İnsanlık tarihi kadar eski dememden kasıt sömürgecilik döneminde Afrika kıtasından Amerika ve Avrupa ya köle ticareti adı altında başlayan göç bu gün sadece şekli ve içeriği değişmiş olsa da göç yüzyıllar da geçse özde anlamını yitirmemiş ve göçmenleri göç ettikleri ülkelerde yabancı bir anlamda da sığınmacı tiplemesinden uzaklaştıramamıştır.
Önce emek sonra beyin göçü veren ülkelerin ekonomilerine kısaca her alanda gelişmişlik düzeylerine bakacak olursak gelişmeleri göç alan ülkelerin ekonomilerinden geride kalmıştır. Durum böyle iken beyin ve emek gücüne dur diyememişlerdir. Emek göçünün büyük dalgalar halinde yaşandığı altmışlı yılları bizzat yaşamadığım büyüklerimizden ve yazılı kaynaklardan incelediğim üzere bir furya halinde başlayan emek göçü kendi yağınla kavrulan Türk toplumun tam ortasına öyle bir düşmüş ki belki önüne geçilmek istense de dev dalgalar halinde büyümüş ve kar topunun yuvarlanması ile dev bir çığa dönüşmesi şeklinde olmuştur. O dönemde her kez için göç tek çare olmuş ve hızla büyük yığınlara ulaşarak kısa zamanda Türkiye ‘ nin tüm illerine yayılmıştır.
İlk giden kitleler yabancı ülkelerde en zor ve en çetin şartları olan hatta o ülkenin insanlarının yapmasına razı olunmayan işleri yapmışlardır. Yapmak zorunda bırakılmışlardır çünkü bir kere ev köy mal mülk satılmış ve yaban ellere gidilmiş dönülmek olmaz dönülürse köyde ki eş dost akrabaya alay konusu olmak vardı bu şartlarda başa gelen her şeye boyun eğildi ve göçün acımasız şartları ve getirileri sineye çekilerek yabanda yeni hayatlar kuruldu. İlk giden gruplar kendi örf ve adetleriyle uzun yıllar yaşadılar bir kısım kesin dönüş yaptılar halen kalanlar ve halen hayatta olanlarda yine kendi örf ve adetlerini devam ettiriyorlar ama ilk günlerdeki yaşadıkları da hatırlamak bile istemiyorlar. Onlardan ve yabanda doğan ilk yeni kuşak ebeveynleri gibi örf ve adetlere bağlı olamadılar ama tam olarak da dışlayamadılar. Çünkü bambaşka bir dünyada bambaşka bir örf ve adetin içinde sadece anlatılarak bir şeyler verilmek istendi.
Bu ilk yabanda doğan nesil belki en zorunu yaşadı. Çünkü sadece evde anne babadan anlatılanları dinlediler; adetleri, gelenekleri, dinlerini hep ebeveynler anlattı ve onlardan sadece böyle olunması istendi. O dönemlerde kitle iletişim araçlarından en etkilisi olan tv uydu yayınları yoktu. Bu çocuklar evlerde hep bunları dinlediler oysa sokağa çıktıklarında gördükleri hayatlar adetler gelenekler ve din bambaşkaydı,sonuç da iki toplum iki kültür iki din iki millet iki vatan arasına sıkışıp kaldılar.
Ben bu grubu göç den en kötü etkilenen grup diyorum çünkü doğru yada yanlış insanın bir taraf da olması farklıdır doğru yada yanlışın tam ortasında olması bambaşkadır.
İşin en entresan tarafı birinci kuşak doğan Türkler, Avrupa ülkelerinin hiçbir zaman hedefi olmadı. O dönemlerde Türk milletini tam olarak algılamayan Avrupa bizlere sadece emekçi gözüyle baktı,ne tam sahip çıktı ne tam ilgisiz kaldı onların amacı ilk doğan grubun çocukları yani ikinci kuşak gurbetçiler olarak tayin edildi. Çünkü sonuçta bu grup bir şekilde Türk kültür ve tarihine dinine çok da uzak değildi, içtiği suda, yediği ekmekte,ruhunun derinliklerinde Türk topraklarının parçaları vardı ve bu grubu asimile etmek zor olacaktı. Bırakın bildikleri gibi yaşasınlar mantığını güttüler ve yakın tarih de gelecek olan ikinci kuşağa kucaklarını sonuna kadar açtılar,sebep ise iki toplum arasında sıkışmış insanlar bu çocuklara hiçbir şey veremeyecek ve bu çocuklar Avrupa ruhuna çok daha çabuk asimile edilecekti. Uzan vadeye yayılmış ama kalıcı ve etkili bir yöntemdi bu.
