Yıldızları tırtıklı uçlarından ısırmak istediğim gecelerde, yaslı bir kadın misali mırıldanan denizin iç çekişlerini dinlerken “İyi ki başka birilerinin de bilinci benimki kadar puslu, yoksa bu gezegen epey sıkıcı bir yer olurdu” diyerek neşeyle söyleniyorum. Birbirlerine sedefsi ipliklerle bağlanan düşüncelerden pırıltılı bir harita çizip, atlastan gök kubbeye usulca yerleştiriyorum. Hançer gibi yükselip, dolgun bir kadın dudağının kıvrımlarına özenerek batan yeni ayın, dağların ardında eriyerek yok oluşunu çocuk hayretiyle izliyorum sonra. Rüzgârın kıyıya taşıdığı ormanların uğultusunda gizlenen hayvanları, ağaçları işitmeye çalışırken, insanların gürültüleriyle örttüğü kısa suskunlukların peşine düşüyorum. O molalarda zehirli aklı, saf yüreği koruyan ‘yabancı varlıklarla’ konuşmayı seviyorum. Onlara berrak, hatırlanamayan rüyalar gibi hiçbir zaman mutlak bir gerçeklik algısıyla kavrayamayacağımız hikâyelerinden bahsediyorum. Kâinatta yankılanan seslerin sonsuzlukta hiç kaybolmayacağını anlatmaya çalışıyorum bazen...
Bir bebeğin dişsiz ağzına şeker gibi alıp emdiği taze sözcüklerin aslında kadim kültürlerin uzantısı olduğunu hatırlattığımda susuyoruz hep birlikte. Kelamın haysiyet, özgürlük ve hayatı kutsama biçimi olduğunu öylesine benimsemişler ki, tek bir harf eksikliğinin yazıyı nasıl yaralayabileceğini derinden seziyorlar sanki. Dili sevmenin geçici bir heves olmadığının onlar da farkında, bu yüzden anlaşılmaz sanılan ‘sessiz sözlerle’ hayatı tamamlıyorlar. Geceyi yırtan bir baykuşun sesi, rüzgârla salınan meşelerin hışırtısına, yosun tutmuş ağaçlardaki salyangoz kabuklarının çatırdayışına, toprağa tıpır tıpır dökülen yağmur sesine karıştığında insanı özlüyorlar.
Huzursuz bir tedirginlik...
Ben de onlara denizin olgunlaşmamış nar renkli şalına büründüğü alacalı saatlerde, anları derinleştirerek, esneterek resmini çizmeyi seven esaslı bir yazarın kitabını açıp okuyorum. Julien Gracq’ın tabiata hürmet eden sesi hiç yabancı gelmiyor. Daha ilk cümlelerle onlar da benim gibi savaşa benzemeyen gerçek bir savaşın vahşetini kavrıyorlar. İkinci Dünya Savaşı’nın öncesinde Belçika sınırına yakın ormanlık bir bölgede, Almanların saldırısını bekleyen Yüzbaşı Grange’la birlikte yaşamaya başlıyoruz. Kulübesinde, ‘Çatı’ adını verdikleri koruganda, ‘toprak ve yaprak dolu bahar selleri gibi’ içten olan sevgilisi Mona’nın evinde, av koruluklarında bir askerin buğulu hayatına eşlik ederken hep tedirginiz. Yazar, insanın her an patlamaya hazır bir bomba gibi korunaklı davranışlarıyla örttüğü şiddet potansiyelini, dinginliğin içindeki tekinsiz bekleyişlerle anlatmayı seviyor çünkü. Ormanda Bir Balkon da diğer kitapları gibi geleceğin nöbetini tutarken olacakları doğrudan yazmak yerine, incelikli anlatımıyla hissettirmeyi seven özel bir bakışın ürünü. Kurgunun her nedense çok önemsendiği günümüzün edebiyat dünyası ‘intihal haberleriyle’ çalkalanırken çiğ anlatımdan nefret eden büyük bir üslupçuyu okumak epey keyif verdi doğrusu.
