Önder GÜL, 1981'de Hatay'da doğdu. İlkokulu köyü'nde okudu. Ortaokul ve Liseyi İmam- Hatip'te tamamladı. Üniversite eğitim ve öğrenimini Kocaeli Üniversitesi'nde tamamladı. Gebze'de çalışmata ve ikamet etmektedir. Ulusal iki dergide özgün yazıları yayımlanmaktadır. Bir ulusal derneğin Gebze Yöneticisi başka ulusal bir derneğin yönetim kurulu üyesi ve birde yerel derneğin kurucularındandır...
...
SEVGİNİN ATEŞ ÇEMBERİ veya HER GÜN 14 ŞUBAT
Divan edebiyatımızın yaşayan ismi İskender Pala, “Bir Aşk Hikâyesi” çalışmasında, aşk ve sevgiyi, mum ile pervane böceğini örnek vererek anlatır. Pala’ya göre aşk, bir farkına varış, bir idrak meselesidir. Aşk ateşini bizim bildiğimizin aksine, sevilende olduğunu ve bu ateşle seveni kendine pervane yaptığını ifade etmektedir. Pervane kendinden geçerek dairesel bir eksende yanan mum ateşinin etrafında döner durur. Bu ateşin öyle bir cezbesi vardır ki, mistik düşüncedeki nefsi kötülüklerinden arındırmak için nefsin ateşe sokulması gibidir. Bu merkezkaç çemberde cezbeyle ateşe yaklaşmak aşk ve cesaret artırır. Cesur olmayan kişi zaten kendini ateşlere koşturamaz.
Cesaretin mümessili pervane, aşkının ateşiyle tıpkı İbrahim’i teslimiyetle ateşlere girer. İbrahim’e serinlik olan ateş, pervaneye serinlikten de öte Cennet Vadilerine götürür. Pervane, Cennet yamaçlarının vadilerinde süzülürken, mumun bundan hiç haberi bile yoktur, olmasına da zaten gerekte yoktur. Çünkü pervane, kendi aşk ateşinin potasında yanarak, yokluktan gerçek benliğine ulaşmıştır. Hayat ipliği yanan mum da ağlar, ama ağlaması onun yüreğindeki acıyı dindireceği yerde ateşini artırır. Çünkü akıttığı gözyaşı, kendinin yakıt kaynağı olmuştur. Yandıkça hayat kaynağı olan ipi biter ve aynı yamaçların vadilerine hicret ederler. Bu öyle güzel bir hicrettir ki, aynı vadinin yamaçlarındaki saraylarda birlikteliği getirecektir.
Ferhat ile Şirin, birbirlerine olan aşk ateşini birleştirdiklerinden bu meşale hala ışık ve ısısını kaybetmeden günümüze kadar geldi. Kays ile Leyla da aynı meşaleye bayraktarlık yaptıklarından ölümsüzlük âşık-maşuk meşalesindeki yerlerini hiç kaybetmemektedirler. O hâlde, hayat kaynağını ateşe vermeler ve bu ateşin etrafında pervane olmanın bir bedeli vardır. Hani mistisizmdeki nefsi kurban etme, benlikten arınma gibi. Nasıl ki bir derviş, belirlen yola girmek için, nefsindeki ateşi ateşlere atarak menzil bulur ve aşk yolunda ilerleyip makamlara erer. Tıpkı bunun gibi, ateşlerde yokluktan gerçek benliğe ulaşılarak, ebedi vadilere uzana yollara meşale olunur. Ateşin gücü nispetinde aşk yolu aydınlanır. Bu yolda pişmeden meşale olunmaz ve Cennet vadilerinin yamaçlarına uzanacak menzillere ulaşılamaz.
