Aaaah aşk! Sen nelere kadirsin. Ya da biz ne kadar anormale hasretiz. Eskiden insanın az olduğu dönemlerde, ya da pardon düzeltelim hemen cümleyi… Eskiden insanın tam statünün az olduğu dönemlerde her seven her sevdiğini alıyo diye heralde çıktı aşk. Çok geriye gitmeye gerek yok. Günümüz tarihinden bile beş yüz yıl geri gittiğimizde, yani o karanlık çelik çağına, insanlar aşkı hep hayatın en büyük hazinesi olarak anlatır işler. Oysa günümüz tarihine gelindiğinde bu hazine acı veren, sonunda acı çektirecek bir olgu olarak akıllara kazınmaya çalışılıyor. Çalışılıyor derken, bir kasıt yoktur illa ki ama, görüyorsunuz işte, aşk değişmeyeceğine göre biz değişiyoruz. Ne var ki aşk değişmediği gibi Mustafada değişmediğinden aşk Mustafayı askerde bulur yakalar. Panik yapmayın. Düşündüğünüz gibi değil. Düşündüğünüz gibi olsaydı, Mustafa değil Cemil âşık oldu derdik. Bu aşk asker ocağının dışında…
Mustafa askerde bir kıza vuruluvermiş. Çarşı izninde görmüş o parıldayan gözleri. Zaten bu gözü çıkasıca gözler başkasına hiçbir anlam ifade etmezken size hep parıldamaz mı? Sesini duyduğunuzda ağzından çıkanların ne önemi vardır ki sevgilinin? Kelamlar anlam ifade etmesede sesi her anlamı ifade eder… Biz insanlar hep giyinik olduğumuzdan heralde seslere gözlere kokulara aşık oluruz. Gerçi tabelaya bakarsanız Ademle Havanın bile incir yaprağı var. Biz çıplaklığı bırakın, çıplak olmayı bile düşünmeyi yasak etmişiz kendimize. Erkeğin sevme kadnınıın sevilme ihtiyacı varlığında aldığımız mutluluk Mustafayı da yakaladı işte… Hani zar zor bir yerde denk gelse! Geldiğinde de zar zor kıza bir iki cümle kursa korka korka… Ama çooook uzun cevaplar alsa derken başlayıverdi aşk… Hayatamızın hemen her anında bizi bir yerde yakaladı. Yakalanmayanlarda üzülmesin! Onlarıda nasıl olsa bulucak aşk… Sadece sizi bulduğunda tek dileğiniz, etmeniz gereken tek dua şu olsun; ‘ Ey yarın; bugünümü dün etme yeter.’
Demişken Enes, size duyduğum en iyi ptofesyönel ordu ütopyasını anlatıyım… Seksenden öncesi başka sonrası başka hatırlasada hemen hemen herkes Beyazıtı bilir. Görsede bilir görmesede… İşte orda, yani Beyazıt meydanında bir tezgâhtar var. Genelde hediyelik eşyalar satar. Nazar boncuğunun türevleri işte… Adama genelde ‘Başkan’ diyorlar. Sebebi sanırım gençlik yıllarında çok sol düşünmesinden kaynaklanıyor. Bu rumuz onu genelde hiç rahatsız etmediğinden bende sebebini sormadım. Genelde yaklaşık elli yaşında bir adam… Dişleri beyazdan bile daha beyaz genelde… Zaten genelde ya yönetimde ki yanlışlıklardan ya dinin çıkarcı yorumlanmasından dolayı insanların sistemde ki yerinden ya da diş fırçalamanın öneminden konuşan bir adam. Manyak mıdır nedir genelde? Dişlerinin görüntüsünün güzelliğinden emin olduğundan olucak ki; gülüşü tutamıyacağınız kadar büyük ve samimi olan bir adam.
