Padişahın kapıcısına hediye verirseniz buranın padişahı benim der ve şımarır.Ortalığı ayağa kaldırır ve önüne geleni ezmeye çalışır.Gider çimenleri mahveder ve sarayın gül bahçesini tarumar eder.
Oysa kapıcının görevi sarayın bekçiliğini yapmaktır ve padişahı korumaktır.Siz kapıcıyı şımarttığınızda artık kötülük kapıya kadar dayanacaktır hatta zili çalmadan içeriye girecektir.
Toplumda bazı insanlar sahip oldukları üstünlüklere rağmen olmaları gereken yerlerde olmayabilirler, yükselmek isteyebilirler.Tabi ki böyle insanlar kapılara kul olmasınlar.Hep eşikte kalmasınlar.İçeri de girsinler hatta padişahtan daha üstün olsunlar ama küçülmesinler. Kapıları tıklatarak içeri girsinler.Padişah olacaklarsa da kendilerini önce görgüyle, kültürle taçlandırsınlar.
İnsanlar şımarmasınlar.Sahip oldukları değerlerin kıymetini bilsinler.Kapıları, pencereleri kırmasınlar ve kapıdan, bacadan içeri girmesinler.Küçülmesinler.
İnsanlar başlarına ne gelirse gelsin kendilerini kibarlıkla taçlandırsınlar.Oturdukları sandalyeyi aklını kullandıklarında bir tahta dönüştürsünler.İnsanın aklıyla yüceldiğini unutmasınlar.
Padişahın kapıcısına hediye verirseniz buranın padişahı benim der şımarır.Bu yüzden insanlar şımarmayacak kişilere iyiliğin kapılarını sonuna kadar açsınlar.Onları ödüllendirsinler.
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...