Aşk, yaldızlı sözlerle birlerini aldatmakla olmaz. Çünkü aşk öyle bir kutsal değerdir ki sevgiliye dahi açıklanması onun kutsallığını bitirir. Bu durumu İbni Sina’nın bir genci tedavideki olayı çok iyi açıklamaktadır. Anlatılana göre, İbni Sina, hastalığı bir türlü teşhis edilemeyen bir delikanlının başucunda oturur ve sohbet etmeye başlar. Konuşma esnasında sevgilisiyle ilgili olabilecek bahisler açıldıkça delikanlının nabzı hızlanır. Sonunda büyük hekim, kalp atım hızındaki değişikliklerinden, gencin kime âşık olduğunu ve maşukunun nerede yaşadığını tespit eder. Aşk ateşinin içinde olan bu genç, kendini maşukunun potasında erittiğinden konuşacak mecali kalmamıştır. Kalbi onun sevgisinde ateş çemberi oluşturduğundan, onunla ilgili bir konu mevzu bahis olduğunda kalbi cesaretle çarpmaktadır.
Günümüzde böyle aşkların yerini aldatma ve gönül eğlendirmeler aldığından maymun iştahlı olarak her yerde sevgiden, sevgiliden çok rahat söz edilebilmektedir. Bu sevgiler, hayatımızın en geniş alanını işgal eden sanal âlemde kendini daha iyi hissettirmektedir. Aşk ve sevgi sanal olması hasebiyle yaşanılanlarda sanallıktan öteye geçememektedir. Birkaç örnekle olayları resmedecek olursak; – Bana NİCK’ ini verir misin? — MESİNNCIR adresini verebilir misin? , — Sana sevgili. com’dan gül gibi gül gönderdim nasıl, güzel mi? - Senin SERVER’ına girdim oradaki Hasan Ali, Ahmet de kim? - Ben de geçen gün seninkine girmiştim. Peki, seninkinde ki Aylin, Selin, Kulin de kim? – Sevgilim, ben seni aynı burçtan olduğumuz, aynı dizi ve filmleri beğendiğimiz ve dahası aynı kültürün insanları odlumuzu düşündüğümüz için sevmiştim. Ne yazık ki aynı burçlardan da olsak, demek ki düşünce dünyamız hiçte barışık değilmiş. Seninle artık ilişkimi kesiyorum. – Bende seni aynı şekilde zannetmiştim, üstelik cömertçe yaklaşımlarından dolayı, ama hiçte öyle değilmişsin kanka. Seni onun için siliyor ve engelliyorum.
EFENDİM
Ey Âlemlerin Efendisi, salât-ü selam olsun yüzlerce binlerce, tüm dünya mazlumlarının ahu adetlerince, selam olsun.
Efendim, siz gelmezden evvel ufuklar kap karanlıktı, süflî arzular ulvi duyguları esareti altına almış, belden aşağıya kilitlenmiş akıllar insanı şehvet çukuruna sürüklemiş, insanlık güneşleri dürülmüş, ayın önüne azap bulutları serilmiş, yıldızlar kararıp dökülmüş, sanki dünyaya kâbus çökmüştü. Herkes bu kâbus dolu dünyada kendi yolunu bulmak için ateşini kendi yakıyor ve tıpkı pervaneler gibi o ateşin içine koşuyorlardı.
Efendim, yine tüm bunlar sizi, çocuğunu kaybeden anne gibi, Hacer validemizin İsmail’e su aradığı gibi koşturup sizi arıyorlardı. Sizleri herkes bekliyor ve arıyordu ama bazıları sizleri efendim daha çok bekliyorlardı.
Siz gelmeseydiniz Efendim, hür doğmasına rağmen ve yine hür doğan diğer insanlarca köleleştirilen insanlar nasıl özgürlüklerine kavuşup aynı safları paylaşacaklardı.