İşte bu adam günün birinde bana bir ütopyasını anlatmıştı. Onun fikrine göre günün birinde belki bin, belki binlerce yıl sonra, biz göremesekte dünyada sınır diye bir kavram kalmayacak. Dolayısıyla kimsenin askeride olmayacak, sınırsızlık sadece harita üzerinde değil, beyinlerdede gerçekleştiğinde suç oranı dibe çöküp ahlaki değerler akılcı değerlerle birleşince polislere ihtiyaç kalmayacak, kimsenin poliside olmayacak. Ve belki de işsiz kalan kolluklar, kıllığı bırakıp işsiz güçsüz gereksiz düşüne düşüne kendilerini sanata verecek. Ama günümüzde bu zorunlu görevler başka zorunlu görevleri olanlara ya da bizim zorunluluğumuz içinde bizden olmayıp adına suçlu ya da karşıt dediğimiz kişilere karşı ne yazıkki var. Bu yazıklığıda üzerine yeterince piyon konulmuş satranç tahtalarında değerlendiren siyasi bürokratik ve politik arkadaşlar, bi kaç piyonu zaman zaman eksiltip yenileyerek fırsata dönüştürmekteler gibi…
Şimdi iştemden sonraki kısmı ele alalım. Başı; savunmna anlayışının olmadığı ve savunma birimlerinin olmadığı bir dünya… Kıçı; malum şu an içinde yaşadığımız bildiğimiz birilerin rant sağlayıp çok para kazanıcak diye gençlerin hemde tahmin edemeyeceğiniz kadar saf temiz gençlerin adına şehitde deseniz fark etmez. Netice olarak öldüğü dünya… Ha bunun, işte bunun, şimdi kıçımı ütopya, başı mı?
Sorgu Meleği Ying: Hangi cennet? Bak Mustafa, dürüstlük yaşamaktır… Dürüst olursan sadece kendi istediğini, istediğin zamanda, doğru bildiğin gibi yapar, yaşarsın… Sende bak Hasan… Eşitlik müziktir… Sanata hiç sırtını dönme! Sanat seni hiç bilmediğin, bilip de sevmediğin, sevmeyip de kastettiğin kültürlerle kaynaştırır. Herkesin kabullendiği bir klasiktir bu… Dili nece olursa olsun, herkes aynı şarkıda aynı duyguyu hisseder. Sanata sırtını çevirmesen ilerde bir gün şu an da ne yazık ki nefret ettiğin insanların ne demek istediklerini anlarsın. Ve Bayram; düşünmek koşmaktır… Belki biraz da uçmak… Düşünürsen derman bulursun. Dermandan sonra daha büyük, daha karanlık bir cefa olacaksa da olsun. Korkma! Fark etmez. Yeniden düşünürsün… Kuduz aşısının hikâyesini bilir misin? Kuduz mikrobu çıkmadan evvel nası bilesin ki? Herkes kuduzdan ölürken bir söylenti üzerine yollara düşen bir anne… Oğlunun hayatı için… İşte o oğlan, kuduzdan ölmeyen ilk insan! Bilimde ki söylentilere hurafe ya da rivayet denmez! Bilimde ki söylentiler bir gün muhakkak hakikat olacaktır. Aynı bunun gibi, düşüncede ki söylentilere de saçma ya da imkânsız denmez! Düşüncede ki söylentilerde bir gün muhakkak koşacaktır! Belki biraz da uçacaktır… Vede Cemil; sevmek haktır! Kendini, kişilğini, kendi tercihlerini severek hak edersin. Veyahut onları hak ettiğin için seversin. Sonra başkalarının hak ettiklerini de görünce anlarsın ki; onlarda ki de hak! Mecburen onlarıda seversin. Hiiiç utanma! Ne olursan ol hele bi yol kendini sev… Hak et! Sonra başkalarınıda sev ki, sevilmeyide hak et!
Mustafa: Abi yanlış anla! Çok güzel damardan giriyosun da; bizde zaten aynılarını söyledik. Aksini söylemedik ki… Nedir bu dikte eder gibi? Gerek var mı? Sen cenneti başlat artık.
Sorgu Meleği Ying: Öylemi? Al o zaman; dürüst olarak yaşa… Eşit davranarak çiz, bestele, oyna, yaz… Düşünerek geliş… Severek hak et… İşte var ise cennet budur!
Tabi bu bazılarımızın gece dışarılara akışlarına, oraları buraları yıkışlarına pek benzemez. Malumatınız kahramanlarımız hala öz baba (ki ilerde devlet baba veya patronun ikinci adı olan haaaakıp baba olacak) ekonomisiyle geçinmektedirler. Ülkemizin acı bir gerçeği olan dal sigara satışını elli kuruşla sağlayabilen bu dörtlü, dolayısıyla gece aktivitesi olarak sadece mal mal yürüyebilirler. Ama park sorunları yoktur. Çünkü her kaldırıma oturabilirler. Bi daha ama ama, kahramanlarımız tüm bu avantajlara rağmen oturmayı tercih etmezler. Ve Mustafanın deyimiyle yola giderler. Yol aslında hiç gidemeden her seferinde hep kendi etrafında dönsede…
- Sende kafayı yiyorsun herhalde gece gece benim gibi uyuyamadığına göre!
- Umuttan mum ışıklarıyla kahverengimtırak ama; yine de siyah.
- Olsun! Gece gece gebermiyorsan, gecermeyeceksin de!
- Buraya bakıp gülüyorum. Aurama... Tam ortasına...