Şimdi Avrupa ülkelerinin caddelerinde gezerken karşılaştığımız gençlerden başlarında örtüleri olmaz ise kaç tane kızımızı gerçek bir Avrupalı kızlardan ayırt edebiliyoruz.
..
Toplandı bir odada büyüklerim
yumuşak koltuklarda kalçalar rahat
ve gürül gürül kalorifer kazanı
usul okşadı yüreklerini sıcak
bastı ağır bir rehavet.....
derken;
dedi içlerinden biri
..
11 Eylül öncesinde Amerika’nın durumunu incelediğimizde ekonomik ve siyasal-sosyal açıdan bu ükenin geleceğine yön veren egemenlerin yönetmede büyük zorluklar ve engellerle karşılaştıklarını görmemek için at gözlüklü olmak gerekiyor.
11 Eylüle gelmeden önce ülkedeki ekonomik büyüme yavaşlamış ve adeta dibe vurmaya yakın bir duruma gelmiştir. Buna bağlı olarak işsizlik adeta tavan yapmış, bir biri ardına ekonomiye istidam yaratan şirketler ya iflas etmiş yada iflasla karşı karşıya kalmıştır. İş gücü oranında kısıtlamalara gidilmiş ve işten çıkarmalar yüksek boyutlara ulaşmıştır.
Bunun karşısında giderek yükselen sosyal muhalefet daha fazla sömürü ve kardan başka birşey görmeyen büyük sermayedarların ve onların piyonu olan siyasetçilerin uykularını kaçırmaya başlamıştır. Bu yükselen muhalefet özellikle yüksek öğrenimde taban bulmuş, herkese iş, yaşanabilir bir ücret, genel sağlık sigortası, evsizlik sorununa çözüm ve idamlara son verilmesi gibi konular dar çerçeveden çıkarak daha geniş kesimlerin gündemini oluşturmaya başlamıştır.
ABD yi yönetenler oldum olası büyük sermayedarlarla tarihi boyunca hep iç içedir. Büyük sermayedarların onayını almayan hiçbir siyasetçinin seçilme şansı nerdeyse yok gibidir. Kısaca ABD tarihine baktığınızda yüzde doksan oranında seçim kampanyalarında daha fazla para harcıyanların seçildiğini görmek mümkündür. (Obama da bunlara dahildir) Bundan dolayıda seçilen siyasetçiler büyük sermayenin emrinde olmak zorundadır.
..
Birinci Dünya Savaşı başlayınca Ermeni komitecileri,bir isyan çıkarmak için, özellikle Rus ordusunun ilerlemesini de göz önüne alarak balkanlarda uygulanan senaryoyu uygulamaya çalıştılar.
Osmanlı yönetimi kedilerine balkanlarda uygulanan TEHCİR kararı alarak,tüm savaş olan bölgelerden buna uyulmasını emreder.Ermenileri saklamaya çalışan diğer Anadolu halklarına da ağır cezalar ön görür.Özellikle Suriye ve Lübnan’a göç ettirilirler.
Ermeniler geri dönecekleri düşüncesiyle evlerini kilitleyip anahtarı komşularına teslim ederler.Çoğu da değeli eşya ve paralarını gömerek yola çıkarlar. Yola çıkanların çok azı Suriye ve Lübnan’a varabilir.Büyük bir çoğunluğu yolarda ölür.Bura varabilenler batı devletlerini haberdar ederek Osmanlı topraklarını terk etmek için onların yardımıyla dünyanın dörtbir tarafına dağılırlar. Sonuçta Anadolu topraklarından dünyanın her tarafına savrulmuş Ermeni diasporası ortaya çıkar.
Tehcir hareketi esnasında ölenlerin ve tartışılan rakamlar trajediyi yeterince ortaya koymaktadır.Ermeniler 1,5 milyon insanlarının öldüğünü söylerken karşı taraf zaten nüfusun bu kadar olduğunu söylerken doğru söylemektedir.Fakat kaç kişi öldü diye sorulduğunda ise aydınım tarihçiyim diyenler yüzsüzce kaçamak cevaplar vermekteler.Hemen salgın hastalıklar komedisine baş vurmaktalar.Geçek iki tarafında aydınlarının ortaya çıkardığı rakam ise 500-600 bin civarındadır.Rakam bu olsa dahi bu bir kırımdır.Çünkü nüfusun üçte biri civarındadır.