Siz gelmeseydiniz Efendim, pazarda gelip geçici dünya metaı olarak satılan, doğurduğu çocuğa annelik vazifesi verilmeyen ve çoğu zaman gözleri önünde çocuğu diri olarak toprağa gömülen, birlikte yaşam için değil de sadece hayvani güdüleri tatmin için birlikte olunan kadınlara, nasıl evlilikle erkelere eş olmayı öğretecek, çocuğun doğumunu tüm mutluluğu ile müjdeleyecek ve onu çocuğunu iyi yetiştirmesi karşılığı cennete koyacak ve cenneti onun ayakları altına serecek ve eşlerin birbirlerine vazifelerini öğretecekti.
MİSAK-I EZEL veya KARDEŞLİK
Alem-i Ervahta Alemlerin Rabbinin “Ekestü birabbiküm” sualine “Bela” diyerek cevap vermiştik. En büyük kardeşliğin oluşmaya başladığı Medine de “Muhakkak ki Mü’minler kardeştir.” Evrensel Rabbani bildirisine de “Kıyamete kadar tüm Mü’minler kardeştir.” diye yine söz vermiştik. Tüm Müslümanlar olarak biz bir vücudun azaları gibi olacak birbirimizin dertleriyle dertlenip sevinçlerimizi birlikte paylaşacaktık. Oysaki şimdi biz Müslümanlar öyle bir eğildik ve öyle bir eğrildik ki deve misalinde olduğu gibi doğru hiçbir yerimiz kalmadı.
Irak ta, Filistin de, Lübnan da ve diğer kan ağlayan coğrafyalarda çocukların, anaların, yaşlıların Allah’a iman ettikleri için imanlarını canlarıyla, mallarıyla yaşayarak şehid olduklarını gördüğümüzde bile televizyonlarımızdaki bu haberlere iyi seyirler mülahazasıyla devam ediyoruz. Verdiğimiz sözlerden uzak kalmamız hasebiyle kalplerimiz mühürlendi, gözlerimize perdeler indi, kulaklarımız sağır kılındı.
Alemlerin Rabbi Nisa 75’ den başlayarak verdiğimiz sözü bizlere bir kez daha hatırlatıp, televizyonlarınızda, gazetelerinizde gördüğünüz masum çocukların, annelerin ve yaşlıların topların, tankların, buldozerlerin karşısında vücutları tanınmayacak derecede paramparça katledildiklerini gördüğünüz halde ve onların sizlerden yardım istemelerine karşın siz kime kullukta bulunuyor ve neyi bekliyorsunuz? diyor.
Bakara 249’ dan itibaren Talut’un Calut ordusu karşısında uyarıları dinlemeyen çoğunluk bir grup “bizim onlara karşı koyma gücümüz yok demelerine karşın Allah’a kavuşacaklarını uman az bir topluluk; Nice küçük topluluk büyük topluluklara karşı Allah’ın izniyle galip gelmiştir…” demişlerdi.
Yanakları, saçları, gözleri, küçücük dilleri, ağızları yanmış, elleri paramparça olmuş ve topların, betonların buldozerlerin altında kalmış çocukların karşısında hala kanepelerimize uzanıp Coca-Colamızı gülerek eğlenerek yudumlayabiliyorsak yazıklar olsun bize, yazıklar olsun bizim Müslümanlığımıza…
ALAH A YAKINLIK VE KURBAN bAYRAMI
Kurban, kelime olarak “kendisiyle Rabbe yaklaşılan şey” demektir. Âlemlerin Rabbi, Kur’an-ı Kerimde (37/100–110) İbrahim (as.) çocuğu olmadığı için, Allah’ a “Salihlerden bana bir evlat ver” diye dua ediyordu. Âlemlerin Rabbi, İbrahim (as.) ’ e Salih bir evlat veriyordu. Bu evlat en sevimli hale, yürür hale geldiğinde armağan eden Rabbi onu kendisine kurban etmesini istiyordu. Yılarca evlat özlemiyle yaşanıldıktan sonra, ömrün sonbaharında armağan edilen bu evlat nasıl Allah yolunda kurban edilecekti. Bir anne ve baba için tek erkek evlat, ebeveynler daha iyi bilir, dünyalar dolusu altında daha kıymetlidir. Bir tarafta her şeyin Maliki olan Rabbin iradesi, diğer taraftan da yıllarca özlemiyle yanıp tutuşularak verilen biricik evlat.
