ÖĞRETMEN ŞİİRLERİ

ÖĞRETMEN ŞİİRLERİ

Recep Uslu

Bir tarikata girmiş, onun yasa ve törelerine bağlı kimselere ya da yoksulluğu, çilekeşliği benimsemiş kişilere ya da her şeyi hoş gören kimselere derviş denmektedir.
Bizim köyümüzde de dervişler vardı. Çilekeşliği benimsemiş kişilerdi. Her yeniliğe 'gavur icadı' derler kabullenmezler ve sözünü geçirdiği kişileri etkisi altına almaya çalışırlardı. Evleri de, her köyde olduğu gibi okulla sınırdı. Gün gelir okul bahçesi sınırları ihlal edilir, gün gelir okulun meyveleri toplanır, zarar vermese de okulun malına sahiplenilirdi. Tavuğu, kuzusu okul bahçesinden hiç çıkmazdı. Bunlarla muhtar da öğretmen de baş edemezdi.
Bizim köyün dervişlerinin ninesi vardı. Şadiye kocana… yaralara ilaç yaptığını söylerdi. Kızgın arpa ekmeğini ensemde çıkan çıbana bastırarak beni bağırttığını hiç unutamam.
Ben ilkokul üçüncü sınıfta okurken öğretmenimiz ile birlikte uygulama bahçesine meyve fidanları dikmiştik. Yaz tatilinde biz öğrenciler bu fidanları haftada iki kez sulamakla görevliydik. Suluyorduk çünkü bizimle beraber fidanlarda büyümekteydi.
O günde her zamanki gibi ellerimizdeki kovaları su doldurarak arkadaşlarla okul yoluna koyulduk.......
.-Senin fidanını Mustafa kesmiş..
-Niye?
..

Devamını Oku
Nazende Kaya

Ne güzel şeydi çocuk olmak…T ozlu yollarda koşmak,oyunlar kurmak,gülmek gülmek en saf halinle.Ne güzeldi kirlenen eller,en temiz halimizde.Ne özeldi yaşanan her an,farkında olmadan.O çocukluk arkadaşları,çocukça aşk kuruntuları,ulaşılmaz sanılan hayaller,kendini ‘’artis’’sanmalar; ne anlamını ne yazılışını bilmeden.


Bazen annenin pembe selpak kokusuydu çocukluk,bazen yaşça oldukça büyük bir yakışıklının gözlerinin yeşili,bazen kavga,bazen sevgi..Bazense sıcak yaz gecelerinde damda yatmanın keyfi.Öyle saf öyle saf ki Nilüfer’i Kayahan’la evli sanmak gibi, ‘’hiç kimsenin Yağmur’un bile böyle küçük elleri yoktu’’şarkısındaki Yağmur’u söyleyenin yeni doğan kızı sanmak gibi, ablanla kavganda ağzından çıkan’’o..bu’’ sözünden sonra bi temiz dayak yemek gibi.Babanı özlemek gibi,uzak seferlerden bi an önce dönmesini,getireceği arap malı süt tozunun hayalini kumak gibi.Birine sinirlenip,bisikletine atlayıp koca dünyaya kafa tuttuğunu sanmak gibi saf,öylesine temiz,öylesine duru.


Büyümeyi istemek delice çocukluk,öğretmen olmak hayallerde..Hayaller de çocuklukta kalır sonra.Sonra sonra anlarsın büyümek neymiş..Düşmek,üşümek kuytularda,birinin yüreğine ya da biri varken yüreğinde..Sonradan öğrenirsin kumarın haram,hayatın kumar olduğunu.Çocuk olmak istersin en saf en salak halinle,bu çirkef bu pislik dünyada.İstersin,özlersin..
..

Devamını Oku
Meral Demir

Doğan her günle yeniden yeşeren taze bir çiçeğin
kokusu beliriverirdi gülüşünde...
Yaşamın çocuksu coşkusunu yok edemediği
pırıltılar yüzerdi gözlerinde...
Dingin bir düşünce pınarına sahiptin, yedi veren...
Ve avuçlarında hiç kimsenin tanımadığı iyi niyetleri vareden...

..

Devamını Oku
Abdulkadir Güler

Gökçen Efem tuttu göcen Dağı’nı
Yaman soldurdu Kaymakçı’ nın bağını
Zehir kattı aşlarını yağını
Gökçen bu seferden dönmedi,deyin..
*** *** ***
Döne döne indim Kısık düzüne
Yağlı kurşun yedim kulak tozuma
..

