-Hızır ve İlyas'a Dair-
Rivayet edilir ki:
Hızır, İlyas ve İskender üç kafadar arkadaştır. Mahallenin zengin çocukları olduklarından ve zamanın o diliminde ana caddelerde modifiye edilmiş otomobilleriyle gecenin bilmem kaçında yarış yapıp yoldan geçen evsizlere çarparak onları evsizlikten, dünyayı da evsizlerden kurtaramadıkları için olmasa da canları müthiş sıkılır. Hiç farkında olmasalar da doğuştan getirdikleri “iyilik” yapma isteği nedeniyle bu kahrolası ve sıkıcı hayatın sillesini her daim yiyen ya da yemeye amade zavallı insanlara bir şekilde yardım etmek gerekir düşüncesindedirler; ama bu yardımın nasıl olacağına felsefi, ahlaki ve bilimsel birikimlerinin yettiği söylenemez (Yardım kelimesindeki sınıfsal karakteristiğin ayrımında değillerdir henüz. Marx sakallarını sıvazlayıp toplumun sınıflardan mürekkep olduğunu bilimsel olarak kanıtlamak için doğadaki mucizeyi beklemektedir doğanın ücra bir yerinde.) . Üç Silahşörler’in henüz dünya sahnesine “üçler” olarak çıkmadığı tarihin o “fi” zamanındaki bu üç kafadarın kanları delidir, enerjileri öylesine birikmiştir ki yerlerinde bir dakika bile duramazlar. Adrenalin artırıcı heyecanlardan bihaber yaşayıp gitmek de zengin saraylarındaki soylu bedenlerine zarar vermektedir ve onlar ne yazık ki bunun farkında değildir. Öyle kadın, kız müptelalıkları da yoktur. Leyla ile Mecnûn hikâyesindeki gizli “kendine yetme” mesajından da habersizdirler.
Hayatın gerçek yanlarından pek haberleri olmasa da simyacıların “gençlik iksiri”ni bulma ve gümüşü altına çevirme girişimlerinden haberdar olacak kadar çevrelerinde olup bitenlere ilgiliydiler. Kimya bilimi embriyo dönemine adım atmış; fakat bilimin kendisi bundan bihaberdir. Simyacılıkla yetinip gümüşü altın yapmanın peşine düşmenin bir sakıncası olmadığını düşünen şahsiyetler, sadece zengin olmanın hayaliyle yetinecek kadar tokgözlülük gösterseler yine neyse, adamlar bir de gençlik iksirinin peşinde atlarını ve dimağlarını eşkinden dörtnala’ya çevirmek gibi bir gaflet ve delaletin de sahibidirler. Neyse ki simyanın kimyayı doğurmasındaki kesin bilgi “Evrim ile devrim iç içedir.” özlü sözüyle açıklığa kavuşturulacaktır gerilla savaşıyla devrime ulaşılacağını düşünen Marksist devrimciler tarafından.
Paraları bol, keyifleri gıcır olduğundan ve acayip derecede sıkıldıklarından (Sıkılmanın sadece varsıllara özgü bir ruh hali olduğunu bilmek, sıkıntılarını gidermeye yetmiyordu elbet.) ve de ölümsüzlüğün iyi bir şey olabileceğini düşündüklerinden, ölümsüz olmanın hayaliyle yola çıkıp ölümsüzlük suyunu bulmak düşüncesini Türkiyeli devrimcilerden daha hararetli bir biçimde tartışırlar. En sonunda iyice hazırlanıp gençlik iksiri diye bilinen suyu aramak üzere yollara düşmek için anlaşırlar. Gılgamış Destanı’nın yazılı olduğu kil tabletlerde ölümsüzlüğün ardına düşen Uruk Kralı Gılgamış’ın maceraları Mezopotamya’nın kuş uçmaz kervan geçmez mahzenlerinde sızım sızım sızlamaktadır o devirde. Bizim üç kafadar Gılgamış’ın macerasından habersiz, ölümsüzlük suyunu arayacaklarını ailelerine söylerler. Böyle zorlu ve ulvi bir amacın gerçekleştirilebilmesi için güçlü bir lojistik arka plana ihtiyacın her zaman duyulacağı gerçeğini göz ardı etmenin safdillik olacağı konusunda hemfikirdirler çünkü. Gerçi böyle bir konuda büyüklerinin onları sonuna kadar desteklemeye dünden razı olacağının farkındadırlar; ama Doğu toplumlarındaki aile hiyerarşisini de es geçecek kadar pervasız değillerdir. Aileler, canları çok sıkıldığı için her gün oflayıp puflayan çocuklarının belki bir işe yarayacaklarını düşünüp onların bu garip isteğine evet derler. Gençlik hevesi, bir iki dolaşıp dünya görürler sonra da evlerine dönerler diye düşünmeyi de ihmal etmezler. İş, ölümsüzlük suyunu hangi yönde nasıl arayacaklarına kalmıştır artık. Arkalarında onların aşklarıyla gizliden gizliye yanıp tutuşan ve geleneksel yapının doğal bir sonucu olarak aşklarını aşikâr edemeyen ve kahredici bir yangını yüreklerine gömen üç fidan boylu genç kızdan da hiç haberleri yoktur. Böyle bir durumdan zerrece haberleri olsa, bu yolculuğa çıkarlar mıydı bilinmez.