Teslimiyetin abidesi, emredileni yapmakta tereddüt göstermeden biricik evladını kurban etmek için götürüyor, diğer taraftan da İbrahim’i bir ailede alınan terbiye ile İsmail babasına: “Babacığım emrolunduğun şeyi yap…” diyordu.
Âlemlerin Rabbi; “Andolsun, biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan eksiltmekle imtihan edeceğiz…” (2/155) buyuruyordu. Hz. İbrahim rabbine yaklaşmak için ateşlere atılmaya göze alıyor, canından çok sevdiği biricik oğlunu kurban etmede hiç pazarlıksız ve korkusuz olarak yerine getiriyordu. Ateşe atılırken yanmayacağını ümit etmediği gibi, oğlunu kurban ederken bıçağın kesmeyeceğini de ümit etmiyordu. O oğlunu kurban ederken, kendisine fidye olarak kurban verileceğini aklına bile getirmeden bıçağını, biricik ve en sevdiği oğlunun boynuna kurban etmek için uzatıyordu. İbrahim gibi mürebbiden terbiye alan evlat ise tıpkı babası gibi Rabbi’nin emrine tereddütsüz boyun eğiyordu.
HAZRETİ ÖMER ve ŞAHADET
Hz. Ömer Kureyş kabilesinden olup hicretten 40 yıl önce veya Fil Vak’asından 13 yıl önce Mekke de doğdu. Babası El-Hattab, annesi Hanteme Binti Haşim B. Muğire dir.
Kâinatın Muktedayı Ekmel’ i (sav) tarafından Ebu Hafsa künyesiyle taltif edilmiştir ve Efendiler Efendisinin kayın pederi olma şerefine nail olmuşur.
Çocukluğunda çobanlık yapmış ve gençliğinde dil, edebiyat ve hitabetle ilgilenmiştir. Yıllık olarak düzenlenen panayırlarda güreş, iyi ata binme, hitabet ve şiir yarışmalarında üstün başarılar göstermiştir. Bu üstün yetenek ve bilgisinden dolayı Mekke şehir devletinin parlamentosu konumundaki Darü’n Nedve de parlamenter olarak görev yapmıştır. Peygamberi öldürme fikrinin babası ve önderi olmayı da burada kabul etmiştir. Bu önderlik peygamberi öldürmeye giderken yaşadığı olaylar silsilesi ve Âlemlerin Rabbinin hidayet nasip etmesiyle öldürmeyi gittiği kapılarda hayat bulmuş ve o Muktedayı Ekmel’in (sav) önünde Müslüman olarak Hadis ve Kur’an tefsir ilimlerine önder olmuştur. Sahabe-i Kiramın müctehid, ulema ve fukahasının başında gelmiştir.
SEVGİLİNİN SORUSU ÜZERİNE MÜLAHAZALAR
Nasıl anlatayım bilemem. Hiç bir söz anlatmak isteyeceklerime yetmeyecek çünkü… Sevgiden harman yapmak kolaydır. Sevginin içinde ayrılıkta varsa yine kolay mıdır harman oluşturmak? Ayrılığın olduğu yerden sevgi harmanına ulaşmak kolay mı? 'Haram' dan 'Hürmet' i keşfedebiliyorsan kolaydır diyebileceğim ama.. 'Haramlar' hep sana 'yasak' olarak öğretilmişse, 'hürmet'i keşfedebilecek misin peki? Sevginin ve Sevgili’nin olduğu yerde hiç yasaklar olabilir mi? Sevgili sevdiğine acaba hiç yasaklar koyar mı? Hem bu Sevgili sevilen için çok değerliyse... Belki sevgisinin gücünden dolayı sadece onu terbiye etmek ister, Terbiye eden (Rabb) sıfatıyla… Yasaklar sevgiden uzak iklimlerin korkuluklarıdır, engelleyici çitleridir… Seven, sevgilisi’nin uzak durmasını istediğinden zaten uzak durmaya çalışmaz mı? Sevgili, her şeyden önce sevdiğinin/sevdiklerinin en iyi olması gerektiğinden onu terbiye etmek istemez mi? Ona sorularını sorup, sevgisinin gücünü birde ondan öğrenmek istemez mi?