- Bere ve atkıyla şemsiyesiz sevimsiz Kadıköy ortasında pıt pıt ıslanırken ağlamak ister gibi bıkar insan bazen bu lanet mevsimden.
- Olmadığımdan olduramadığım evde en merak ettiğim yer; hiç bir erotik alt metin taşımayan duş. Bakmadan duramıyorum.
Ah babaannem kocakarısı! Hep derdi ki; ‘Oğlum şöyle şeyler yazma. Bu üç harfliler adını duyduğu her yere gelir. Abdestsizsen iki yanına, abdestliysen sol yanına çöker bekler. Başına sıkıntı alırsın.’ Bende hep amaaan boş ver zaten senelerdir hep solumuza çöküyolar, biz alıştık artık diye düşünerek devam edeyazdım yazmaya ama! Korkmuyoda diilim efendim. Size hikâyeyi anlatmaya başladığımdan beri acaip acaip, flu flu, şeyler görmeye başladım evin içinde. Kendi kendine yanan ocaklar, ışıklar, akan sular… Bunlar yanmasda akmasada gelen faturlar... Nere baksan onları görür oldum. Sanki memlekette her kurum anamı soruyor, hiç bir kurum babamı sormuyormuş gibi. Aynı babaannem kocakarısının uyardığı gibi… Kocamanşehir belediyesi bile sanki cin gibi görünmeye başladı bana. Aylık abonman diyolar, İki yüz kerelik diyolar. İki yüz kereden fazla kerkersen üstüne bin yedi yüz eeelli diyolar. Ama iki yüz kereden az kerktiğinde bi daha ki aya devretmiyolar. ‘Kerkindirecin motoru çalıştı. Fark etmez.’ diyolar. Eşekte yasak ki trafikte Niğdeye sürelim. Ben aklımı nası korıcam anlamadım vallaha! Hiç olmassa hikâyeyi bitirene kadar çarpmasalar bari beni. O zaman icabet gereği ben cinin dikkatini oraya çekiyim müsadenizlede, Mustafa korksun birazda, korkutabilirsek…
Efendim nasıl anlatsam? Uyudular uyandılar falan filan… Ama şu an sanki biraz başka şeyler konuşmak lazım. Biraz hikâyenin dışından hikâyeye yaklaşmak… Yani biraz hikâyeyi anlatmamak lazım!
Sizce insanlar sıkışıncamı yoksa rahatlayınca mı üretken oluyor? Her üretim acaba toplumsal döngü açısından aynı değerde mi oluyor? Üretimler, tüm zamanlar için aynı değerdeyse, insan yeni icat ve eskisini modifiyeyle aslında hiçbir şey değiştiremiyorsa, kader denen şey var mı? Kader varsa çığır açmayı düşünen beyinlerin hiç mi önemi kalmıyor? Kaderin sınırı var mı?
Diyelim ki var! Bu sınır bence başarısızlıklarımız ya da yetersizliklerimizle çizili değil. Evrenin sınırıyla çizili… Eğer haksız olsaydım; televizyonun icadının, kuduz aşısının, paranın tedavüle girmesinin insanlık hakkında hiçbir şeyi değiştirmemesi gerekirdi. Çünkü; başarılarımız hep sınırın iç bölgesinde kalırdı ve biz kaderimizi hiç değiştirememiş olurduk. Ama ne yazık ki değişimin kadranı hiçde öyle değil… Fark etmişsinizdir; artık temel ihtiyacımız olmayan ihtiyaçlar bile temel ihtiyaçlarımızdan çok çok daha pahalı… Biraz yanlış olmuş sanki! İşte bu sanki, doğru mu yanlışmı?
Bilimin ve sanatın din, töre, örf ya da insan beyninden fırtlamış herhangi bir fırtık fikre takılmadan gelişmesi gerekliliğini tabi ki bende destekliyorum. Ama bu gelişimlere kota koyabilicek bir mercide muhakkak olmalı.(Son fikrim size çok devletçi, çok resmi gelebilir. Ama aslında resmiyetin en sevmediği şeydir…)
Evet, ben bu noktaya genel sevgi diyorum! Ya da kırmızı sembollerle betimlediğimiz kalp. Sadece akılla üretimin Hiroşimayı yok etme potansiyeli varken; akıl ve kalple üretim atom enerjisini ısınmada kullanarak birçok ağacın hayatını kurtarmayı hayal ediyor. Haaa! Şimdi diyeceksiniz; ‘Herkesin kalbi farklı.’ Yani herkesin her şeyi memnun etme olasılığı sıfır. O zaman kalbi kötü olanlara ölüm… Şaka, şaka… Ben savaşmaktan değil, sevişmekten yanayım. Yani o zaman kalbi kötü olanları öldürmeyip ölene kadar…? ? ? Şu gururlu kaptanın fıkrasını hatırlarsınız… Mokoko muydu?