Türk tarafının salgın hastalık edebiyatına baktığımızda ise ayakları havada bir varsayım olarak kalmaktadır.Çünkü aynı dönemde tarihler bir salgın hastalıktan bahsetmemektedir.Eğer gerçekten salgın hastalık yaşanmışsa neden sadece tehcire tabi olanlar ölmüş.Elbet savaş dönemleri her türlü salgını barındırabilecek ortamlara sahiptir.Fakat hiçbir tarihçide böyle nota rastlanmamaktadır. Tarihteki en büyük salgında 16. yüzyılda İngiltere de yaşanan veba salgınıdır ki bu kadar büyük boyutlarda değil. Düşünün sadece Çanakkale savaşlarında Osmanlı ordusundan 200 bine yakın insan ölmüştür.Doğa koşullarından dolayı ölmüşse acaba doğa olayları sadece Ermenileri mi öldürmüştür.Tüm bu doğa ve salgın hastalıktan dolayı Müslüman nüfus içinde yüzbinlerle ifade edilen bir ölüm olayından bahsedilmezken salt Ermenileri kıran bu salgının açıklamasını çok aydın resmi tarihçilerimiz yapmak durumundadır.Diğer yandan soğuk yüzünden ölmüş olması da düşünülemez.Çünkü Allahuvekber dağlarındaki gibi bir ortam ve bir hareketsizlik söz konusu değildir. Tehcir edilen bu insanların güvenliğini sağlamak yönetime düşmektedir ve heran bir yerleşim merkezine ulaştırılabilirdi. Onun içinde iklim koşulları da ayakları havada bir tez olarak durmaktadır.
Ermeni tehcirindeki ölümlerin en büyük nedeni devletin resmi politikası olmamasına rağmen daha öce de belirtildiği gibi balkanlarda Türklere uygulanan ve devlet içindeki bir kurumun gayri resmi bir kırım politikasıdır.Bu güç itaat ve terakki içindeki ve Enver paşanın kontrolünde olan Teşkilat-ı Mahsusa dan başkası değildir.Bu anlatılan yüzlerce olaydan da anlaşılmaktadır.Durumdan vazife çıkaran bir çok yerel çete saldırılar yapmıştır.Çocuklar yola dayanamaz diyerek alınıp belirsiz yerlere gönderilmiştir.Kurtuluş savaşından sonra Karabekir diye yetiştirilen yetimlerin çoğunun Ermeni çocukları olduğu saklanamaz bir gerçektir.
Osmanlı meclis mebusanın ilk üyelerinden olan ve taşnak partisi üyesi olan Vartkes devlet içindeki böyle bir çete tarafından öldürülmüştür.Ermeni isyan hareketleriyle bağı olup olmadığı bilinmemektedir.Tehcir ile beraber Erzurum dan yola çıkan kafileye dahil edilmiştir.Kafile yolda durdurulmuş Ahmet ismindeki bir çeteci mebus olan ZOHRAB ve VARTKES’i kafileden ayırmış öldürüleceğini anlayan Vartkes cesur bir tavır sergilemiştir.Hiçbir resmi sıfatı olmayan Çerkez Ahmet iki mebusuda kafalarını taşla ezerek öldürmüştür.Hiçbir rütbesi olmayan bu çeteci yüzbaşı ve binbaşılara da kafa tutmaktadır.Teşkilatı Mahsusadan olduğu sonradan açıklanmıştır.Sürgünleri götüren terenden O zaman Suriye de kafileyi karşılayan Cemal pasa VARTKES’in kafilede olmadığını görünce durumu soruşturup Çerkez Ahmet’i suçlu bularak kurşuna dizmiştir.
..
NEDEN KUVVA-İ MİLLİYE
--Her Milletin iç ve dış düşmanları elbette olacaktır. Bu düşman bazen Soğuk, bazen Sıcak Savaş taktikleri ile ortaya çıkacaktır. Bu düşmana karşı koyacak Milli Kuvvetlere her an ihtiyaç vardır. Çünkü “Su uyur, düşman uyumaz” da ondan... Düşman uzun zamandır Soğuk Savaşla Haçlı Seferlerini sürdürürken, günümüzde yeniden Sıcak Savaş'a dönmüştür.
--Biz hep “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” dedik. O günün şartlarına göre Atatürk'ün bu sözünü ele almak gerekir. Yedi Düvel ile savaşarak üç kıtadan, küçücük bir Anadolu'ya sıkışan, yorgun bir milletin yeni bir savaş yerine, toparlanıncaya kadar bir süre barış istemesi gerekirdi. Atatürk de bu şartlarda bu sözü söyleme gereği duymuştur. Sonsuza kadar “Yurtta sulh, Cihanda Sulh” dememiştir. Hatta biz bu SULH işini o kadar ileri götürdük ki; “Yurtta Sus, Cihanda Sus” maya kadar vardırdık. Yurtta ve Cihanda Sulh veya Barışı kim istemez ki?
