Seferis, P.auster Ve ‘Gizli Defterleri’

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Seferis, P.auster Ve ‘Gizli Defterleri’

Birkaç gün evvel Orhan Miroğlu’nun yeni kitabı için biraraya geldiğimiz restoranda “yıldız yağmuru” gecesini seyretmek için balkona çıktım. Şehir ansızın kaybolmuştu. Beceriksiz bir sihirbaz, yanlışlıkla Boğaz’ı, serseri vapurları, yıldızları, evlerin cılız ışıklarını, zarif minareleri, çatılarda durup dünyayı seyre dalan martıları, havada döne döne dolaşan sarhoş sayıklamalarını, her şeyi ama her şeyi yok etmişti sanki. Eski zamanlardaki gibi düet yapan sis ve vapur düdükleri de işitilmiyordu. Bir çocukluk anısı kadar tanıdık olan manzarayı yumuşak bir yorgan gibi örten sislerin ortasında öylece kalınca muazzam bir yalnızlık hissiyle ürperdim.

Nefes aldıkça kızgın kedi sesi çıkaran ciğerlerime rağmen oturup bir sigara yaktım. Bilmiyorum, belki o masalsı atmosferin çekiciliğine kapıldığımdan hayalet gibi yüzler belirdi sis bulutunun içinde. Her manada çok yakınımda olduğu halde ulaşamadığım “yabancı” insan yüzleri. İyi tanıdığımı sandığım ama düşününce iç dünyalarına nüfuz edemediğim dostlar. Sessizliğin çıtırtısıyla yırtılıveren, dalgın, esrik, kederli bakışların kimselerin göremediği karanlık kuyunun dibine doğru usul usul damladığı bir an... Kesif bir korkuyla birleşerek muhayyileyi kışkırtan hayaller... Bir de kış ortasında balkondan aşağıya sarkan şımarık, kırmızı sardunyalar... Puslu bir resmin içinde durmuş “sırlarımızın” ne kadar kıymetli olduğunu düşünüyordum. Bizi biz yapan, karakterimizi oluşturan özellikler sevdiklerimize itiraf edemediklerimizde gizliydi ama nedense onları itinayla saklamaya çalışıyor ve bu yüzden çoğu kez birbirimizi fena halde hırpalıyorduk. Loş odalarda sakladığımız hakiki benliklerimizi en çıplak haliyle gösterdiğimiz vakit sevdiklerimizi kaybetmekten korkuyor, gösteremediğimizde de “samimiyetsizlikle” itham ediliyor, bazen gerçekten de öyle davranıyorduk.


Yazar nihayetinde okunmak ister!

Malum, yazı sanatı bu çelişkiden de epey beslenir. Yazıyla ilk tanıştığım günden beri özellikle sevdiğim ne kadar yazar varsa oyuncağını kurcalamak isteyen çocuk gibi açıp içlerinde ne olduğuna bakmak istedim. Neyse ki bu garip merakım büyüdükçe biraz azaldı ama hiç geçmedi. Onların anlam dünyalarına, zaaflarına, korkularına, sıradan alışkanlıklarına, herkesten gizledikleri gurur yaralarına eserleriyle ulaşmak bana yetmiyor. Sanki henüz el değmemiş odalarının gizli geçitleri var ve ben onları keşfedersem edebiyatın mucizevi sırrını da ansızın çözeceğim hissine kapılıyorum. Bu çocuksu his, benim gibi eserleriyle yaratıcıları ayıran o vahşi uçuruma lüzumundan fazla tanık olan birisi için biraz yadırganabilir tabii ama olsun, bu “saflığı” seviyorum.

Bugünlerde farklı coğrafyalarda, değişik kültürlerle beslenen bir yazarın ve Nobel ödüllü usta şairin günlüklerini aynı anda okuyorum. Zamansız bir atmosferde onları buluşturan en kuvvetli bağ, her ikisinin de defterlerini sonradan okunmak üzere düzenli olarak doldurma çabası. Bazı istisnalar dışında yazar denen “mahluk”, biriktirdiği acıları, pişmanlıkları, mutlulukları hatırlamak, dilin büyüsüyle hatırlanmak, iyileşmek, hayal haritasındaki sınırların ötesine geçmek, ölüme meydan okumak, harflerin ilmiyle hayatı anlamlandırmak, bazen geleceğini unutmak, geçmişi yeniden tasarlamak ve başka bir dolu sebep yüzünden günlük tutar. Sonradan defterlerimin “yakılmalarını istiyorum” diye vasiyet bırakanlar da dahil. Ve böyle olması çok anlaşılır. Yazar onaylanmak, sevilmek, anlaşılmak, her yeni bakışla tekrar hayat bulmak, bağışlanmak ama en nihayetinde okunmak ister. Bunun için yazar çünkü.