Her şeyin en evvelinde, Sevgililerin en Sevgili’si O, sevdiğinden dolayı O sorusunu sormuştu. Sevginin en iyi yetiştiği iklimde halife olarak var ettiğine. Hem öyle bir soru sormuştu ki; cevabına sevenin asla olumsuz yanıt vermeyeceğini bildiği halde. Sorusunu kendinin isminin ilk harfiyle başlamıştı hem de. (Elestü bi Rabbi kum…) Bilirseniz sorulan sorunun ilk harfi, hem birlikteliği, hem de ayrılığı koynunda barındırmaktadır. Sevgilinin ilk harfini, tanıyanlar bilir ki, birliktelik ayrılıkla gizemli haldedirler. Sevgilisinin sevgi iklimini tanıyanlar bilir ki ayrılığı veren ayrılık ateşinde sevgilisini kül eder mi? Soruyu soran cevabını öğretmez mi? Peki, ayrılık ve acı olmadığında sevginin kıymet ve değeri ne kadar takdir edilir ki? Buna gerek duyulmasaydı, kendini sürekli tesbih edenlere rağmen niçin yaratacaktı? Kendinin ve kendini sürekli tesbih edenlerin buyurdukları üzere; 'kanlar akıtan, bozgunculuk çıkaran' birini yaratmasındaki takdir acaba ne olabilirdi? Üstelik kanlar akıtan, bozgunculuk çıkaran ve uzak durulması gerektiğini belirttiği halde ona uzananı halife var etmek… Tüm bunlara rağmen halife ilan edilmek bazı farklılığı gerektirmeliydi? Demek ki sevgili sevdiğine bir irade verilmişti idare etmeye güç yetirebileceği... İrade vermişse bunun kullanımını da öğretecek olmalıydı. Öğretilenleri unutarak veya bilerek yapmadığımız olmayacak mıydı? İrade verilmişse bunların daha fazlası bile olabilecekti… Diğer bir konu halife hatasız olabilir miydi veya olmaması mı gerekirdi? İrademiz varsa hatamız olmalıydı ki doğruya yanlıştan ayırt etme bilincine erişmeliydik ve doğrunun kıymetini bilenlerden olmalıydık... Hatamız olmalıydı ki doğrunun kıymetini takdir pınarlarımız coşmalıydı. Pınarlarımız coşmalıydı ki 'altından ırmaklar akan..'a' ulaşılması gereken sevgiliye mehabe kat edilmeliydi...
Pınarların coşmasıyla, Âdem'in dünyaya gönderildiğinde gözlerinden coşan ırmakları anlatmak istiyorum diyemem... Anneden dünyaya yeni gelen çocuğun ağlamasını da Âdem'in ağlamasına benzetmekte istemem. Tıbben anne rahminde çocuğun cennette olduğu gibi yedirilip-içirildiği ispat edilse de… Ağlayan çocuğun niçin ağladığı, çünkü varsayımdan ibarettir. Doğan çocuğun ağlamasındakine varsayım yaptığımda, ölenin gözyaşını neye yorumlayacağım peki? Türk filmlerinde olduğu üzere, ağladıklarında bunu başkalarının fark ettiğini görenlerin; “-gözüme toz kaçtı” dedikleri gibi söyleyebilirim herhalde... Ölenlerin ağlamasını Erzurumlu İbrahim Hakkı ve başkalarının benzetmeleri gibi yorumlar getirmek istemem.