--Adam kendini “Tavuk Yemi” zannedermiş. Tavukları görünce hep korkar kaçarmış. Adama;
-“Yahu sen insansın, sen Tavuk Yemi değilsin, kendini insan olduğuna inandırmalısın.” diyorlar. Adam;
..
Geçmişten günümüze, şairler değişik politik ve ideolojilik düşüncelere bölünmüşlerdir.
Bu bağlamda; sizce şiirin dini, mezhebi, politik görüşü olur mu?
_________________________
_________________________
..
Onur BİLGE
Mutluluk, bir can yoldaşına sahip olabilmekti. Gözlerinden sevgi masalları okumak, yüreğinin atış hızını, nabzında duymaktı. Bir an için de olsa göz göze gelince; bakışlarında, gereksinim duyulan ışıltıyı görebilmek, aynı şekilde cevap verebilmekti.
Önce bir solukta okunan romanların heyecanıyla varlığıyla sabahlamak, sonra bilekler tutmaz, gözler seçemez oluncaya kadar öyküsünü yazmaktı.
Sanki ruhlar yaratıldığında, Kal-u Bela’da yan yana düşmüş kişilerdik. Oralardan tanıdık, ta oralardan bildik... ‘Ezeli Aşinam’ diyordum, içimden ona. Sanki ta o zamandan seviyorduk birbirimizi. Fakat yeryüzünde, melankoli halinde görünmekteydi. Yani kara sevda...
..
Oxford vardı da biz okumadık mı? Aforizma tanısal sözü, genel bir toplumsal politikaları eleştirme olaraktan, toplumların kadersi ve özgürlüksü yapısını belirlemesi açısından; olabildiğince gerçekçi ve tesbiti, bir yaklaşımdır. Neki, kişi bazlı eksiklik ve davranışlarınızı olumlamaya bir açıklama da yaparsınız. İşte o zaman durumunuzu açıklama ve halinizi mazeretli kılma bağlamında kendimize, dayanak temel söz yapmayı düşünürüz.
Oxford vardı da biz okumadık mı! Bu söz, toplumdaki yapısallığı açıklamada gösterdiği yansıma belirmesi kadar, kişisel eksiklerimizi haklı kılışın da savunmasını, aynı doğrulukta sürdürür değildir.
Özgürlük ve kader, birbirine bağlı, birbirini açıklar sözcüklerdir. Özgürlük toplumsal gücün bir var ediş belirmesidir. Toplumun bu belirmesi; okul, hastahane, laboratuvar ortamı, yol olarak sizden önce sizin çevrenizde gerektirilmişse; okumak, tedavi olmak, laborant olmak sizin zorunlu kaderinizdir. Özgürleşmeniz, kader olarak gerçekleşir. Kaderiniz de sizden önceki gerektirilmiş bir olanağın, yani özgürlüğün şimdi kazaen kullanımı olur çıkar
Böylece özgürlük ve kader nüans farklarının orjinden bütünler açı yansıması nisbetinde ayrılarak, kendi açısal tarama alanını; birbirini aynı orjinin açı yapan ışınları gibi destekler, yol aldıkça genişletirler. Şimdi özgürlük olarak var edilen, zaman geçince sizden sonraya olanak, kader olarak doğmaktadır.
..
Tanklarını ipsiz saldılar sokaklara generaller
Kuduz bir köpek gibi dolaşmakta ağzında salyasıyla
Mahalle mahalle kuşatıldı bütün bir vatan
Bir eylül sabahını buladılar kana.
Delikanlılar alındı önce karakollara
Sonra analar ve babalar
..
Atatürk’ten sonra Türkiye’nin kurtuluş yolunu ilk gösteren Cemil Sait Barlas oldu
Babamın bana anlattıklarına göre her sabah kalkar kalkmaz önce yıkanılır, paklanılır, traş olunurdu Yozgat Hapishanesinde. Sonra en güzel giysiler giyilirdi. Ütüsüz gömleği ve pantolonu olana rastlanmazdı. Sonra okuma faslına geçilirdi. Önce gazeteler gözden geçirilir, sonra önemli kitaplar sırayla sesli olarak okunurdu.
Öğleden sonraları da dil derslerine başlanırdı. Öğretmenleri Cemil Sait Barlas’tır dil derslerinde. Bu imrenilecek düzen içinde yaşamayı oradaki herkese Cemil Sait Barlas öğretmiştir. Gerekçesi de şudur.