Devamını Oku
Necmi Kavuncu

Ögretmen bilimin kaynağıdır.
Bir harf için,kırk yıl köle olunacaksa,
29 harf için ömür boyu,tutuklu kalınır.
Ögretmen bir cevher bir hazinedir
kıymetin en kıymetlisi bulunacaksa,
Paha biçilemez degeri,onlara sunulmalıdır.

..

Devamını Oku
Âşık Enver Gürkani

28.02.1996 Çarşamba günü saat 15.00 de okulumuz ticaret
Meslek lisesinde geleneksel saz ve söz ustalığının e güzel örneklerinden bir demet sunarak Sevgili öğrencilerimize Kahramanlık vatan ve millet sevgisini insanlık sevgisini iman sevgisi gibi konularda unutulmayacak dolu ve mutlu dakikalar yaşattılar
Kendilerine teşekkür eder sazının ve sözünün ustalığının daim olmasını dilerim.
Mustafa Güven. müdür.
Kütahya

13.12.1996 değerli halk ozanımız âşık gürkani beyefendi okulumuzda yukarda belirtilen tarihte öğrencilerimize doğaçlama olarak minin bir konser vermişlerdir. Kars ilimizden serhat şehrimizden zahmet edip ta buralara kadar gelen değerli hak aşığı ozanımız haktan aldığı ilham ile bizleri son derece memnun etmiştir. Kendisine sağlık mutlu günler dileğiyle saygı ve hürmet ederim.
..

Devamını Oku
Adnan Deniz

Her sabah okula doğru yol aldığımda uzaktan onun arabasını görürüm ve derim ki; yine benden önce gelmiş! Ayrı bir heyecan duyarım onu gördüğümde. Bazen hayretle, bazen gururla ve bazen kıskanarak bakarım.
Kimden mi bahsediyorum? Liseden matematik öğretmenim, okuldan meslektaşım ve gördüğüm en insancıl bir öğretmenden. Nevzat Serin’den.
Onun hayata bu kadar olumlu bakışı, insanlara bakınca güneş gibi ısıtışı, Olumsuzlukları bir süzgeç gibi eleyerek yaşama dört elle sarılışı onu yakından tanıyanları derinden etkiler.
Ben ondan öğrendim, yaşamın adının mücadele olduğunu. Hayatın çok güzel renklerinin bulunduğunu. Yılmamayı ve devamlı ileriye bakmanın başarı getirdiğini.
Şimdi onu her görüşte o kadar mutlu oluyorum ki, bak diyorum yine sınıftan çıkmış, yine çocukların yüzleri gülüyor. Yine herkes mutlu. Kendindeki enerjiyi taşıyor devamlı iletişim halinde oldukları insanlara. Öğrencilerine ve öğretmen arkadaşlarına.
Polyana’ı okumuştum ortaokul yıllarında, mutluluk oyunları oynardı ve mutlu olduğuna inandırırdı herkesi ve kimsenin üzülmesini istemezdi. Ama bakın polyanacılık yok Nevzat hocamda. Hep kendisi ile barışık ve mutlu olduğu kadar herkesle mutluluğu paylaşabiliyor. İnsan belli bir zaman sonra herhalde her şeyden sıkılır derdim, ama ben öyle olmadığını gördüm. Nasıl mı? Yılların görev aşkıyla yanıp tutuşan öğretmeni Nevzat Serin hala o Görev aşkından hiçbir şey kaybetmiş değil. Gerçektende insanlar işlerini sevdikleri müddetçe devamlı olarak mutlu olmayı başarabiliyorlar.
Yine bu sabah onunla karşılaştım okul kantininde. Gülümseyerek ‘’günaydın’’dedi.
..

Devamını Oku
Abdullah Toroslu

“Öğretmen! ” de ne demek; vazifeli kişiye?
Öğretmeye mecburdur, Haktan korkan muallim!
Hayırlıyı ders vermek, farzken erkek, dişiye;
Niye halka ilim’i, öğretmesin bir alim?


Abdullah Toroslu
..

Devamını Oku
İzzet Yaylacı

Bak, ben de öğretmen oldum öğretmenim,
Bir bulutu uzaktan okşuyor gibi,
Avucumda Ayşe’nin minik elleri.
Umut bahçelerinde sevgi gülleri
Aşılıyor bin bir ümitle
Senden emanet ellerim.

..

Devamını Oku
Ramazan Alp

ÜÇ İNSAN

Bu dünya da
elleri öpülecek
uğruna ölünecek
üç insan var
anne, baba, öğretmen...
..