Sorup soruştururlar ve o güne kadar duymadıkları bir yerde suyun var olduğu rivayetiyle karşılaşırlar. Yer “Zulmet (Karanlıklar) Ülkesi’dir ve bu ülkenin dünyanın neresinde olduğu kimse tarafından bilinmemektedir. Hani, ülkenin hangi yönde olduğunu bilen biri olsa işleri daha kolay olacaktır; ama gel gör ki geçilecek sınav ne denli zor olursa, elde edilen başarı da o kadar büyük olur gerçeği, tartışılmaz bir gerçeklik olarak insan düşüncesinde kendisine yer açmayı o zamanlarda bile başarmıştır.
Yanlarına bolca altın alıp bir kervan oluştururlar (Ol zamanda kervanlar ticari bir zihniyetle oluşturulursa da, bu ülkeler ve şehirlerarası ticaretin bir gereğidir, bu sefer kervanın oluşturulma nedeni arama ve taramadır.) ve o diyar senin bu diyar benim Zulmet Ülkesi’ni aramaya başlarlar (Zulmet’in zalimlik’le ilgili bir sözcük olduğunu etimolojistlerden önce keşfetseler de bunu sistematik dilbilim kitaplarında açıklayacak zaman bulamadıkları için bu işi yapmayı çağdaş dilbilimcilere bırakmayı görev sayacak kadar da hadlerinin farkındadırlar.)
Günlerce gecelerce yürüyüp Zulmet Ülkesi’ni ararlar; fakat bu ülkeyi ne duyan, ne bilen vardır. Gencecik birer delikanlıyken çıktıkları bu yolculuktan (Anne babalarının gençlik hevesi yorumunu hiç düşünmemişlerdir elbet.) yaşları kemale erdiği, saçlarına aklar düşmeye başladığı halde vazgeçemezler. Vazgeçseler de eve nasıl döneceklerini bilmemektedirler artık. Serde “erkeklik” olduğundan kaybolduklarını birbirlerine bile itiraf edemezler. Kervan çoktan dağılmış, yardımcılarından kimi yollarda ölmüş kimi de evlerine dönebilecekleri en yakın yerden gerisin geriye dönmüşlerdir. Dönüp dönmedikleri meçhul olsa da daha meçhul bir hedefe gitmekten kaybolmuş bir yeri aramayı yeğ tutmuşlardır. Üç can yoldaşı tükürdüklerini yalamayacak kadar haysiyet sahibi olduklarından (Verili durumun insan ve grup davranışı üzerindeki etkisi de çok sonraları bilimsel olarak literatürlerin gerekli yerlerinde yerlerini alacaktır.) geriye dönmeyi de onurlarına yedirememektedirler. Bu arada gördükleri her kaynak suyundan; hatta akarsudan mutlaka birkaç yudum içmeyi de ihmal etmezler. Ne olmaz ne olmaz, belki denk gelir düşüncesi onları böyle bir tedbire zorunlu kılmıştır ve bazen öyle içilmesi mümkün olmayan suları içmişlerdir ki, bağırsaklarının sesi çok sesli bir korodan daha fazla ses çıkarmıştır zaman zaman da yine de pes etmemiştir bizim kafadarlar.
Ama takatleri ve inançları tükenmektedir yavaş yavaş. Paraları çoktan suyunu çekmiştir. Ölümsüzlük suyunu ararken açlıktan ölmemek için zaman zaman buldukları işlerde çalışmışlar, zaman zaman da uyanıklık edip gezgin ozanlar gibi başlarından geçen maceraları anlatarak insanları eğlendirmişler, bunu karşılığı olarak da karınlarını doyurabilmişlerdir. İnsanların bilmedikleri, görmedikleri yerleri merak etmesinin çok sonraki tarihlerde “turizm” sektörü diye anılacağından haberlerinin olması düşünülemez elbet.