“Bugün belki bizi ziyarete hiç kimse gelmeyecektir. Belki bizim topluluğumuz dışında bir insan önüne çıkmayacağız. Öyleyse kendimize gösterdiğimiz bu özen kime? Bu özeni kendimize göstermeliyiz. Çünkü bizler insan olarak herkesten önce kendimize saygı göstermek zorundayız. Önce kendimizi sevmeliyiz. Kendimize sevemezsek başkalarını hiç sevemeyiz. Kendimizi sevmeyince yaşamamızın bir anlamı olmaz ve yaşama tutkumuz azalır...”
Ah, keşke benim babam olsaydı Cemil Sait Barlas! Ve ah keşke Mehmet Barlas’ın babası olmasaydı o! .. Nedenini mükemmel bir babaya sahip olmanın kıskançlığı olarak algılayabilirsiniz. Ama aslında genelde herkesçe bilinen başka nedenleri de var. Bunu şimdi benim burada açıklamama gerek olmadığını düşünüyorum.
1905 yılında Gaziantep’te doğdu Cemil Sait Barlas. İyi ki de doğdu. Çünkü onun büyüyünce bu ülkeye vereceği büyük hizmetler olacaktı.
..
Bu şu demek, Toplumsal talepte üretişler vardır: 1-Toplumsallık demek, bizim dışımızda, bize göre olmayan bir nesnellik var demektir. 2- Bu nesnelliği bizler anlayıp tekrar yasallığı egemenlikle oluşturup gerçekleştiririz. 3- Bu bilgi ile nesnellikleri uyuşturup, amaçlı eylemle yaşama gereklerimizi sağlayışımız vardır.4-Bunu da, Ali'nin Veli'nin olmayan, ama müdahil oldukları, toplumsal emekle ve emeğin bağıntı ve iliş kinliğiyle oluşturabiliyoruz. 5-Toplumun üretim biçimi ve toplumun örgütlenmesi, karşılıklı etkileşimin, zorunlu bağlantılı ve somuta uygun düzenlemesi var demek. Toplumun üretim biçimi ve toplumun örgütlenmesi; toplum-insan; insan-doğa; insan -insan; insan-kurum; insan-araç ilişkileri ile karşılıklı etkileşimden olan üretimi, ortaya çıkmaktadır. 6-İnsan ancak toplum içinde, karmaşık emekle üretir. İnsan ancak ve ancak yalınızca toplum içinde köklü ve süren bilgi ve bilimini (öznellik) üretir.
Yani uçak yapımının ortaya konmasında, binlerce kişilerin birbirine bağımlı geliştirdiği on binlerce, emek aşaması ile yine onbinlerce bilgi ortaya koyması ile olur. Bir uçak yapımı için, bir insanın bilemeyeceği, tek başına yapamayacağı yetmiş bin ayrı işlem, madeni cevherden, arıtıma; arıtımdan kullanılır ürüne değin karmaşık emek, hüner, bilgi ve bunlara uygun, üretim aracı gerektirmesi bağımlılığını ön şart koşar. Toplumsal gücün, birey gücü olmayıp, bireyden bağımsız olduğunu biliyor muydunuz? Bu da ancak ve ancak; toplumla ve toplumda var olur. Toplum ve toplumsal emek kişisellik değildir. Hak ve özgürlüklerimizi sağlayan toplumsal emektir. Yanılmalar bu bilmezliklerden toplumsal bilincin olmazlığından saptırılmış inançsal tutumlar hak ve özgürlük diye körü körüne tartışılmakta. Üretimleriniz, üretimin tüketim zincirlemesi örgütlenmesi ve toplumsal emeğin; üretilme biçimi, bireysellik olarak siyasetle geliştirilir.
Bu üretimler, bu bağıntıları sağlarsa, toplumsal talep konusu olur. Yani uçak yapmanın koşulu, binlerce kişilerin, birbirine bağımlı geliştirdiği, on binlerce, emek aşaması ile ve onbinlerce bilgi ortaya koyması ile ancak olur. Bir uçak için, bir insanın bilemeyeceği, yapamayacağı, yetmiş bin ayrı işlem; arıtım, emek, hüner, bilgi ve bunlara uygun üretim aracı zorunlulukları bağımlılığı vardır. Toplumsal güç dahi, bireyden bağımsız olup, kendini geliştiren adeta dev bir sistemler organizmasıdır. İçinde canlı ve cansız yapı vardır. İkisi de tolumda gelişmek zorundadır. Canlı yapının gelişmesi, nesnel yapı ile nesnel yapının gelişmesi de, canlı yapı iledir.