Devamını Oku
Mürsel Adıgüzel

24 Kasım Öğretmenler Günü
Değerli gönül dostlarım, bugün yapmış olduğum konuşmamı sizlerle payşamayı kendime görev addettim. Sevgi ve saygımla.
Sayın Başkan, Sayın İl Genel Meclisinin Değerli Üyeleri ve Saygın Yöneticileri. Bugün Atatürk’ün Millet Mektepleri Baş Öğretmenliğini kabul ettiği günün, 80. yılını ve öğretmenler gününün de 27. yılını kutlamak maksadıyla, şahsım adına söz almış bulunmaktayım. Sözlerime başlamadan, hepinize saygılarımı sunuyorum
Değerli arkadaşlarım,1 Kasım 1928 tarihinde yapılan harf devrimini müteakip, yurdun birçok yerinde millet mektepleri açılarak, okuma yazma seferberliği başlatıldı. Okuma yazma çalışmalarına bir fiil katılan Mustafa Kemal Atatürk’e, 24 Kasım 1928 de Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından, Baş Öğretmenlik unvanı verildi. Bu bağlamda, 24 Kasım günü çok önemli bir gün olup, “Baş Öğretmenlik Günü” olarak kutlanmaktayız.
Bu hatırlamayı yaptıktan sonra, Birkaç hususa değinmek istiyorum. Mustafa Kemal Atatürk’ün Başöğretmenlik unvanını, öğretmenler günü haline dönüştüren, 1980 ihtilalının Milli Eğitim Bakanı Sayın Hasan Sağlamdır. Mustafa Kemal Atatürk’e ait olan bir günü, Türkiye öğretmenlerine vermekle, Türkiye Büyük Millet Meclisinin almış olduğu kararı yok saymaktan başka bir şey değildir. Bugün Atatürk’ümüzün Baş Öğretmenliğini anma ve anlama günüdür. Bu nedenle, her 24 Kasım’da olduğu gibi, bugünde Başöğretmenimiz Atatürk’ün anısı önünde, saygıyla eğiliyorum.
Öğretmenler gününün tarihsel geçmişine bakacak olursak, 16 Mart günü, öğretmen okullarının açıldığı gündür. Bu günün Öğretmenler Günü olarak kabul edilmesi gerekirdi. Bu durum, o günün şartlarında kabul edilmese de, o şartlar ortadan kalktıktan sonra kabul edilebilirdi. Hatta dünya öğretmenleri günü olan ve Birleşmiş Miletlerin Eğitim Bilim ve Kültür Örgütünün (UNESCO) kabul ettiği 5 Ekim 1994 gününü, Türkiye Öğretmenler Günü olarak da kabul edilmeliydi.
Bakın değerli arkadaşlarım, Toplumları yönetenler ve yönetilenler, toplumumuz yararına olan temel gerçekleri görmemezlikten gelemezler. Ülkemizin sağlık ve selameti için, bunları yapmak zorundayız. Aksi halde dünya yaşamında, büyük sıkıntılarla karşı karşıya kalırız. Bunu bilmemiz gerekir ki, dünyayı sorunlu hale getiren cehalettir. Cehaleti ortadan kaldırmadan, huzura kavuşmamız imkânsızdır. Cehaleti ortadan kaldıracak kişilerde, yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Bu başarıyı sağlayacak öğretmenlerin de, bilgi ve beceri birikimine sahip olmaları gerekmektedir. Çünkü öğretmenin imalatı insandır. Bu insan 6-18 yaşta olan ve öğrenme çağında ki çocuklardır. Onları pozitif düşünce ışığında yapıcı, yaratıcı, zihinsel gelişimi işlek ve bağımsız iş yapma yeteneği oluşan birey olarak yetiştirmiş olsunlar. Toplumumuzun gelişmesi bu ilkelere bağlıdır. Eğitim-öğretimi düzenli olan bir toplumun, gelişimi ve refah seviyesinin yüksek olması bu şekilde oluşur. Böyle bir toplumun bireylerinden, dünyaya gelecek çocukların sosyal genleri düzenli ve sağlıklı olmuş olur. Hatta zekâ düzeyleri gelişkinlik gösterir. Bu göstergelerin oluşumunu sağlayacak bir programa ihtiyaç olduğu gibi, bu programı uygulayacak bilgi ve beceri sahibi, öğretmenlerin de yetiştirilmesine ihtiyaç vardır. Ne yazık ki 1980 den başlayan yok etme politikası, eğitim kurumlarının içini boşaltıp, yozlaştırarak, istedikleri düşünceye göre bir kadrosu oluşturdular. Böylece, Türk eğitim sistemini çağın gerisine götürdüler. Bunun temel göstergesi, toplumumuzda gitgide öğretmene ve öğretmen yetiştiren kurumlara karşı bir ilgisizliğin çoğaldığıdır. Durum böyle olunca, eğitim kalitesi düştü. Buna paralel, sevgisizlik oluştu, işsizlik yoğunlaştı, hırsızlık ve kapkaççılık arttı, anarşik hareketlenme yoğunluk kazandı. Bütün bunlarla beraber, cehalet zincirin halkaları çoğalıp kalınlaştı. Bu yönde gelişme gösteren tehlikeye karşı, gerekli önlemler alınmadığı takdirde, bu tehlikeyi ortadan kaldırmak imkânsızlaşmış olur. Böyle bir düzensizlik içinde, yaşamak hiç bir kimseyi mutlu etmez. Bu gerçekleri görüp, ona göre eğitim-öğretimi en kısa zamanda, yeniden yapılanmayı başlatmak gerekmektedir. O zaman öğretmenlerimiz, toplumumuzun her alanında yerlerini almış olurlar. Bu ciddiyet içinde, bütün imkânlarımızı kullanmak zorundayız. Aksi halde, başı dik nesillerin yetişmesi, mümkün olmaz. Evrensel bağımsızlıktan söz etmemiz imkânsızlaşır.
..

