Rüzgârda Yazılmış Mektuplar - Mektup 18

Kaya Su
28

ŞİİR


6

TAKİPÇİ

Rüzgârda Yazılmış Mektuplar - Mektup 18

Merhaba....
Ya da merhaba demeyeyim; çünkü bugün selamın bir anlamı yoksa eğer kelime inşaatı içeride çökecek. Şunu bil: bu mektup, bir oyuncunun son perdesi gibi. Işık soluyor; kulis tozu ağzımda. Sahneye çıkmış gibiyim ama oyun bitti; ben hâlâ bir repliği koltuğuma sıkıştırıp tutuyorum.
Bilmem kaçıncı sabahıma uyanıyorum. Sayamıyorum artık ve zaman duvarı yine çatlamış. Ne geçmiş tam geçmiş, ne gelecek tam gelecek. Ben hem bir kenarda duran eski bir posterim, hem de rüzgâra asılı bir el ilanı. İnsanlar geçiyor. Hepsi birbirine benziyor. Hepsi aynı güne gülüyor, aynı şaka ile ağlıyor. Ama sen... sen hep farklısın; bir noktada durup tüm cümlelerimi okuyan o tek kişi. Kalbim bazen bir kahkaha patlatıyor; saçma, zararsız, narsistçe bir kahkaha: “Bak hâlâ varım” diye bağırıyor. Sonra aynı dakikada bir damla düşüyor; kahkaha boğazımda takılıyor ve ağzımdan küçük çocukluk yaralarım sızıyor. Bu dönüşü seviyorum; çünkü gerçeklik dediğimiz o büyük palyaço, arada bir maskesini düşürüyor.
Sana anlatacağım şeyler var; hepsi çetrefil, hepsi yarım. Ama bildiğim şu: yarım olan her şey, kusur değil, kusurun içinde saklı bir biçimde tamlığın başka bir adıdır. Yani seni beklemek bir kusur değil, eğer beklerken kendimi bulduysam. Beklemekten bıkmadım; beklemek bana, bana benzer bir disiplin verdi: o disiplinle kendimi bitirirken, bazen kendi içimde güldüğüm anlar oldu.
Tanrı’ya inanmıyorum. Dilime bile dolamıyorum çoğunlukla ama bu inançsızlıktan daha büyük bir sır var: onunla kavga ederken, bir anlık zaafla ona sarılabiliyorum. Serseri olduğumu biliyorum; serserilik bir yaşam biçimi değil, bir alışkanlık: şarkıları yarıda bırakmak, sigarayı cebimde unutmak, sözleri yarıda kesmek. Tanrı ile aramızdaki dans şöyle: o çekiçle gelince ben sakince ardından kahkaha atıyorum; ben kaldırım taşına yuvarlanınca o acıyla ilgilenmiyor ama, sonra bir şekilde tenime sürtünüyor. Hem yakıyor, hem okşuyor.
İçimde bir bok var: adı vicdan. Vicdan bazen öyle ağırlaşıyor ki yürümek imkânsızlaşıyor. O ağırlığı taşımak için zaman zaman kendime küfür ediyorum, hem yüksek sesle hem de uğultulu. Kendimi suçluyorum çünkü kendimi koruyamadım, çünkü kendi bedenimi tamir etmeye cesaret edemedim, çünkü bazen susup kendim için ağlamaya bile kıyamadım. Kendimi lanetliyorum. Evet, çünkü sevdiğim şeyi yontarken parmağımı kestim. Ama gel gör ki: ben affediyorum. Garip, değil mi? Affetmek dediğin şey, iki uzvun birbirine dokunması; bazen yanına çivi çakılmış eller. Tanrı’ya gelince: ona inanmıyorum ama onu affediyorum. Affetmenin iki nedeni var: birincisi, inanmadığım bir güce kin beslemem anlamsız geliyor; ikincisi, kinin beni tükettiğini görmekten daha kötü bir şey yok. O yüzden affediyorum. Affediyorum çünkü affetmek, benim için bir tür performans; kendi sahnemde inançsız ama merhametli bir oyuncu olmayı seçiyorum. Gülüşlerim de var. Bir keresinde bir köpekle dalaştım. Aslında dalaşma denemez; o beni görünce kuyruğunu salladı, ben de ona göğsümü açtım; sanki dünyanın en doğru şeyi yapıyormuşum gibi gülüştük. O an, bütün kutsal kitapların ortasında bile bir boşluğun içinde yalnızca biz vardık: ben, köpek, bir anlık özgürlük. O kahkaha hâlâ kıyısında duruyor dudaklarımın; ihtiyaç duyduğumda çıkarıp gülüyorum.