Bir gün dere kenarında balık tutup satan yaşlıca bir adamın yanında mola verip ona da maceralarını anlatmaya kalkarlar; ama yaşlı balıkçı bu üç serseriden kurtulmak için sadaka niyetine üçüne de ikişer kurutulmuş balık verir ve onları başından savar. Balıkları heybelerine koyup çölde susuz kalmış Mecnûn hırpaniliğinde yola düzülürler ve her hikâyede olduğu gibi bir ormana varırlar. Ormanda kuş sesleri, vahşi hayvan seslerine karışır. Henüz Amerikan deniz piyadeleri cangıllarda Vietkong arayıp gördükleri yerde Vietkong’ları mıhlamadıkları ve ormanları yakmadıkları için rahat rahat gün boyu dolaşırlar ormanda. Uzun ve bol yapraklı gürgen ağaçlarının güneşi sakladığı ormana yavaş yavaş akşam karanlığı çökmekte ve korku filmlerindeki mizansene benzer efektler ormanın her tarafını sarmaktadır. Herhangi bir çalının arkasından Rambo’nun çıkmayacağını ve hayatın böyle çok anlamsız olduğunu düşünen İskender, kendisinden hiç beklenmeyen ani bir kararla “Ben geri dönüyorum yol arkadaşlarım, yoldaşlarım, haydi bana müsaade.” deyip aslında Zulmet Ülkesi olan; fakat İskender’in bunu bilmediği yerden tasını tarağını toplayarak Hızır ve İlyas’tan ayrılır ve gerisin geriye evinin yolunu tutar. İskender’in akıbeti meçhuldür o günden bu güne.
Hızır ve İlyas; İskender’in bu ani gidişiyle neye uğradıklarını şaşırsalar da bunu birbirlerine bile söylemeyecek kadar inatçıdırlar ve mecburen ormanda inatlarının kuşattığı kendileriyle baş başa kalırlar. Orman, günlerce yürünse bile bitmeyecek kadar büyüktür. Baş başa kalan bizim iki sosyete mahallesi çocuğu, yokluğun ve yoksulluğun ne olduğunu çoktan anladıklarından açlıktan nefesleri kokana kadar ha babam yürürler. Balıkları en son anda yerlerse biraz daha yaşayabilecekleri gibi bir içgüdüyle hareket edip dokunmazlar çıkınlarındaki balıklara.
Akşamüstünün insanın iliklerini ürperten vahşi hayvan seslerinin korkusunu yüreklerinin sapa bir yerine sinmesine aldırmadan çok cılız bir derenin kıyısında mecburen mola verirler. Öyle yorulmuşlardır ki ölümsüzlük suyunu aramaktan, ölmelerine ramak kalmıştır. Bunca zahmete ve tabanlarına karasular inmesine karşın bulamamışlardır suyu. Açlıktan bitap düştüklerinin farkında olmadan otomatiğe bağlanmış şekilde oldukları yere çökerler ve sırtlarını toprağa değdirir değdirmez dederin bir uykuya dalarlar. Rüyalarında gulyabaniler, eski çağ canavarları filan görecekleri düşünülse de böyle bir şey gerçekleşmez. Aslında mizansene uygun olarak gece boyunca hop oturup hop kalkmaları gerekirken derin ve huzurlu bir uykunun sarmalayan ve rahatlatan kollarında masum çocuklar gibi mışıl mışıl uyuyup sabahı ederler. Zaman zaman rüyalarına giren gençliklerinde kalmış güzel kızların hayalini bile görmedikleri konusunda bahse tutuşulabilir. Gün kuşluk vakti olunca orman kuşlarının melodik cıvıltılarını bastıran karın gurultularından rahatsız olup açarlar gözlerini.
Sabah mahmurluğuyla bir iki gerindikten sonra azık torbasından kurutulmuş iki balık çıkarırlar; fakat İlyas’ın sakarlığından mıdır yoksa rastlantının zorunluluğundan mıdır (Kader de demek mümkün elbet.) bilinmez, balıklardan biri cılız dereye düşer ve daha Hızır’ın “Ne yaptın lan, salak! ” demesi için gereken zaman geçmeden suya düşen kurutulmuş balık canlanıverir. Bizim iki kafadarın gözleri fal taşı gibi açılır ve cumburlop suya hücum ederek kana kana içerler sudan.
