Merhaba bu yazıyı okuyan kişi,
Biliyorum, bu başlangıç artık sıradanlaştı. Ama inan, bazı kelimeler sadece alışkanlıktan değil, mecburiyetten tekrar edilir.
Başka nasıl başlayabilirim, bilmiyorum...
Tanımadığım birine, hiç tanımadığı birini anlatacağım şimdi.
Bir işte...
Bir yüz.
Bir bakış.
Bir kalıntı gibi hâlâ içimde duran bir varlık.
Belki sen de böyle birini unutamamışsındır...
Ben bu mektupta onu anlatmak istiyorum, çünkü kelimelere dökülmeyen şeyler zamanla içte çürür ve onun anısı bende çürümeyi değil, kök salmayı seçti.
O, koyu kahve gözlüydü. Ama öyle sıradan kahve değil... Sanki göğün en içli saatlerinde toprağın kendine çektiği o nemli ton... Ve o gözlerle bakarken, sadece seni değil, içinde sakladıklarını da izlerdi. Gözlerinin içinde bir açıklık yoktu ama tuhaf bir dürüstlük vardı. Saklardı ama yalan söylemezdi... ya da ben inanırdım her şeye.
Saçları... Kestane rengi, uzun ve hep biraz karışıktı. Sanki her telinde başka bir rüzgâr saklıydı. Bir keresinde saçlarının arasında küçük bir deniz kabuğu bulmuştum, çocuk gibi gülmüştü, “belki rüyamda sahile uzandım” demişti. Oysa denizi hiç görmemişti.
O saçlar... rüzgâr estiğinde dans ederdi, ama o hiç fark etmezdi. Sanki doğanın bir parçasıydı o hareket. Yüzünde, dudağının sol kenarında bir ben vardı. Öyle küçük, öyle yerinde bir işaretti ki… Konuşurken gözüm hep oraya takılırdı. Gülümseyince önce o ben belirirdi, sonra dudaklarının kıyısındaki sessiz bir sevinç. Konuşurken her zaman kısa cümleler kurardı ama söyledikleri uzun süre kalırdı aklımda. Sessizliğiyle bile tartışmaları kazandığı olurdu. Bir şeyden bahsederken gözlerini kaçırır, ama anlatmak istediklerini sessizce el hareketlerine gizlerdi. Sanki her şeyi anlatıyor ama hiçbir şeyi açık etmiyor gibi.
İnsanlar onu tanıdıklarını sanırdı. Çünkü gülümsüyordu. Çünkü nazikti ama ben biliyordum... O hep biraz uzaktaydı. Bir mesafeyle yaşıyordu. Kimseye temas etmeden seviyor, kimseye yaslanmadan güçleniyordu. Onu hatırladığımda en çok sesi geliyor aklıma. Konuşurken hafif titreyen, şarkı söylerken alçalan bir ses... Rüzgârda savrulan perdeler gibi bir tını. Bir keresinde bana fısıltıyla bir dize okumuştu. Unuttum dizenin ne olduğunu ama sesi hâlâ kulaklarımda.
Gülüşü... Ah o gülüş.
İçinde eksik bir şey vardı. Sanki mutlu ama kırık bir gülüş. O gamzeleri sadece gerçekten güldüğünde görünürdü ve o kadar nadirdi ki..., bir gün sırf o gamzeyi görebilmek için saçma bir şaka yapmıştım. Kısaca güldü ama gamze çıkmadı.
Onun en çok kokusunu unutamıyorum.
Eski kitap kokusu... Bir yerde bir kütüphaneye girsem, herhangi bir sayfada, hatta bu sayfada bile ... Hemen zihnim onunla doluyor. Geçip gittiğinde ardından birkaç dakika daha onun kaldığını hatırlıyorum.
O gitti mi, bilmiyorum.
Belki de hiç gelmedi. Belki de ben,.sadece ona benzeyen anıları sevdim ama bir şey hep eksik kalıyor onsuz. Bir şey tamamlanmıyor. Bugün yine o eksikliğin içinden yazıyorum.
Biliyorum, sen onu tanımıyorsun ama onun gibi birini tanımışsındır belki. O yüzden anlatmak istedim. Çünkü bazı insanlar gittiğinde ardında suskunluk bırakmaz.
Bir koku, bir cümle, bir iz bırakır ve zaman geçtikçe o iz, bir harita olur. O harita seni hep aynı yere götürür.
Aynı birisine.
Aynı boşluğa.
Bu mektubun sonunda yine bir boşluk bırakacağım ama bu kez o boşluk, onun adı için olacak. Çünkü ben hâlâ o ismi yazmaya cesaret edemiyorum. Belki sen yazarsın. Belki sen onun gibi birini tanıdığında, bu mektubu hatırlarsın ve beni anlarsın...
Son söz: Bazı insanlar sadece yaşanmaz.
– Adı hâlâ eksik biri
Kayıt Tarihi : 3.9.2025 16:02:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bilinmeyen bir kişi için rüzgâra emanet edilmiş, geçmişin yükünü taşıyan sayfalar...
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!