Sorduğu soruyla ayrılığı ve ayrılığın bedeli olarak halifeliği veren, sorduğunun cevabını da kendi öğretecekti herhalde.. Sorulan Soran'dan daha bilgili değildi çünkü… Halife tayin edilmişsen bunun icrası için sana bir bilgi ve beceri verilmeliydi. Verilen bilgiyi, ne zaman, nerede, ne şekilde, kimlere nasıl kullanacağın da öğretilmeliydi. Sorulan soruda ayrılık ve ayrılığın kısa bir süre sonunda mutlu bir beraberlik olacaksa, cevapta sorunun içinde gizli olmalıydı… Halife olarak yaratılana öğretilen öğretiler, evet sorunun başındaki ilk harfle ve soranın ilk harfiyle başlamıştı. Siz bu ilk harfin artık, Alak Suresi'ndeki mi, Fatiha Suresi'ndeki mi, Bakara Suresi'ndeki mi veya başka bir suredeki mi ilk harf olduğunu düşünürsünüz bilemem. Sevgilinin size öğrettiğini iyi bilirseniz cevabı bulmanız zor olmayacaktır. Beni iflah etmeyen duygularımı soracak olursanız, Muktedayı Ekmel-i Emin (sav) buyurduğu; “Elif bir harf, Lam bir harf ve Mim bir harftir…” derim. Şimdi “Elif” ile halife olan ve Gaybe imanlarında olanları, “Lam” ile daha başkalarını temsil ettiğini söylesem haddi aşanlar olarak telakki edileceğimi biliyorum. Bundan dolayı fazla bir şey söyleyemeyeceğim...
Öğretileni iyi bilmek için, okunan “Elif” ile okutan (okunmayan) ' ı tanımaktan geçtiğini düşünenlerdenim. Okunanla başlayan sorunun cevabı olan yaşamın düsturları, yine okunanla başlamalıdır diye düşünenlerdenim. Geçen gün sinema da bir film izlemiştim. Filmin temasında vurgulanan konulardan biri, pusulayı kullanmasını bilmeden, pusulanın hiçbir işe yaramadığıydı. Pusulayı kullanmasını bildiğinde ise her sorunun cevabına ulaşmanın hiç de zor olmadığıydı. Pusulayı iyi kullanmasını bilen için hedefe ulaşmak çok kolaydı. Yani ayrılana/ayrılan yere ulaşmak hiç problem değildi. Demek ki bilgiyi bilmek sevgiliye ulaşmak için sadece yeterli değildi. Bilginin yanında bilgi doğrultusunda hareket etmekle ayrılığı yok edip tekrar mutlu birlik yakalanabilirdi /yakalanabilecekti.
ÜÇ AYLARIN FAZİLETİ VEYA EY NEFSİM
Recep; İnsanların çağlar boyu tazim ve saygıda kusur etmediği ay… Kameri ayların yedincisi... “Eşhur-i hurum”... Şehrullah’tır, yani Allah’ın ayı...
Şaban; Âlemlerin Efendisi’nin methi sena ettiği ve insanların gafletin çok olduğunu belirttiği ay... Ümmetinin de gafletinden çok korktuğu ay…
İnsanlar dünyaya birçok etkenlerden dolayı eşit olarak gelememektedirler. Cumhuriyet ve demokrasi sloganıyla yola çıkmış devletler insanların istem dışında oluşan bu eşitsizliği en asgari düzeye indirmek mecburiyetindirler. Halk eşitliği bunu gerektirmektedir. Ardahan’da dünyaya gelen ile İstanbul-Nişantaşı veya Ankara-Çankaya’da dünyaya gelenlere eşit imkânlar sunmaya çalışılmalıdır. Cumhuriyet demek çünkü eşitlik ve bu eşitliği sağlamada dayanışma demektir.