İskender “sabrın sonunun selamet olduğu” özlü sözünü o zaman bilmediği için ölümlü bir fani olmaktan kurtulamaz, vakti gelince ölür. Bizim iki kafadar ölümsüzlüğe kavuştuktan sonra zamanı nasıl geçireceklerini kara kara düşünmeye başlarlar. Zengin saraylarındaki can sıkıntısından kurtulmak için çıktıkları yolun sonu daha büyük bir can sıkıntısının kapılarını açmıştır onlara. Ölümsüzken zaman da geçmek bilmemektedir hiç. Zaman durmuştur onlar için ve saatleri olsa saatin saniyesi bir milim bile ilerlemeyecektir. Böyle bir hayatın çekilmez bir şey olduğunu anlarlar anlamasına; ama iş işten geçmiştir. Düşüne düşüne şöyle bir sonuca varırlar: Madem ölmeyeceğiz, bari işe yarar bir şey yapalım da meşguliyetimiz ölümsüz olduğumuzu unuttursun bize. Mayalarında olan “iyilik etme” isteğinin zorunlu sonucu olarak zorda kalan insanlara yardım etme konusunda anlaşırlar. Böylece canları sıkılmayacaktır; çünkü insanların başı öylesine belalarla doludur ki… Hızır, karalarda zor durumda kalanlara, İlyas deniz ve göllerdeki mağdurlara yardıma başlar. Biri dünyanın bir tarafına, diğeri öte tarafına yollanır; yalnız senede bir kere mutlaka görüşmek üzere de anlaşırlar. Bu anlaşma gereği iki ölümsüz dost her yıl mayıs ayının altıncı günü bir araya gelirler. Onların buluştuğu bugüne “Hıdırellez” denir halk arasında. Arapçadaki “dat” harfinin “d” ve “z” seslerini karşılamasının bir sonucu olarak Hızır “Hıdır” olur, İlyas da halk dilinde “Ellez”e dönüşünce ortaya “Hıdırellez” çıkar. Buluşmanın gerçekleştiğine inanılan bugün, genellikle Doğu toplumlarında bayram olarak kutlanır. Aslında yaz gelmiştir, ağaçlar meyveye, ekinler başağa durmuştur da illa ki bir söylencesi olmalıdır her bayramın.
Rivayet olunur ki:
Bu iki yardımsever arkadaş son yüzyılda emekliye ayrılmış izlenimi uyandırmak için kimselere yardım etmemektedir. Milyonlarca insanın savaşlar ve açlık nedeniyle ölmelerine göz yummalarından belli bu. örneğin ırak’ta 2006 yılının ilk altı ayında 14 bin sivil ölmüştür de bizim Hızır’ın kılı kıpırdamamıştır. Günlük sıkıntı olarak arabasına aksesuar alamadığını, filan ve feşmekan sanatçı bozuntularının kaç kez birbirlerini aldatıp barıştığını kendine dert edinen benim halkım gibi bütün halklar da susmakta, Afrika’da ve geri kalmış diğer bölgelerinde dünyanın, özellikle çocuklar açlıktan ölürken kimsenin kılı kıpırdamamaktadır. Hızır’ın da derdi değildir ölümler. “Yetiş ya Hızır! ” nidası miadını doldurmuş çoktan. İlyas da Hızır’dan farklı görünmüyor. Büyük tsunami felaketi kaç can aldı kesin sayı bile belli değil. Kimden medet umacağımızı bir bilebilsek… Vay başımıza gelenler, vay ki ne vay.
Gerçekten bir söylence mi bu; ölümsüzlük suyu diye bir su yok mu?
Gereksiz soruların kulağından tutulup çengele çivilendiği bir çağda çok gereksiz oldu ama. Soru, sorudur sonuçta. Muhatabını bulursa ne âlâ…
Gereksiz bir not: Zaten bu rivayette eksik bir nokta var. Havada zor durumda kalanlara yardım etmek için üçüncü bir ölümsüze ihtiyaç olduğunu düşünememişler rivayeti çıkaranlar. İnsanların bu kadar delirip kuşlar gibi gökte uçacaklarını nereden bilsinler. Ne kadar bilgi, o kadar rivayet.
Ayhan Sönmez
Kayıt Tarihi : 5.5.2009 11:09:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!