/Her sevi gerekçesiz kelimeler doğurur,
her doğan, sevi’ye seviyesizce mahkum olur/
Günlerdir içimde safra, yüzümde çıban bu işaretler. Neyin nesi bilmiyorum. Yıldızlar kadar sürecek mi savaşım? Yoksa içerde mi alacağım soluğu yine? Zindanlara nöbet olmaktan, histeri travması geçirmiş alışkanlıklardan, çöp kutularını karıştırıp durmaktan sıkıldım. Kendi sokağında yırtık güz aydınları taşıyan kollarım! Nerede kaybettim ben aramadığımı? ..
Vaveyla... Her baktığımda daha çok özlüyorum adından kovuluşumu... Koparsam, yüzümdeki soğuk izi siler mi? Tiz bir tebessüm, ıslak bir sis serpilir mi günceme? Tesadüfün deliğinden geçirdiğim her iğne suratımda devşirdi pençesini. Dikişli gözlerimi aralayabildim. Etime mıhladığım “ben”cil düğmeleri kavlattım, başımdan kaynar sular döktüm köklerime. Aşağı da karanlıktı yukarısı kadar... Gördüm...
Çirkin kahkahama saplanmış boğuk hüzün! Süngülerini vur yüzüme ya da çatlasın zehrin. Genzimde yanık kozalak kokusuyla yaşamasını da bilirim ben. Çivi çividen alır hıncını; kol kırılır, yen içinde bir yere taşınır lüzumluca. Bu kuyuyu iğneyle çıkardım ben, karanlık çektirmem çıkrığıma...
İşte o gün –ya da o günden sonra artık- sapsarı bir uzlete düştüm. Saçlarıma esir bir cinayetin ürpertisi, dağlara gömüldüm. Topuğumla ezdim hatırlı hatıraları, kum birikti enseme oluklardan akan sudan, bahanelerden... Yine kendime öldürmüştüm seni. Ateş gibiydi gözlerim, etrafımda yabanıl sarmaşık gazelleri, gariptim... Ben sensizliğe geldim. Nazardan beterdi... Yirmi beş gün boyu, yirmi beş yıldır biriktirdiğim korkuları ambalajlamakla bitti. Kapı aralığından bir kasımpatı geçti. Sen sandım... Döndüm, yokluğun çoğalmıştı... Kaç yüz değiştirdim aynada, kaç turnusol değdirdim suskunluğuma, kaç ışık hızından öteydim, bilme! Duymamak için eğri gidişini, kulaklarımı bir midye kabuğunun içine kilitledim. Mahurda cızırtılı taş plak dönerken, esefle dinledim. Şaşırdım, bunaldım, bilmedin... Müjgan da terke meyilliydi artık gözlerimi... Biliyorum, aramızda zardan duvarlar vardı, tahtadan totemler... Gülünce, gülmezdi iç cebinde gezdirdiğim çocuk, benizsiz kalırdı rıhtımda yakamozlar. Parmaklarımdan nilüferler sızıyor diyorum ben, taşıma suyla yanıyorum ireminde, anlamıyorsun. Böldüm diyorum omzumdan yukarısını, kestim sırnaşık dilimi. Kaldırdım aramızı ikimizden, yuttum hikayemi. Tadı felaketti!
Ah çekip de arkam sıra ağlar var
Bakarım bakarım sılam görünmez
Aramızda yıkılası dağlar var
Coşkun sular gibi akıp durulma
sayın karataş ve yakup bey, çok teşekkür ederim.. öyle içten okudum ki yazdıklarınızı..
''Bu kuyuyu iğneyle çıkardım ben, karanlık çektirmem çıkrığıma...''
içe iğneyle kazılan kuyudan, (-güzel- ) bir ışık
çıkmış, ışığı olan yolunu bulur.....
saygı ve selam ile...,
mehmet şakir karataş
deneme yazisi gayet basarili gayet anlasilir,ayrica siirde cok güzel ve okunasi tebrikler sayin bayan Tansu...
ışık gidince ölür pervane,
ağzında uyur kelebeğin mayalanmış koza.
dut ağacı,
beyaz kireç,
şıra...
yapış yapış betonlar.
avaze kadife balıkları çarığın altında döneler.
fener sönünce ölür kayıklar.
kıyıda kalır gömgök olmuş ellerim...
pervane kalmadı ortalıkta....
kutlarım
sayın Emine hanım,
başarılar
Bu şiir ile ilgili 6 tane yorum bulunmakta