Devamını Oku
Münevver Şenol

Canım Babam,gene ben geldim.Okul hayatım bitti artık evde kardeşime bakıyorum,.Annemde her gün mesaiye kalıyor,hiç olmassa bir arsa alabilirsek,emekli ikramiyemle de ev yapar kiradan kurtuluruz diyor. Babacığım kardeşim büyüdü bu yıl Okula başladı. Annem çalıştığı için velisi
ben oldum,Baba biliyormusun gözlerime inanamdım benim resimde birincilik
aldığım resim Okulun koridorunda çerçevelenmiş duvara asılmış öyle mutlu oldum ki anlatamam.Kardeşimde her tenefüs arkadaşlarına bunu benim ablam yaptı diye gösteriyormuş,Baba kardeşim Okula başladı ama hiç uslanmadı her gün eve üstü başı toz toprak içinde geliyor,çünki herkesle kavga ediyormuş,Öğretmen velin gelsin diye haber göndermiş gittim,meğer hademenin oğluyla tenefüste kavga etmiş hırsını alamayınca okul dönüşü
derenin üstünden tahta köprüden geçerken çocuğu ittirmiş,çocuğun çantasını su almış götürmüş çocuğuda boğulmaktan zor kurtarmışlar.Bende
Annem duyunca kızar diye biriktirdiğim harçlığımı vermeyi teklif ettim ama
Öğretmen Okul aile birliğinin karşıladığını fakat birdaha böyle bir şey yaparsa onu Okula almıyacağını söyledi,Baba ev kızı olmak ne zor imiş,evi
temizlemek bende,sobayı yakmak temizlemek gene bende,yemek yapmak
..

