Denemeler-Yaşanmış Hikayeler
Kırım Nogay Tatarlarının 19.yüzyılın sonlarına doğru 1856 yılında başlayan Osmanlı-Rus savaşlarından sonra, Rusların kırım ve Kafkaslara doğru ilerlemesi ve yurtlarından sürgün edilmesi ile gelen göç kafilesi, adını Türkistan’daki Ceyhun’dan alan Ceyhan nehrinin denize yakın bölgesi Çukurova’nın bakir ve bereketli topraklarına nehir boyunca yerleşmiş, dere kenarlarındaki sazlıklardan kestikleri kamışları at arabaları ile taşıyarak, örme şeklinde barınaklarını oluşturmuş ve havalar soğuyup, yağmur başlayınca ise killi çamura saman karıştırarak, kamıştan evlerini kalıcı ikmetleri haline getirmişler.
Kendi yetiştirdikleri tarım ürünleri ve nehirden tuttukları adam boyunu aşan sekizbıyık, bir adı da gelebicin balığı avlayarak geçimlerini temin etmişler.
Eski mahalle olan Aytemuroğlu’nda böyle bir evde bir telaş, koşuşturmalar ve ardından hızlı adımlarla gelip, hızla eve giren Kara Fatma, misafirin niye geldiği ve evdeki telaş anlaşılmaya başlamıştı.
Çocuklar dışarıya alınmış, babamla birlikte ağlaşan çocuklara piskevit arası lokum yapıp veriyoruz. Dut ağacının altınadaki taht’ta eski kumaşlardan dokunan kilime bağdaş kurup, yüzünden mutluluğu anlaşılan babam, bana uzun uzun bakarak, torun sahibi olacağı saniyeleri sabırsızlıkla bekler gibiydi.
Elinin mahareti dillere destan Kara Fatma, usta elleri ile içeride kıvranıp, kuşlar gibi bağıran hanıma ilk doğumunu yaptırdığı, kesilen sesten anlaşılmıştı. Komşumuz hüsniye yenge, kapıyı aralayıp, müjdemi isterim, müjdemi isterim! diye bağırınca, derin bir ohh çekiyorum! Babam boynunu uzatarak, oğlum sor bakalım, kız mı, erkek mi? Diye bağırıyor! Kızınız olduuu, diye ünlenen hüsniye yengeme sert sert bakıp, yüzünü ufka doğru çevirip, lahavle çekmeye başlıyor.
İçeriden ıngaa, ıngaaa diye sesi duyunca, babama bakıp utanıyorum. İlk defa baba olmanın mutluluğunu yaşamamı, babamın korkusundan ertelemek zorunda kalıyorum.
Çırçır fabrikasından çıkartıldığım gün, Pamuk yağı üreten fabrikaya, ambalaj kutusu üreten teneke fabrikasına makascı ustası olarak girdiğimin daha ilk haftasında, parmağımı makinaya kaptırdım ve oluk, oluk akan kanı durdurmak için baş usta pala Bekir, üstüpü ile kocaman bir yumak yaparak, dışarıda faytoncu varmııı? diye bağırmaya başladı. Aslında hastane çok uzakta değildi amma, çok kan kaybediyordum. Kopan parmağımı, doktor olmadığından hemşireler dikmişler ve bir hafta sonra mikrop kapan parmağımdan tüm vucuduma dayanılmaz acılar yayılıyor, Allah’ım canımı al da kurtulayım diye dua ediyorum. Çilekeş hayatımda, bir de parmağım gitmiş, haydi parmaktan vazgeçtim de, işsiz kalmıştım.
Doğan çocuk kısmeti ile gelir derler ya, ama ben çocuğu bırak canımın derdine düşmüştüm. Hanımın sütü yeterli gelmiyor, kızım sanki bir yerine iğne batırılmış gibi, hiç susmuyor ve çocuk sevinci daha haftasında kursağımda kalmıştı.
Esma büyüdükçe bakışları garipleşiyor, gözleri farklı yönlere kayıp, durup dururken basıyor çığlığı, bende lan avrat, gene ne yaptın çocuğa diye söylenince, vallaha bir şey yapmadım, her zamanki hali diye geçiştiriveriyordu.
Kızımın yaşı ilerledikçe bu kızda bir gariplik var diyorum, amma cesaret edip te bir doktora göstermek cesaretini bulamıyordum. Üç yaşında eve aşıya gelen hemşire hanım, fark etmiş olacak ki, hanıma yarın bu çocuğu hastaneye getirin diye sıkı sıkı tembihlemişti.
Ceyhan devlet hastanesine o günlerde, haftanın üç günü doktor geliyor, gelen doktorda çocuğu muayene edip, bir şey anlamadı ve bu çocuğu hemen Ankara’daki bir araştırma hastanesine götürmemizi söyleyince dünyam karardı. İş yok, güç yok, üstüne üstlük hem kız çocuğu, hem de hasta. Babam doğduğu günden beri bizimle küs gibi, durumu anlatıp para istesem ne diyeceğini kestiremiyorum ki!