Bu da ancak ve ancak TOPLUMLA olur. Toplum ve toplumsal emek kişisellik değildir. Halka aitlik (halksal) hiç değildir. Yanılmalar, kör dövüşleri, bu bilmezliklerden toplumsal bilincimizin olmadığından doğuyor. Üretimin tüketim zincirlemesi, örgütlenmesi ve toplumsal emeğin üretilme biçimi, bireysellikle bağıntılaşma gerçeklenmesi, siyasetle, politika ile geliştirilir.
..
İnsanların ön yargıları kuvvetlidir. Kuvvetlendirilmiştir. İnsanlardaki ‘tembellik’, kolaycılık yanları buna yatkındır. İnsanoğlunun en tehlikeli virüslerinden biri… Bu zaafından dolayı kontrolü başka ellere kolaylıkla geçebiliyor.
Egemen din hangisi ise ona göre diğer dinler düşmandır…
Egemen milliyet hangisi ise, diğer milliyetler ona göre düşmandır.
Egemen tarikat hangisi ise, ona göre diğerleri düşmandır.
İnsana boyun eğmek öğretilmişse boyun eğmeyenler düşmandır.
Toplum kadını kapalı olarak tanımışsa, açılınca ahlaksızlıktır.
Yönetici güçler, ilk çağlarda insanları kontrol edebilmek için koydukları kurallar, zamanla işlerine yaradığını görmüşler bundan kendileri için çıkar sağlamaya başlamışlar. Medenileşme, uygarlık gibi cilalı sözler arkasına sığınarak bu kuralları, kendi işlerini kolaylaştırmak için kullanmaya başlamışlar. Bunlar zamanla insanların beyinlerinde maddeleşen önyargılara dönüşmüş…
..
Ulu Önder Atatürk' ün ölümü üzerine söylenenler derlenerek, aşağıda sunulmuştur.
(1922'de Türk ordularının zaferi neticesi Anadolu'daki emelleri gerçekleşmeyen İngiltere'nin Türk düşmanı olarak bilinen Başbakanı Lıoyd George, Parlamento'da kendisine yöneltilen suçlama ve tenkitleri şöyle cevaplandırmıştır) :
'Arkadaşlar, yüzyıllar nadir olarak dahi yetiştirir. Şu talihsizliğimize bakın ki o büyük dahi çağımızda Türk Milleti'ne nasip oldu. Mustafa Kemâl'in dehasına karşı elden ne gelirdi.
(D. Lloyd George, İngiltere Başbakanı, 1922)
..
Su Gibi_Sizi tanıyoruz ama yinede bizlere kısaca yaşam hikâyenizi anlatır mısınız?
Özer Genç_
İstanbul'da doğdu.(1953) Trabzon Maçkalı bir babanın oğlu olarak..Aile geleneğinden gelen halk müziği ve horon ortamında yetişti... İlkokuldan sonraki tüm eğitim hayatı boyunca, bir yandan da çeşitli işlerde çalışmayı sürdürdü. Vefa Lisesi'ni ve İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi'ni bitirdi. 1980 öncesi Vatan ve Politika gazetelerinde çalıştı.
Askerlikten sonra özel sektörde çalışma yaşamını sürdürdü, emekli oldu ama çalışmaya devam ediyor.
Çeşitli kurumlarda bu halkoyunları ile ilgili etkinliklerde yer aldı. Festivallere katıldı, halkoyunları eğitmenliği yaptı. Bilim ve teknoloji, tarih, felsefe, sinema, müzik başlıca ilgi alanları oldu. Şiir ve öykü yazıyor. Toplumcu gerçekçi sanat anlayışını benimsedi. Şiirleri çeşitli dergilerde yayınlandı. Fatih Halkevi'nde yöneticilik yaptı ve kültür sanat çalışmalarında yer aldı (1970 -1980)
..
EVET, BOYKOT veya HAYIR konusundaki kararı bu kadar ciddiye almamıştım.
Daha doğrusu, referandumu ciddiye alacak kadar bir kazanım veya kayıp görmediğimdendi bu kayıtsız tavrım. Ama yapılan öfkeli tartışmaları görünce, sandığım kadar önemsiz olmamalı bu iş diye düşünmeye başladım. Ben bu anayasa değişikliğindeki kazanımı, emekliye verilen 20 TL’lik zamla ölçmüştüm. Ha almışım ha almamışım diye es geçmiştim. Ancak YAŞ’taki ve muhalefet partilerindeki öfkeleri görünce ciddi olarak düşünmeye başladım.