Efendim şaşırıcaksınız ama üre içinde acık NH3’ ünen, acıkta su barındırır. Su elektrik iletkenliği artırır. Dolayısıyla elektriksel sıçramalara neden olabilir.(Bu fikrime bütün devlet büyüklerimizin ‘Eveeeeet öyle oluuur! ’ diyerek katıldığına canı gönülden inanıyorum.) Ve malumatınız, canlıların sınıflandırılmasında varoş âlemine dayalı yerde ki çocukcağızlarımz da, su ve toprakla bol bol oynarlar. Siz, her ne kadar kulaklarını çekip ağızlarına acı biber sürsenizde, o çocuklar özgür ruhunu korur ve ne yazık ki bölge ile sınır kavramları kafalarında çooook saçma olduğu için o yerde ki elektrik tellerinin, ya da açık dehlizlerin etrafındada oynarlar. Bundan sonra olabilecekleri de anlatmaya ne benim mizahım, ne de yönetimin mizacı yetmez. Yetmemeli!
BURUN KARIŞTIRMA GÜNLÜKLERİ-1
Sıkıntıdan patlıyorum. Çalar saati sabahın altısına kurdum. Ve saat şu an altı. Ben sıkıntıdan uyanığım. Saat çalınca ben sanki gerçekten uyuyormuş da zangırtıyla uyanmış gibi sıçrayarak kafamı ranzanın üstüne küt diye vurdum. Ben kafamı küt diye vurunca üste yatan kardeşim gerçekten kütürtüyle uyandığından, korkudan sıçrayarak ranzadan aşağı pat diye düştü. O pat diye düşünce bende sanki gerçekten patırtıdan korkmuşçasına sıçrayarak kolumu masaya çat diye vurdum. Ben kolumu çat diye vurunca garibim çalar saat Newtonun yasası gereği şangırt diye yere düştü. Bu şangırtıyı kardeşim gerçekten duyunca “Sabah sabah nooluyoh a.ına goyum? ” dermişçesine “Aneeeee! ” diye çığlığı bastı. Bu çığırtıyla subliminalden cezalandırılacağımı düşünerek gerçekten korkarcasına odadan kaçıyım derken kardeşimin yerde yatan bedeninin solucan gibi -vıcırık- diye üstüne bastım. Ben kardeşimin üstüne basınca henüz daha sadece beş yaşında olan kardeşim on sekizlik abisini taşıyamadı -cırt- diye ezildi. O ezilince ben de Newtonun dinamiği gereği süratle yere düştüm. Ben yere düşünce biz halıyla biraz kerkiştik. Halı da benle beraber kayınca halının üstünde ki sehpa, sehpa da bizle beraber kayınca sehpanın üstünde ki anne el yapımı cam vazo ikinci şangırtıyla yere düştü. Kardeşim “Lan yeterin lan sabah sabah! ” dermişçesine “Aneeeee! Anneeeee! ” diye iki kez çığlığı bastı.
Annem odaya girdi. “Ne bu hal? İnanamıyorum size yaa! Biz bu gün erkenden Gebzeye düğüne gideriz diye sabahın beş ellisinde kalkalım. Sizin başıma çıkardığınız işe bak! ” dedi. İşte bende buna inanamadım. Annem benden on dakika önce uyanmıştı. Kalleş kadın! Lise hayatım boyunca bir kez benden önce uyanıp bana kahvaltı hazırlamamıştı.
ABLUKADA ALENGİR
Adım Ömer ÖMER! Soyadım da Ömer! Yalnızım. O kadar Yalnızım ki; adıma eşlik edecek bir soyadı bile bulamadım. Babamı hiç görmedim. Annemin de adı Ömerdi gülme! Özellikle bu gün iyice yalnızlaştım. Sabah sabah kız arkadaşım beni terk etmiş haberim yok! Bir de not bırakmış. “Ay Ömer valla artık sana dürüst davranıcam yani… Ben seni iki aydır aldatıyorum ama sen bunu anlayamıyosun ya aşk olsun! Kusurabakma tamam mı? Çok öpüyorum görüşürüz! ” Neyse ki terk edilmem bu sabah değil, dün sabah! O yüzden ben size dünden bu güne geçen zamanı anlatacağım.
Beni kesin parasızlığım yüzünden terk etti. Gerçi yirmi iki lira on beş kuruşum var. Ama yirmi üç lira on beş kuruş da su faturam var!
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!