“Hepimiz kendimize yabancıyız”

Yazarları farklılaştıran üslup meselesi, kendilerini günlükleriyle hikâyeleştirirken de görünüyor. Paul Auster, benim yazarlarımdan biri değil. Sadık okurlarını her kitabıyla kendine bağımlı kılan akıllı, sürükleyici anlatımı, zekâya abanıp muhtemelen baharatını bilerek unuttuğu dili beni epeydir cezp etmiyordu ama Kış Günlüğü adını verdiği “hesaplaşmalarını” merak ediyordum doğrusu. O romanlarında kurgu oyunlarıyla okuru kışkırtırken kendini gizleyen bir yazar ve bu tavrından neredeyse bir roman gibi tasarlayıp kendisine “sen” diye hitap ettiği günlüklerinde de vazgeçmemiş. Edebiyatla duygu dalgalanmalarının, zaafların, yazma güdüsünün, merakının alt katmanlarına inmek yerine başına gelenleri durgun akan bir nehir gibi sıralamayı tercih etmiş yine. Kuşkusuz onu bu haliyle sevenler hayatının iz bırakan anlarını bir Auster filmi izler gibi takip etmekten hoşlanacaklardır lakin atmış dört yaşını devirmiş, “Bu bedenin içinde yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu inceleyeme çalışsan iyi olur” cümlesiyle cesaretle hayatını soymaya karar vermiş bir yazardan daha derinlikli cümleler, yorumlar bekliyor insan. Panikatak geçirdiğinde ölüm korkusuyla nasıl yüzleştiğini, gençliğinin cinsel maceralarını, aşklarını, sevişirken ölen babasıyla düşlerinde konuştuğunu, çocukluk hatıralarından süzülen pırıltılı anları onun dilinden okumak eğlenceliydi ama bir yazarın bakışıyla hayat hikâyesini dinleyemedim ben ondan. Yine de nadiren bulduğum bazı tesbitler onun yazma sebebini kısmen anlattığı için kıymetli buldum: “Kendini göremiyorsun. Neye benzediğini aynalardan ve fotoğraflardan biliyorsun, ama şu yeryüzünde ister dost, ister en yakın sevdiklerin olsun, insanların arasında dolaşırken kendi yüzün sana görünmüyor. Hepimiz kendimize yabancıyız, kim olduğumuzla ilgili algılarımız ise yalnızca başkalarının gözlerinin içinde yaşadığımız kadarıyla var.”

Auster bu romanımsı günlüklerinde karısının hayatında kapladığı yeri içtenlikle anlatmak istemiş: “Geçmişteki başarısızlıklarına, yanlış değerlendirmelerine, kendini ve başkalarını anlayamamana, fevrî ve hatalı kararlarına, gönül meselelerinde tökezlemene bakılacak olursa, sonunda bu kadar uzun süren bir evlilik yapabilmiş olman tuhaf. Şansının bu beklenmedik dönüşünün nedenlerini bulmaya çalıştın ama bunun cevabını hiç bulamadın.” Doğrusu kocasından daha “sezgisel” ve incelikli bir yazar olduğuna inandığım güzel romancı karısı Siri Hustvedt, Auster’ı gerçekten çok sevmiş olmalı. Bunu Kış Günlükleri’ni okuyunca daha iyi kavradım. Neyse ki kendisi de hakikati bütün içtenliğiyle teslim etmiş: “...senden daha serbest, sıcakkanlıydı, yine de işin temeline indiğin, birleştiğiniz asgari müşterek zeminine baktığın zaman kendinin bir kopyasını bulmuş gibi geliyordu, ama senden çok daha gelişmiş, senin içine hapsettiklerini çok daha iyi ifade edebilen, çok daha makul, çok daha aklı başında bir kopya,”.