1951’de yirminci yüzyılın önemli klasiklerinden biri kabul edilen Sirte Kıyısı romanıyla Goncourt Ödülü aldığı halde reddeden hatta öncesinde “Boşuna vermesinler, almam” diye nazikçe uyaran Gracq’le söyleşi yapan arkadaşım Levent Yılmaz’a onu nasıl hatırladığını sordum; “Sessizliği ve yürüyüş yapmayı çok severdi ama küçük yürüyüşler; çok açılmadan hep başlangıca dönmek isterdi sanki” dedi. Bu cevap bana yetti. İçine doğum günü tarihimi not düştüğüm kitabın eski baskısını karıştırırken, aslen coğrafya öğretmeni olan münzevi ustanın bastığı yeri iyi tanıyan sağlam adımlarını ve eşsiz üslubunu hatırladım. Savaşı sıradan bir çıplaklıkla gösteren onca ‘tanıdık’ romandan sonra, savaştan önceki huzursuz kıpırdanışları, beklemenin yorgunluğunu, ıssızlıktaki çürütücü yalnızlığı sanki daha önce hiç yazılmamışçasına anlatabilmek için onun gibi ağaç kovuğuna gizlenmiş mistik bir ruha mı sahip olmak lazım, bilmiyorum. Ama emin olduğum bir şey var; has bir edebiyatçı gibi hatırlanmak istiyorsan, yapamıyorsan bile hiç değilse dilin değerini kavrayabilmek ve yazı sanatını biraz da öyle sevebilmek lazım.
Sürrealistlerden de hoşlanmıyordu
Proust’un adını bile anmayan kentli varoluşçuları ‘cafe edebiyatı’ yaptıklarını söyleyerek biraz küçümseyen Julien Gracq’ın esas ismi Louis Poirier. Stendhal’i sevdiği için adını Kızıl ile Kara’nın Julien Sorel’iyle, Romalı Gracchus kardeşlerin Gracq’ını alarak oluşturmuş. Sadece kısa, basit ve akılda kalıcı olsun diye, başka bir nedeni yokmuş. André Breton’un dostu olan yazar, aralarında bulunduğu Paris edebiyat çevrelerinden ve sürrealistlerden pek hoşlanmamış aslında. Epey mesafeli, uzak ve biraz kibirli olan duruşunu buğulu edebiyatını tanıyınca daha iyi kavrıyorsunuz. 19. yüzyılın ruhuna sadık bir yazar gibi davrandığı halde yenilikçi tavrıyla da edebiyat tarihinde iz bırakan Gracq’ı bu yüzden seviyorum herhalde.
Onun, kullandığı dille ilişkisi çok büyülü ve özel gerçekten. Sınırı savunan birlikler geriye çekildiğinde birkaç erle birlikte cephede kalan Grange’ın soluk alışlarını bile gören yazar anlatıyor: “Korkulu bekleyiş geri geliyordu. Az önce onları koruganın betonuna yapıştıran, paniğin sıcak ve amansız hayvan soluğu değildi. Grange’a çocukluğunun ve masalların derinliklerinden gelen, biraz mucizevî, hemen hemen çekici bir korkuydu; gün battıktan sonra ormanda kaybolan çocukların, uzaktan meşe gövdelerinin Parmak Çocuğun yedi fersahlık çizmeleri altında çatırdayışını dinlerken duydukları korku. Topların gürlemesi bir kez daha algılanınca, nereye gidilirse gidilsin, bir daha kulaktan çıkmıyordu; Grange bir anda kulaklarını parmaklarıyla tıkayınca, bütün yol, uzak mavi ufuklara doğru görkemle koşan, altın sisinin içinde şimdiden ılık ve tatlı bir ilkbahar ırmağı oluveriyordu. Zaman geçtikçe Grange, içinde tuhaf bir biçimde, kendi üzerlerinden atlayıp geçmiş olan savaşın dev adımlarından doğan gerçeklik dışı bir güven duygusunun büyüyüp güçlendiğini hissediyordu. Havaya tatlı bir serinlik yayılıyordu; yalarcasına gelen ışığın ormanların üzerinde pul pul ışıldaması öylesine zengin, o kadar benzersizdi ki, birdenbire oraya dalmak, banyo yapmak, yeniden güçlenmek arzusu duyuyordu içinde.”