Devamını Oku
Tayyar Yıldırım

Ne zaman şehirlerarası bir yolculuk yapsa, uzaklardaki üç beş ışığa takılır gözü. İrili ufaklı köylerin ışıklarıdır onlar. Otobüsün perdelerini aralar, uzun uzun seyreder ve derin düşüncelere dalar. “Kim bilir nasıl yaşıyorlardır oralarda? Neler yapıyorlardır şu an? Kimileri oturmuşlardır yer sofrasının etrafına, kaşık sesleri çınlatıyordur odayı. Kimi hayvanlarının akşam yemlerini verip, paçalarına yapışan samanları temizliyordur henüz. Kimi genç kızdır, yavuklusu için işleyip, hayalleriyle süslediği mendili kokluyordur. Kimi yıllardır cebinden eksik etmediği sigarasını tüttürüp, ciğerleri sökülürcesine öksürüyor ve kendi kendine “bırakamadım şu mereti, bunu icat edenin atası anası ölsün” diye söylene söylene, kahvehanenin yolunu tutuyordur. Kimi hasta anasının başucunda diz çökmüş, “hatırını alıp”, bir öpücük konduruyordur yanağına. Kimi askerdeki oğlunun şu anda neler yaptığını düşünüyordur. Kimi gelin olacak kızının, kimi gelin alacağı oğlunun, eksik olan çeyizlerinin tamamlanması için ne yapacağının hesabını tutuyordur. Yarın okula gidecek olan çocuklarını uyutmakla meşguldür kimileri. Kimileri onlara vereceği harçlığın hesabını yapıyordur, olmayan bütçeleriyle. Kiminin aşı kıttır, kiminin eşi ondan önce göçüp gitmiş, tek başına yaşamaktadır koca hanede” diye düşünerek, devam eder yolculuğuna. Birazdan, düşlediği o köylerin ışıkları görünmez olacak. Yeni ışıklar belirecek uzaklarda. Köylerimizin hepsi bir birine benzer. O köylerde yaşayanlar da… Yaz mevsiminde pazara götürerek sattıkları; üç beş marul, beş on bağ taze soğan, bir miktar yeşillikten kazandıkları bir kaç kuruştan başka eli para görmeyen, soluk yüzlü, eli nasırlı ama şükürlü, kanaatkâr, vefakâr, cefakâr, çileli ama mutlu, “gözleri ile yürekleri aynı noktaya bakan” analarımızın, babalarımızın, hepimizin köyleri.

Adı Salih. O da Konya’nın; doktordan, hemşireden, ebeden yoksun; tek katlı, arka kısmında hayvanların barındığı, ön kısmında insanların yaşadığı, iki odalı, küçücük pencereli, taş duvarlı, toprak damlı evleri olan bir köyünde, 1959 yılında doğmuştu. Salih doğmadan iki ay önce askere gitmişti babası. 24 ay süren askerliğini bitirdikten sonra köye uğramadan, ilk çocuğuna kavuşmanın sevincini bile yaşayamadan, İzmir’e hamallık yapmaya gitmişti. Beş parasız gelmek istememişti köye. İzmir’de üç beş ay çalışıp, biraz para kazanıp, öyle dönmeyi düşünmüştü. Köye geldiğin de Salih üç yaşına girmişti. Babası İzmir’den döndükten sonra alabilmişlerdi nüfus kâğıdını. Salih’in doğduğu yıllarda köylerinde su yok, elektrik yok, telefon yok, yol yok, okul yoktu. Eşeklerin kara sabana çifte koşulduğu yıllardı o yıllar. (Hoş, hala da koşulmaktadır ya.) Kısaca, “Yoklar Köyü” idi Salih’in köyü.

Yoklar Köyü’nde ilkokul binasının inşaatına başlandığı yıl 1965 idi. O tarihten önce okul yüzü gören olmamıştı köyde. O yıllarda, köye kırk yılda bir vasıta gelirdi. Bütün çocuklar gelen vasıtanın peşine takılır, ardından koşarak yarış ederlerdi onunla. Bir yaz günü öğlen vaktinde, kazma ve kürek yardımıyla yapılmış olan ve köyü nahiyeye bağlayan yoldan, motosikletli bir yabancı geldi. Salih ve köyün diğer çocukları motosikletin peşine takılıp, odanın önüne kadar koştular. Gelen yabancı; takım elbiseli, kravatlı, siyah saçlı, uzun boylu, iri yapılı, oldukça yakışıklı, konuşması köylülerin konuşmasına benzemeyen bir babayiğitti. Salih ve arkadaşları meraklı gözlerle seyrederlerken, o, “derhal muhtarı çağırın bana” diye seslendi. Muhtar kısa bir süre sonra geldi. Eline aldığı kasketi göğsünün üzerine kapatarak; “buyur efendi oğlum, beni istemişsin” dedi. Öğretmen de ona döndü ve “Ben öğretmenim. Adım Muzaffer Öner. Devlet beni köyünüze öğretmen olarak görevlendirdi” dedi. Sonra döndü, Salih’in başına elini koyarak “kaç yaşındasın sen? ” diye sordu. Utana sıkıla “altı” diyebildi Salih. Öğretmen tekrar muhtara dönerek, “köyünüzde bu çocuğun yaşında ve bu çocuktan daha büyük yaşlarda ne kadar çocuk varsa, hepsini yarın bu saatte, anaları, babaları ve nüfus kâğıtlarıyla birlikte köy odasında hazır olarak görmek istiyorum. Biliyorsunuz, okulumuzun temeli yeni atıldı. Ama biz şimdilik okul olarak köy odasını kullanacağız. Yeni okul binamız biter bitmez de oraya taşınacağız” dedikten sonra, motosikletine bindiği gibi, yine tozu dumana katarak köyden ayrıldı.