Ciltlerce elyazması

Paul Auster’la eş zamanlı olarak şair Yorgo Seferis’in günlüklerini okumak biraz tuhaf görünebilir ama iyi oldu. Yazı sanatının inceliklerine dair notlarla birlikte sıradan alışkanlıkların, denemelerin, düşüncelerin, şiirlerin bilinçli olarak kaydedilmesindeki üslup farkının her yazı insanını biricik kıldığını hatırlattı çünkü.

Seferis Atina’daki evine gelen konuklarına “dindarca bir bağlılıkla” elyazmalarının özenle sıralanmış ciltlerini gösteriyormuş. 1900 Urla doğumlu, Nobel ödüllü Seferis, hayatı boyunca günlük tutmuştu. Büyük bir bölümünü biraz kıskandığı ancak önünde saygıyla eğildiği bir başka ozan Kavafis için hazırladığı kitabın taslaklarına ayırmış.1945’le 1951 arasını içeren kitap, yayıma hazırlayan Kaiser’in söylediği gibi her zaman en önemli olayları değil; geçip giderken gördüklerini de anlatıyor. Bir kedinin ölümü, bir çoban kavalının armağanı, ilk buhurumeryemin narin çiçekleri, sedir ağacından yontulmuş bir denizkızı, külrengi yeşil tonlarıyla deniz dalgınlıkları ve aslında şairin teması: Yani şairin kendi gövdesi, zihni ve onun ürettiği hayal dünyası.


Yaşamın öteki görüntüsü...

Onun günlüklerinde de basit, sıradan ayrıntılar, politik çalkantılara ve savaşa tanıklık eden düşünceler, dönemin edebiyatçılarına dair yorumlar var ama onun yeteneğini, şiir yazma tutkusunu, yazıya dair meraklı sıkıntısını gösteren notları sevdim. Bir şairin, yazarın, edebiyatçının hep merak ettiğim iç dünyasını en çok ele veriyor çünkü: “Dışarı, denize bakan verandaya çıktım; saat 08:30’du, güneş yükselmişti. Olanaksızdı ayırmak ışığı sessizlikten, sessizlikle ışığı dinginlikten. Ara sıra bir ses geliyordu kulağıma, uzak bir ses, belli belirsiz bir cıvıltı. Ama bütün bunlar, bir yerde, bir biçimde kuşatılmıştı, bir an duyup unutulan yürek vuruşu gibi insanın. Yüzü yok oldu denizin; ama karşısındaki tepeler toprağın yanı başında sona ermiyor, aşağıya doğru ilerliyor; çok uzaklarda boşlukta yansımaların gittikçe donuklaşan görüntüleriyle yeniden başlıyordu. Yaşamın bir başka görüntüsü varmış duygusu veriyordu insana.” (21 Ekim 1946) .

Günlükler, elbette bu parça kadar lirik değil ama o Seferis olduğu için hayatını böyle de kaydedebiliyor. Bu yüzden defterlerinde “neden şiir yazar insan” sorusunun cevabını, ceviz ve meşe palamudundan bir kelebek yaparak vermesini anlıyorum. Sonra bu tarif edilemez ânın adını “Bayan Zen” koyarak insanlığın avucuna şiir olarak yumuşakça bırakmasını ve bundan başka bir şey yapamadığını itiraf etmesini de...

Ve cevabı olmayan sorularla kaybolduğum bir gecenin puslu sabahında, yatağımdan ebedi sessizlik içinde dağılan sis oyunlarına bakıyorum. O da uyuyamadığı bir gece kalkıp uzun bir şiir için notlar almış defterine. “Tanrım, kaldır şu sisi gözlerimizin önünden; bir kurşundur o” yazıyor. Şefkatle gülümsüyorum, şiirin yanına parantez açıp kendisini yani biz gelecekteki okurlarını uyarmayı ihmal etmemiş: “Bir ip merdiven gibi tırmanmak sözcüklere, şiir kendi halinde ilerleyip kendini tamamlamalı. Bu o kadar kolay değil; yavaş, çok yavaş.”

Sonradan okunsun diye yazılan bu “gizli defterler” yani gelip geçerken bıraktığımız bu çakıl taşları, hayatın nabzı daha derinden ama daha iyi işitilsin diye değil midir?
***
(Bir Şairin Günlüğü, Yorgo Seferis, Can Yayınları, Çev. Erdal Alova; Kış Günlüğü, Paul Auster, Can Yayınları, Çev. Seçkin Selvi)

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 3.3.2016 15:05:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan