Elleri-etekleri öpülesi olarak sadece; padişahları, haşmetlileri, kalantor zevatı, protokol ricalini görme alışkanlığını sözde kültürlerinin bir değeri olarak gören ve sırf bu nedenle de ümmet görüntüsünden bir türlü kurtulamayıp millet olamayan bir toplumun fertleri olarak kutluyoruz istisnasız hepsi birer emekçi olan kadınlarımızın ve dünya Kadınlarının Gününü …
İşte sırf bu görüntüden dolayı, bu günün kutlanması hiçbir kadınımıza (sanıyorum ki) mutluluk vermiyordur. Adına adanan bir günde bir kadın, bir ülkede örneğin sevgililer günündeki sevgili, anneler günündeki anne, öğretmenler günündeki öğretmen kadar mutluluk duymuyorsa kadın olduğu için..., bu durum öncelikle o ülkenin dünyanın bütün klasmanlarında, istatistiklerindeki yerinin de desteğiyle felaket değil kıyamet çanlarının çalmaya yakın olduğunun bir anlamda göstergesi demektir.
Büyük Atatürk’ün döneme ve koşullara göre çağının ötesi bakışı sayesinde bugün kimi kadınlarımız çok az örneklenecek kadar olsa bile
Sosyal yaşam içindeki piramit’in her katmanında kendisine bir yer bulabilmiştir ve büyük olasılıkla da bugün meydanlara küçük yürüyüş kolları halinde ve ellerinde pankartları ile yürüyeceklerdir ve eğer pankarttaki yazıları polis copu için cazip gelmezse üstelik çevre erkekleri tarafından da alkışlanacaklardır ama.
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...