Cemil Taş
(Yirmi altı yaşında kaybettiğim ağabeyimin anısına saygıyla)
Yıl 1959. Aylardan Eylül. Yirmidokuzunda kesilmişti göbeğim. Tavandan bacalı tek göz evde çığlığım kuzuların meleşmelerine karışmıştı. On üç yaşında evlenen Nazo gelinin doğup ama yaşamayan üç çocuğundan sonra gözbebeği olmuştum babam Süleyman’ın. Zayıf, çelimsiz ufak tefek bir çocukmuşum, bu da fazla yaşamaz denilen türden. Tahminleri doğru çıkaracaktım, sadece biraz gecikerek.
Çeyrek asırlık bir ömre ne sığdırılabilir ki?
El bebek gül bebek yetiştirmeye çalışmışlardı, okulsuz yolsuz ücra bir köyde. Narin bir çocuk olduğumdan kardeşlerimin doğmuş olması bile pabuçlarımı dama atmaya yetmemişti. Gözünün akı karası idim, köylere marangozluk için giden ve her dönüşünde mutlaka eli dolu gelen babamın. Arzuma göre pişirirdi anam Nazo gelin yemekleri. Ağabey olmaya başlamıştım.
Nazo gelin ilkokulu üçe kadar okumuş olduğundan, okula gitmeden öğretmişti alfabeyi. Bu öğreti, köyümüzün okulsuzluğunu da yüzümüze vuruyordu. Okul çağı uzaklarda bulunan Dayımlarda başlamıştı. Süsember ninemin gösterdiği içten yakınlık bile gidermiyordu anamı babamı özleyişlerimi. Okula gitmek istemeyen ve hatta gitmeyen bir öğrenci olmuştum. Okula gider gibi yapar, duvar diplerinde ağlardım okullu saatlerde. Yetişemezdi yelkovanın hızı gözümden akan yaşların hızına. Gözden çıkarıldığımı düşünürdüm yedi yaşında. Sürekli hasta olup, yemeden içmeden kesilmiştim. Çok uzaktım aileme, çok. Anladı babam hasretin beni bitirdiğini. Dayımlardan alıp daha yakın bir köye gönderdi. Asker arkadaşıydı babamın, öz evladından ayırt etmezdi. Ama hasret içten içe koyuyordu. Evlatlık verilme gibi bir şeydi bu benim için. Duygularım sönmüş bir sigara tadı veriyordu yüreğime. Dayanamadı babam. Şehre göçtük. Kenar mahallelerin birinden bir kömürlükten bir ev çıkardı babam. Okul da yanı başımızdaydı. Teneffüslerde eve gelip ekmek arası bir şeyler atıştırmak aslında özlediğim aile ortamına duyduğum özlemdendi.
Okumak güzeldi. Ama meslek sahibi de olmak gerekiyordu. İlkokulla başlamıştı işçilik yılları. Terzi çırağı olmuştum. Kısa sürede kalfa ve ardından usta oluvermiştim. Bir yandan da siyasi düşünceler olgunlaşıyordu. Uzak kalamazdım, zaten kalmak da istemedim ki. Düşüncelerimdeki hakça bölüşüm kavramı ellerimdeki nasıra merhem oluyordu. Eşitlik, özgürlük, hak, hukuk, kardeşlik umutlarımın yeşeren filizleri idi. Geri durmak olmazdı hiç birinden. Olayların şiddetini artırdığı dönemlerde yine gurbet görünmüştü. Gözünden bile sakınan babamın da isteğiyle düşüvermiştim el kapılarına. Büyük bir kentte bir arkadaşımın evinde kalıyordum. Adı gibi kendi de kadir kıymet bilen biriydi. Hane halkından biri olmuştum ama yine de kendimi hem yabancı hem yalnız hissediyordum. Canının istediğini değil önüne konulandan yemek karın doyursa da ağırıma gidiyordu. Ama seçeneksizdim işte. İhtilal tuz biber olmuştu korkularımıza. Çünkü yakalananlar tanıdık tanımadık birilerinin adını veriyordu. Üç yıllık gurbet, ya biri benimde adımı verirse endişesiyle sonlandırılmış, yine babamın isteği ile askere gönderilmiştim.
Selam vermeyi bir türlü öğrenemeyen, bu yüzden sürekli azar işiten bir asker olmuştum. Sayılı günler çabuk geçermiş. Terhisle birlikte gurbetin mekân olacağı yıllar başlamıştı. Boş bir dükkân, camları gazete kaplı, bir somya ve bir sünger yatak, bir süre konuk etmişti beni bağrına basarcasına. Üstüme sinen küf kokusuna aldırış etmiyordum. Sonra devlet kapısı. Geçici işçi, ama misafirhanesi her şeye değerdi. Kardeşlerimin okullarını bitirmeleri, daha iyi iş bulma olasılık ve umutlarını büyük şehre taşımıştı. Hem bir birimize de destek olacaktık. Kadrolu olmuştum üstelik. Artık devlet memuru idim, hem de üniformalı. Bu kez bir dükkânın bodrumu ağırladı bizi. Güneş görmemesine rağmen küf kokusu yoktu. Ya da kardeşlerimin kokusu bastırıyordu küf kokusunu. Hep bir ev özlemimiz vardı, aramamıza rağmen hep ertelemiştik. Kardeşlerim bastırıyordu, artık bir eve çıkalım ve o eve bir de gelin getirelim diye. Niyetlenmiyor değildim. Durumu da düzeltmiştik ama kısmet işte. Belki de geride gözü yaşlı bir dul ve yetim bırakmak istememem yavaşlatıyordu beni.
1985 yılının Mayısının ilk haftasında, geçer diye hafife aldığım ağrılarım azmıştı. Hastaneler birbirine yolluyordu. Yatağımın iki yanı asılı şişelerle doluydu. Yemeklerim kan içeceklerim serum olmuştu on yedi gün boyunca. Karaydı babamın saçları, kapkara, altı ay içinde ben ağartacaktım. Üç yıldır görmediğim annemin kokusuna hasret duyarak gözlerimi kapadım, bir daha açmamak üzere Mayısın yirmidokuzunda. Ama ölmedim. Öldürmediler beni. Yıllarca yüreğinde yaşadım, yaşıyorum sevdiklerimin…
Çeyrek asırlık bir ömre daha ne sığdırılabilir ki?
16 Temmuz 2009
Rahim Taş
Rahim TAŞKayıt Tarihi : 17.7.2009 00:16:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Rahim TAŞ](https://www.antoloji.com/i/siir/2009/07/17/oyku-cemil-tas.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!