Bir de sosyalist ve demokrat olarak tanıdığım arkadaşlarımın tavrını değerlendirdikçe aklım uçuklamaya başladı. CHP ve MHP yi anlamaya çalışıyorum. İllegal örgütlenmeleri olan Ergenekon çetesi savunucuları olarak bu işle görevliler. Suçları ortaya çıktıkça prestijleri sarsılacak, itibar kaybedecekler. Ya sosyalist cephede olanlar (önemli bir kesimi kendilerine sosyalist demekten çekiniyor…) demokrat olduklarını iddia edenler. Sadece AKP karşıtı olmaktan mı kaynaklanıyor HAYIR veya BOYKOT demeleri? Yoksa Kemalizm’in şah damarı orduyu ve cuntacı aydınları koruma ve kollama görevleri genlerine işlemiş olmaktan mı kaynaklanıyor bu görev? İnsanların içinden geçen treni kavramak kolay değil.
HAYIR veya BOYKOT’ un gerekçelerini özetlersek:
Birincisi; Emperyalizmin oyunu olduğu gerekçesiyle boykot tavrı, ya emperyalizmin ne olduğunu bilmiyor arkadaşlarım, ya da ordu ile emperyalizmin ilişkilerini, ordunun misyonunu… Emperyalizmin dünyada oynadığı oyunları hangi güçten alıyor? Ordudan, paradan ve uluslararası sermaye örgütlerinden… En büyük güç de ordu. Bu da sadece ABD ordusu değil. Azınlığı ABD’den ve gelişmiş ülkelerden. İnsandan çok teknoloji ile katılıyorlar, emperyalizmin zengin ülkeleri. Asker çoğunluğu ise az gelişmiş ülkelerden, bunların içinde en güçlü olan ordu da Türk ordusu. Dünyadaki her savaşa da 60 yıldan beri sürülmekte… Yani her halükarda emperyalizmin boyunduruğunda… Bu yeni bir şey değil… Bu gün üretim kaynaklarının %65-70 şini uluslar arası sermaye kontrol etmekte… Bu kimin sayesinde? Şimdi savunulan Kemalist ordunun… Sanki yedi yıldır bu duruma gelmişiz gibi davranmanın neresi temiz politika? Yalnızca uygulanan sıkıyönetim, OHAL bölgeleri ve darbelerle onbinlerle ifade edilen ölümlerin, yüzbinlerle ifade edilen işkencelerin kayıpların sorumluluğu bu ordunun değimli? Şimdi hepsi devleti savunduk. Emir tepeden geldi demeye başladı.
Ya bilinçli olarak siyasi kararınızı verdiniz ve şimdi kendinize temiz bir gerekçe arıyorsunuz, ya da gerçekten bunları unuttunuz.
Felsefede acılar çabuk unutulur diyor acaba doğru mu? Unuttunuz mu?
..
Bu yazı kurtuluşun felsefesi yazı dizim içeriğindeki bir bölümdür.
Söz gelimi, Atatürk; "yurtta sulh cihanda sulh" derken, asla pısırıklık ifade etmemişti. Cephelerden gelen biri, bu konuda pısırık olamaz. Aksine böylesi savaşçı ortam içinde gelen birisinin tutumları, sizi; savaşçı heveslere tutuşturabileceği dahi, değerlendirilebilirdi.
Pısırıktı deme yorumu, hem izanı kıtların, hem kışkırtıcıların; hem de söylenen söz şartlarının uzağında olmanın rahatlığıyla söylenmiş olur. Sözü güncel bağıntılarından koparılışla, şimdiki güncel durumların ahkamı içinde anlamlandırılmayla söylenmiş, saptırılmış olur. Bu gibi söylemler akıldan, bilimsellikten, tarihsellikten yoksun söylem olurlar.
Neden mi? Siz Atatürk’ün anı olmuş siyasi hayatını bilmeseniz de, olası tarih bilincinizle; bir önderin açık gizli söylemlerinin, konjonktürle bağıntılı olma alakasını rahatça kurabilirsiniz. Üstekik elinizde kuruluşun felsefesi olan tarihi dökümanlarınız da var. Sizin aydın oluşunuz da zaten buradadır. Değilse aydınlık keramet değildir.
..
S.D.D.ve K.Müze açılışı Dr.Yük.Müh. ŞEVKET DEMİREL'İN konuşma metni...
26-10-2014 İslamköy- Atabey - Isparta
Sayın Cumhurbaşkanımız, değerli misafirlerimiz hepiniz hoş geldiniz.
