çalışan kendi karakteriyle, ebeveynin uygulaması arasında sıkışan çocuk, bocalıyor. Bazen içine kapanıp, bazen de saldırganlaşabiliyor.
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!