Yaşamla mayalanan bedenlerimizin hassas ökçesine uzak mutlulukların pulunu yapıştırırız her bayram sevincimizde biz. İnsan düşlerimizin yakasındaki o asil kir gibi nazlı yüreklerimizi coşkulara uğurlar, gönlümüzün çocuksu mutluluklarını üç beş güne sığdırarak o çetin yaşamak ağacına bir çırpıda çıkarak avazımız çıktığı kadar bağırır, masmavi bulutlara el sallarız.
Oysa hızla tükenen mevsimler gibidir hayat. Kendi kabımızın o saydam tabakasında şarkılar söyleriz sessiz, umutlar süreriz yüreğimize kimliksiz, kimsesiz. Bir avuç gözyaşıdır kimi sermayemiz, belki de mutluluk diyerek sevilerimize katık ettiğimiz.
Gönlümüzdeki o bayram sevinçlerine hazırlanıyoruz yine. Mevsimler Ekim’i terk etmeye hazırlanırken biz çetin bir kış öncesinde sevdiklerimizle, eş, dost ve akrabalarımızla bir arada olmanın o anlatılamaz mutluluğuna hazırlıyoruz kendimizi. Evimizdeki eksikler, çocuklarımıza beğendiğimiz bayramlıklar, konuklarımıza ikram edeceğimiz tatlı, çikolata, şeker vb. derken o tatlı koşuşturma ile yuvarlanıp gidiyoruz böyle.
Ne kadar inkâr edersek edelim, en güzel bayram çocuklara. Fakat yine de her çocuğun bayramdan aldığı haz bir başka, daha bir farklı ve o minicik yüreklerinde taşıdıkları anlam bir diğerine göre daha anlamlı, belki de daha şaşaalı.
O masal dağında ünleyen gazal
Güz ve hasret yüklü akşam bulutu
Güz ve güneş yüklü saman kağnısı
Babamdan duyduğum o mahzun gazel
Ahengiyle dalgalandığım harman