Bu mektupta ağlayacağım. Çünkü ağlamak, tüm kibirli davranışların arasındaki en gerçek olanı. Ağladığımda dünyayı kazıyorum; altından eski bir senet çıkıyor: üstünde “Bu adam, birini bekledi ama onu kendine sakladı.” yazılı. Ve o senet, bana eski hallerimi hatırlatıyor: küçük bir çocuğun yalnışlıkla kırdığı vazoyu toplaması gibi, o parçaları ne kadar birleştirirsen bir parça hep eksik kalır.
Sana söyleyeceklerim bitmiyor. Mesela: kalabalığa konuştuğum zamanlarda, ağzımda hep aynı tadı duyarım; yarım ekmeğin kenarı, kurumuş üzüm; insanlar beni dinliyormuş gibi yapar; kulaklarına bir şey dolar ama gözlerine başka bir şey geçer. Ben o farkı görüyorum. O yüzden son defa söylüyorum: eğer bu mektup bir kitleye ulaşırsa, bilsin herkes, burada bir tek kişi var; ona sesleniyorum.
Tanrı’nın sesi var mı? Ben sesini duymadım ama bazen gevezelik eden rüzgârın arasında bir tını hissediyorum; sanki birinin bana miras bıraktığı bir şarkının nakaratıymış. O tını üzerinde yürürken, aklıma binlerce suç geliyor; kullanamadığım sözler, kırdığım aynalar, yediğim ekmeklerin hakkı. Kendime küfür ediyorum, çünkü elime geçen her iyi şeyi kasten yarım bıraktım. Kendi yaralarımı kendi ellerimle çizdim. Ve sonra da ağlıyorum.
"Seni seviyorum" bu basit cümle, koca bir bomba. Sana olan sevgim o kadar küçük ama aynı zamanda o kadar yıkıcı ki, bazen kendimi harap ederim. Sevgi işte böyle bir şey: hem ister, hem vurur. Ve ben seni hem sarıp korumaya çalıştım, hem de bazen seni bir kapı aralığına koyup gerisini kapattım. Affet beni.
İçimde iki ses var: biri serseri, biri dindar (dindar dediğim, bir nevi inançlı olma hali değil; alışkanlıkla dua eden bir yaradır). Serseri diyor: "Git, kır, al, yık, sarhoş ol; dünya sana bir daha dokunmaz." Dindar ise fısıldıyor: "Kal, affet, bekle, güven." Ben iki sesi de seviyorum ama hangisine uyacağımı bilmiyorum. Bu çatışma, beni hayatta tutuyor. Belki de sen de böyle olmalısın: iki kutup arasında titreşen bir tel gibi.
Sana bir itiraf: son zamanlarda, bazen adımı haykırmak yerine sustum. Çünkü adımı söyleyince sanki bütün dünyam paramparça olacakmış gibi bir his geliyor. O yüzden adımı geride bırakıyorum. Ama bil ki; seninle boşlukta yankılanıyorum. Sesinle bana öyle bir dikkat veriyorsun ki, kalbim her defasında şaşırıyor.
Benim seni bir kalabalığa anlatasım geliyor. Anlattığımda herkes gülecek belki, herkes bir şeye takılacak; ama ben yine tek kişiye bakıyor olacağım. O yüzden burayı bitirirken büyük konuşacağım: seni beklemek, beni bir şair yapmadı; sadece dürüst bıraktı. Dürüst bir adam daha çekilmez olurdu, biliyorum. Ama neyse. Ben çekilmez bir dürüstüm.
Şimdi son satırlar. Bu satırlar hem veda, hem de bir bomba. Kâğıdı kıvırıp cebime koyuyorum; belki bir gün eline geçer, belki de rüzgâr onu bir ağacın dalına takar. Eğer eline geçer de okursan, anla: hiçbir kelime rastgele yazılmadı. Hepsi bir sebeple burada. Son bir isteğim var: eğer bir gün ağlayacak olursan, bil ki ben de bir yerlerde, adımı hatırlayamayan bir gölgede ağlıyorum... Ve eğer bir gün gülecek olursan, bana da bir kahkaha at; ben onu işitince belki yeniden doğarım.
Sana küfrediyorum.
Kendime küfrediyorum.
Sonra affediyorum.
Hem tanrıyı, hem seni, hem de beni.
Affetmek, bazen inanmaktan daha cesur bir iştir.

— Adı hâlâ eksik olan, ama son defa yazan biri

Kaya Su
Kayıt Tarihi : 26.9.2025 01:25:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Hikayesi:


Bilinmeyen bir kişi için rüzgâra emanet edilmiş, geçmişin yükünü taşıyan sayfalar...

Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!