Müphem bir savaşı beklemek...
Boz şafak ışığının koyu perdelerin arasından sızıp uyandırmasıyla bir uyurgezer gibi sarsak adımlarla kumsala doğru giderken onu düşünüyorum bugünlerde. Dilinin benzersiz sesi zihnimde çınlayıp duruyor. Yüzbaşı Grange’ın sabırsız bir çocuk gibi Mona’nın evine koşuşunu görüyorum. Genç kadın uyanıp kendine özgü ışığından gölgeye geçtiğinde erkek kendini ‘Nisan sağanağı altında hissediyor’. Ama Mona’yı uyurken düşündükleri daha çarpıcı. Müphem bir savaşı beklemenin yorgunluğu onu çok hırpalamış. Anlatıcısı o ânı tasvir ediyor: “Sabahı bu denli solgun yapan, bu kederli odayı öldüresiye soğutan o pahalı yarayı arar gibi gözlerini etrafta gezdiriyordu. ‘Ne olur, o ölmesin’ diye mırıldanıyordu batıl inançlı biri gibi ve bu söz panjurları kapalı odada sanki dalgın bir yankı uyandırıyordu; dünya başvuru merciini yitirmişti; sanki onun uykusunu dinleyen bir kulak bile kalmamıştı.”
Askerlerin süngü şıkırtılarını, yaprakların arasından tavşanların hızla fırlayışını da duyuyorum sanki. Sıcakla birlikte hafiften tütmeye başlayan deniz beni koynuna çağırdığı halde tuhaf bir yabancılık ve uyuşukluk hissiyle uzaklardaki dağlara, ormanların doruklarına öylece bakakalıyorum. Başka bir yazar bana, umutsuz olanların sesiyle, umutsuzca inanmak isteyenlerin sesi arasındaki farkı soruyor. Ona “Bilmem herhalde hayata olan inancının yoğunluğu, bir de insanı ve kendini anlatmak için seçtiğin dil, herhalde. Nasıl hatırlanmak istiyorsan öyle yaşarsın” diyorum.
Sonra sadece aç kedilerle, küçük parmağım büyüklüğündeki serçelerin dolaştığı kumlara uzanıp hayalini kurduklarından uzak yaşamayı seven Julien Gracq’e bakıyorum şefkatle. Yazarken o da karakteri Grange gibi dünya tembel bir omuz hareketiyle kendisini silkip atınca tekrar o muazzam dil zenginliğiyle yarattığı hayalî mutluluk âlemine dönüyor. “Belki de öte taraftayım, henüz haberim yok” diye düşünüyor. Savaşlar bitti zannettiği için miğferini eline alıp ıslık çalan asker misali mutlulukla ürperiyor. Belki çok sevdiklerinin anısı geçip gidiyor gözlerinin önünden. Hayatına giren kadınların dizginlerini çözüşünü anlamaya başlıyor. “Ormandayım işte” diyor. Yürümek ve dili sevdiği gibi derin kıvrımları ve sadece ona ait sesiyle yaşatmak ona yetiyor. Başka hiçbir şeye ihtiyacı yok. Sisin kuşattığı ormanın içinde sonsuz bir yolculuğa çıkıyor.
(Ormanda Bir Balkon, Julien Gracq, YKY Yayınları, Çev. İsmet Birkan)
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 3.3.2016 15:37:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!