Bir cesaretle babama torununun çok mühim bir hastalığı varmış, doktor ankara’ya götürün bu çocuğu diyor, deyince; o sert bakışlı adam donuk donuk yüzüme baktı ve iki gözünden birer damla yaş aktığını hayal meyal hatırlıyorum.
Babamın beline her zaman sardığı kuşağına ellerini sokarak, anamın şalvar bezinden arta kalan parçadan diktiği kesesinden çıkardığı paraları, masanın üzerine koyduğunu gördüm.
Hanım akşamdan hazırladığı azıkla bizi istasyona kadar uğurladı. Para yok ki, anasıda gelsin. Ben ve kızım Tren garında Osmaniye tarafından gelecek olan trenin düdüğünü çalmasını bekliyoruz. Her zaman tehirli gelen tren taa Hamdili sapağındayken acı acı düdüğünü çalmaya başladı. Bir homurtu ile istasyona gelen kara trenin dumanı esen rüzgarla şehrin üzerine doğru kapkara bir is bırakarak yayılıyordu. Elimizdeki parayı idareli kullanalım diye, yataklı kompartımandan bilet almadım, karşımızda genç bir karı kocanın oturduğu koltuğa sıkıla sıkıla ilişiverdik. Tren istasyonda lokomotifine su doldurduktan sonra, oflaya püfleye hareket etmeye başladı. Geçtiğimiz tünellerde genzimizi kara duman yakmaya başlasa da artık torosları geçmiştik.
Acı haberle Ceyhan’a döndüğümüzde evde yas ilan edildi. Kızımın doğuştan beyninde ur varmış ve beyni gelişmemiş, artık ömür boyu yapacak bir şey yokmuş, dedi doktoru…
Kirada oturduğumuz evin sahibi, Kuşluhan’ın sahibi ökkeş ağa, oğlumu everecem, evimi boşaltın diye ilk ihtarını yapmıştı. Ben de yok, babamda yok. Ne yapacağımızı şaşırmış bir haldeyken, dilenci kılıklı bir piri fani evimizin önünde beliriverdi. Hiç alakasız bir şekilde babama, oğlum yeni aldığın elbiseni bana verirmisin dedi, ben ve babam çok şaşırdık. Gerçekten de babam daha dün yeni bir elbiese almıştı. Babam itiraz etmeden içeriden elbiseyi getirip, ak sakallı yaşlı amcaya veriverdi. Ben ise Allah Allah, bu adam şaşırdı mı? Kendinin giyeceği yok, adama tuttu daha yeni aldığı elbiseyi verdi diye iç geçiriyordum! ! ! Yaşlı dilenci üzerindeki sağ kolu yırtık gömleğinin üzerine elbisenin tek kolunu geçirdi ve geri çıkardı. Al oğlum elbiseni geri diyerek, bu seferde, babamın kurban bayramı yaklaşıyor diye alıp, kurbanlık kesip evin nafakasını çıkaracağı bıçağı istedi. Babam bana bile söylemeden hipnotize olmuş gibi, mutfağa girip yeni aldığı bıçağı da adama uzattı. Yaşlı adam bıçağa şöyle bir nazar etti ve bıyığına ve sakalına sürerek bıçağı da geri vererek, uzaklaşmaya başladı. Arkasından bakmaya fırsat olmadan, aksakallı piri fani gözden kaybolup gitti.
Bir gün sonra komşular babama, civantayak mahallesinde fazla kamış getirmişler, sana da orada bir ev yapalım dediler. Üç günde biten yeni evimize taşındık. Daha duvarları saman ve çamur kokan evimize taşınırken eski mahallemizin kadınları, pencerelerinin tahta kapaklarını açarak birbirlerine, hu komşu kız duydun mu, diye birbirlerine, Perişan Ali gillere Hızır gelmiş, vallaha billaha okumuş, üflemişte diyerek kulaktan kulağa mahallede yeni yaptğımız evimiz duyulmuştu.
Yeni taşındığımız evimizde hamile olan karım, bir de nurtopu gibi, ablasından geri kalmayacak şekilde, yine aklının noksan kaldığı bir erkek çocuk doğurdu. Bu ne konuşur, ne güler, ne de ağlar, ablası hiç değilse yarım yamalak, bazenda anlaşılmaz bir biçimde acıktığında Annn, babbb, gibi garip sesler çıkararak aslında, anne baba dediğini bildiğimiz sesler çıkarırdı.
Hayatım hep acı, keder ve üzüntü içerisinde geçen ömrüm hâlâ aynı çileyle devam ediyor. Kız yirmialtı yaşına, oğlan ise, ondört yaşına bastı.
Hanım ancak onların bakımı ile ilgilenebiliyor, ben ise sabahları bir devlet dairesinin lojmanlarındaki çöpleri aldıktan sonra, boya sandığımla akşama kadar ayakkabı boyacılığı yapıp, evdeki iki tane özürlü çocuklarımla eşime bakmaya çalışıyorum.
Allah’ıma binlerce şükürler olsun, evime hergün taze ekmek giriyor. Bunu bulamayanlar da var diyerek şükür ve tefekkür ediyorum.
09.01.2014
Kayıt Tarihi : 3.2.2014 12:09:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!