Ülkemizde kuruluşundan bu yana sınıflar arasında ciddi ekonomik ve siyasal eşitsizlikler devam etmekte ve ettirilmeye gayret gösterilmektedir. Gelir düzeyi yüksek zümreler çocuklarını daha iyi okullarda okutabilirken ekonomik düzeyi kötü olanlar eğitim hakkından yok denecek kadar az yararlanabilmektedir. Eşit şartlarda sınava girme hakkı verilerek azda olsa sevindirilen bu ekonomik düzeyi zayıf olan halkın çocukları, bir Halk Partisi sloganıyla yola çıkanlarca (DSP) tekrar gasp edildi. 28 Şubat döneminde Demokratik Sol Parti iken, Darbecileri Savunan Parti olmayı tercih ettiler.
KURTULUŞ REÇETESİ VEYA HIDRELLEZ BAYRAMI
Çiçeğin dalından koparılması gibi, gün geçtikçe kendi öz benliğimizden, kendi öz kültürümüzden koparılmışız. Koparıldığımızdan dolayı birilerinin ellerinde kalmaya mahkûm olmuşuz. Koparılmışız diyorum ama kopartılmak veya kopmak için azda gayret sarf etmemişiz. Daha sonraları da koparıldık diye feveran etmemiş ve boynumuzu büküp hangi vazoya koyarlarsa orada usulce ölümü beklemeye koyulmuşuz.
Bir bitki her türlü soğuğa rağmen kendi öz benliğini yitirmiyor ve baharın ısı ve ışığı ile toprağın derinliklerinde olsa da filiz verip ben buradayım diyebiliyor. Atalarımız yıllar boyu bu filiz vermeyi, bir diriliş ve toplanma günü telakki edip belirlenen mekânlarda toplanmayı ihmal etmemişlerdir. İnsanlar “Hıdırlık” diye bilinen ve günümüzde mesire yerleri olarak adlandırılan mekânlarda toplanırlarmış. Belirlenen günlerde hep birlikte güzel bir ziyafet hazırlayıp yaptıktan sonra dinin kutsallıkları vasıta kılınarak bir yıl boyu sağlık, sıhhat için dua ve niyazlarda bulunurlarmış. Daha sonra toplumun büyükleri söz alır toplumun huzurlu ve sağlıklı bir şekilde hayat sürmesi için görüş beyan edermiş. Herkes görüşünü beyan ettikten sonra çıkan istişareden toplumu ayakta tutacak kurallar konurmuş. Yaşlısı, çocuğu, fakiri, yetimi, öksüzü vb. gibi toplumu oluşturan bireyler için ne gibi koruyucu ve kollayıcı önlemler alınacağı kararlaştırılır, mutlu bir toplum olma yolunda adımlar atılırmış. Hatta bu hıdrellez günlerinde genç kızların kimlerle evleneceği dahi kararlaştırılırmış. Böylece bu bayram günleri, herkese bayram niteliği taşırmış. Flört olarak nitelendirdiğimiz, aile kurmadan yuvayı yıkacak tüm etmenler de böylece ortadan bu şekilde kaldırılırmış.
UHUVVET VE BAĞLARI
“Allah’ın ipine hep birlikte sımsıkı sarılınız. Dağılıp ayrılığa düşmeyiniz. Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayınız. Hani sizler birbirlerinize düşmanlar idiniz. O kalplerinizin arasını uzlaştırıp ısındırdı ve sizler O’nun nimet ve inayetiyle kardeşler oldunuz. Yine siz tam ateş çukurunu n kıyısındayken oradan sizleri kurtardı. Ümit olunur ki hidayete erersiniz diye…” (Âl-i İmran, 103)
“Sadece müminler kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup-düzeltin…” (Hucurat, 10)
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!