Siyam balıkları olsalardı belki okyanusa kaçabilirlerdi, ama değildiler. İnsandılar. Üstelik üçü de erdi. Aileleri yoksuldu. Kimsesizdiler... Arkalarında onları koruyan güçlü, nüfuzlu kişiler yoktu... Birliklerinden kaçıp Rum kesimine sığınmak istiyorlardı... En güvendikleri subay bendim, öyle ki; kaçın, kurtulursunuz, desem hemen o gece her şeyi göze alarak karşı tarafa geçerlerdi...
Kuzey Kıbrıs'ta çok sıcak bir yaz gecesiydi. Nöbetçi subayıydım, odamda tek başıma oturmuş bu cehennemden kurtulmak için gün sayıyordum... Ama onların durumu benimkiyle asla kıyaslanamazdı. Aylardır aldıkları emirlerin sızısı adeta derilerinin içine işlemişti... Bu sızılar gözlerinden okunuyordu. Artık dayanacak güçleri kalmamıştı. En küçük hatalarında subaylardan dayak yiyor, durmadan aşağılanıyor, hakarete maruz kalıyorlardı. Hatta bu davranışlara maruz kalmaları için hata yapmalarına bile gerek yoktu. Onları sırf karanlık zevkleri için, dahası can sıkıntısından döven, aşağılayan subaylar vardı...
Üçü de karşımda duruyor o acının siyahı vurmuş gözleriyle benden bir umut bekliyorlardı. Onları bu korkunç durumdan kurtarmak için neler vermezdim. Ama ortasından bir sınır geçen ve sınırların iki yanında iki ayrı devletin bayrakları olan bir adadaydık... Dedim ya, Siyam balıkları olsalardı, üzerlerinde o üniformalar olmasaydı okyanusa kaçarlardı, diye. Ama ne yazık ki Siyam balıkları değildiler. Kaçmak o kadar kolay değildi... Türk ve Rum devletleri neredeyse hiçbir konuda anlaşamasalar da sadece birbirlerinden firar eden askerleri geri teslim etme konusunda anlaşmışlardı... Üstelik iki devlet de kaçan erleri onlara akla hayale gelmeyen acımasızlıklar yaptıktan sonra geri gönderiyorlardı...
Örneğin Türk birliklerinden kaçan erler çöl ikliminin geçerli olduğu Rum sınırının hemen yakınındaki maden ocaklarında bin bir eziyet altında ve karın tokluğuna birkaç ay çalıştırıldıktan sonra Türk kolordusuna teslim ediliyordu. Firar eden erler kolorduda günlerce dayak yedikten ve bir süre hapis yattıktan sonra Türkiye'deki sürgün birliklerinden birine geri gönderiliyordu. Sürgün birlikleri en kötü iklim koşullarının ve en ağır baskıların olduğu yerlerdi... Ve en acısı askerlik yaptıkları süre siliniyor ve bütün bu eziyete yeniden başlamış oluyorlardı...
Bunları anlattım onlara... Kaçmakla ne kadar haklı olduklarını, ama kaçtıklarında nelerle karşılaşacaklarını... Kararı onlar vereceklerdi...
Bir anda bütün umutlarının yıkıldığını hissettim. Gözlerindeki o tesellisiz hüznü anlatmak çok güç... Çocukluklarından beri içlerine işlemiş emirlerin sızısı bir anda açığa çıktı sanki. O her bir taraftan kuşatılmış hayatları bulunduğumuz odayı kapladı... Hiçbir kaçma fikrim olmadığı halde bir anda onların kaderi benim de kaderim olmuştu...
Biz biraz düşünelim, deyip odamdan dışarı çıktılar. Bir süre sonra geri geldiklerinde yüzlerindeki o yaralı isyan duygusu çaresiz bir kabullenmeye dönüşmüştü...
Vazgeçtik, kalıyoruz, dediler...Ve sonra görecekleri eziyetlere, maruz kalacakları aşağılanmalara, yiyecekleri dayaklara, alacakları emirlere, geri döndüler... Kaçma fikri kafalarında belirdiğinde biraz olsun unuttukları sızılarına yine geri döndüler...
Bense o an orada olmaktan derin bir pişmanlık duymuştum. Bu üç erin bugüne dek çektikleri ve çekecekleri zulümlerin bir ortağı gibi hissetmiştim kendimi...
Köleler ve tiranlardan oluşmuş bu sistemin bir parçası gibiydim orada... Hayatım boyunca baskıdan ve acıdan kaçmanın yollarını düşünmüş, ama kaçışın bedellerini bildiğim ve bunu göze alamadığım için, hep istemediğim yerlerde, istemediğim koşulların arasında sıkışıp kaldığım için kendi köleliğime onları da ortak etmiştim sanki...
..
Bu gece konuğumsun.
Karanlık, yırtıcı düşler ve küçük ölümlerle dolu bir ormandan geldin bana...
Perdenin aralığından sızan mahcup ay ışığı yorgun bedenini okşuyor...
Yanımda uyuyorsun. Kollarındaki, bacaklarındaki izleri, yaraları seyrediyorum.
Alımlı, uçumlu bedenine, diriliğine, büyülü gençliğine tutkuyla bağlı olduğun adamdan geliyorsun bana...
..