Yarım asır Türkiye Cumhuriyeti Devletine hizmet eden Süleyman Demirel Demokrasi ve Kalkınma Müzesine hepiniz tekrar hoş geldiniz. Sizler buraya bu gün yalnız, Demirel sevgisi ve hasretini gidermeye gelmediniz. Demokrasiyle olan kalkınmayı görmeye geldiniz. Hiç bir siyasi amacı olmayan bu açılış, ülke tarihinde belkide bir ilk olacaktır. Bu topluluğu buraya çeken felsefe budur. İşte sizler ona geldiniz.
..
“Yazar okuyucunun, okuyucu da yazarın dostu ve arkadaşıdır. Bir şiir, bir hikaye, bir makale, yazardan okuyucuya gönderilmiş bir mektuptur' (s. 13) .
'Yazarın bir üretici, okuyucunun bir tüketici, yazılanların ise bir meta olarak algılandığı bir çağda, bu çarpıklığı düzeltmenin onuru bize ait olmalıdır' (s. 14) .
'Hayatın bir döneminde şiiriyeti olan şeylerle uğraşmak,, duyarlı bir kişinin kendisine kabul ettirilmek istenen gerçeklere karşı ilk tepkisidir' (s. 20) .
'Tehlikeli olan hayal kurmak değil, hayalperest olmaktır' (s. 21) .
..
Durdu ŞAHİN: Kısaca kendinizi tanıtır mısınız?
Ahmet UĞUR: 1944'de Akkışla (Kayseri) de doğdum. İlk tahsilini kendi memleketimde yaptım. Orta tahsilimi Kayseri Imam-Hatip Lisesinde yaptım (1954–1961) . Aynı yılda Niğde Lisesini ve öğret-men okulunun imtihanlarım vererek diploma aldım. 1962 yılında Ankara Üniversitesi ilahiyat Fakültesine girdim. 1966 yılında Haziran döneminde bu Fakülteyi bitirdim. Yüksek öğretimi bitirdikten sonra (1966 -1968) Kırıkkale Imam-Hatip Lisesinde öğretmenlik ve idarecilik yaptım.
Mart 1968 de Milli Eğitim Bakanlığı hesabına İslâm Tarihinden Doktora yapmak üzere İngiltere'ye gönderildi.
İskoçya'da Edinburgh Üniversitesinde 'Selim I iıı the light of Selimnâme literatüre' adlı teziyle (Ph. D.) doktoramı bitirip 1973 de yurda döndüm.
..
Hep sevmişimdir Yaşar Özen’i. Tarafından sevildiğimi de düşünmüşümdür hep. Sanmam ki benim sevdiğim kadar çok sevebilsin o da beni... Örnek olarak almıştım kendime bu güzel insanı. Özenmişimdir hep çabalarına, çalışmalarına, yazılarına...
Herkes gibi ben de Gaziantep’in yerel gazetelerindeki yazılarından tanıdım onu. Halkevimizin Güney Postası Gazetesine kadar uzanır mıydı yazıları? Sanki oradan da Gaziyurt’tan da anımsar gibiyim.
Kentimizde en uzun süreli yazdığı tek gazete yerel Sabah olmuştur, bu kesin. Yıllar yılı o gazetede yazmaktan şaşmadı hiç. Ta ki son zamanlara kadar. “Bir ömür, aynı gazetede nasıl geçer, bu ne güzel sadakat örneğidir” diye düşünürken nazar değdi. Bu yaz ansızın, o gazeteden koptu Yaşar Özen.
Uzun yıllardan sonra, benim de “Güzel Gazianteplilerim”in bir bölümümün yayınladığım Ekspres’te görmeye başladım yazılarını. Halil Zor arkadaşımızın gazetesidir Ekspres. Bu gazetede paylaşabildi Özen ağabey okurlarıyla en içten düşüncelerini, sansüre uğramadan.
Sonra ansızın oradan da topladığını görüyoruz göçünü. Bundan sonra bir süre Hakimiyet’te yazacaktır ustamız. Sonra ne akılsa, dünya görüşünün asla bağdaşmadığı biri tarafından çıkarılan “Doğuş”ta rastlıyoruz imzasına.
Aslında ulusal gazetelerimizden birinde yazmayı çoktan hek eden iyi bir yazardır Yaşar Özen. Neden olmadı bilemem. Bu da bir şans işi zahir.
İlk, orta öğrenimini Gaziantep’te yaptığını biliyorum. Daha bu yıllarda yerel gazetelerde yazmaya başladığını da biliyorum. İstanbul Erkek Lisesinden sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Gazetecilik Enstitüsünü bitirdiği, aynı üniversitenin Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi bölümünde okuduğuda bilgilerim arasında yer alıyor.
..