Salih dördüncü yaşına girdiğin de, babası tekrar İzmir’e hamallık yapmaya gidecekti. Zaten, Yoklar Köyü’nün insanları her yıl İzmir’e hamallık yapmaya gider, orada üç ay çalışır, sonra köylerine geri dönerler ve kazandıkları paralarla dokuz ay geçinirlerdi. Sağlıklı bir ortamdan mahrum olarak yaşayan diğer çocuklar gibi, Salih de bir gün ciğerlerini üşütmüş ve o günden sonra sürekli olarak öksürür olmuştu. Babası İzmir’e onu da götürüp, hem tedavisini yaptıracak, hem de hamallık yapıp, biraz para kazanıp geri dönecekti. Öyle de yaptı. Aklının dünyaya yeni yeni ermeye başladığı yaşında; denizi, otomobilleri, otobüsleri, kamyonları, trenleri apartmanları görmüştü Salih. Bu görüntüleri üç dört aylık bir zaman diliminde “kısa metrajlı” bir film gibi hafızasına nakşetmişti. Hayatının bundan sonraki bölümünün nasıl şekilleneceğini bu görüntüler belirleyecekti. Köye döndükten sonra, o filmi tekrar tekrar izliyor, sonra da köydeki arkadaşlarına anlatıyor, onlar da anlatılanları can kulağıyla ve imrenerek dinliyorlardı. Salih, İzmir’e yaptığı yolculuğu ve orada geçen yaşamını hücrelerine kadar hissediyor, anlatmaktan ve o anları yeniden yaşamaktan zevk alıyordu. Çünkü köyde hayat çok zordu. Her yaştan insan, kaldıramayacağı kadar ağır yükler yüklenmek zorundaydı. Sabahın ilk ışıklarıyla uyanılıyor, gece yarılarına kadar belki de onlarca çeşit iş yapılıyor ama karşılığında bir tek kuruş bile olsun para kazanılamıyordu. Hâlbuki İzmir öyle miydi? Orada otomobiller vardı, apartmanlar, gemiler, trenler vardı. Bunlar hep para ile alınabilen şeylerdi. Orada yaşayanlar da, tıpkı Salih’in köyünde yaşayan insanlar gibi insanlardı. Ama onların evleri köydekilere hiç benzemiyordu. Yolları da benzemiyordu köydeki yollara. Oradaki evlerin içinde, borulardan sular akıyor, bir düğme ile odalar aydınlanıyor, telefonlar vasıtasıyla çok uzakta olanlar bile bir birleriyle konuşabiliyorlardı. İzmir’dekiler gibi yaşamak, onlar gibi konuşmak, onlar gibi giyinmek için, bu köyden ayrılıp “İzmir’e gitmek” ve orada yaşamak gerekiyordu. Pekâlâ, bu nasıl gerçekleşecekti? Elbette okula giderek, okuyarak, “öğretmen olarak” gerçekleşebilecek şeylerdi bunlar. Dört yaşında izlediği “İzmir Filmi”, onu böyle düşünmeye sevk ediyor, hırslandırdıkça hırslandırıyor ve bundan sonraki hayatına yön verecek görüntüler oluşturuyordu kafasında.
..

Devamını Oku
Gök Tengri

Gök tengri! sana edilen iltifatları duyup da şişme
Anadolu'na; O'nun alçakgönüllülüğüne etme ihanet!
Unutma! Sen ne tam bir öğrencisin, ne tam bir öğretmen
Sen bir yolcusun
Geldiğin yerlere öğrencisin; bir şeyler öğrendiğinden
Geçtiğin yerlereyse öğretmensin
O öğrendiklerini öğrettiğinden! ..
..

Devamını Oku
Fevzi Günenç

ÇOCUK TİYATROSU OYUNLARI 10

DÜNYANIN BÜTÜN ÇİÇEKLERİ

ÇOCUK OYUNU

ŞİİR: CEYHUN ATUF KANSU
..

Devamını Oku
Fevzi Günenç

A. Sınıf Tiyatrosu Kısa Oyunlar 32
Dünyanın Bütün Çiçekleri
(İlköğretim Haftası, 24 Kasım Öğretmenler Günü)

ŞİİR: CEYHUN ATUF KANSU
OYUNLAŞTIRAN: FEVZİ GÜNENÇ

..

Devamını Oku
Fevzi Günenç

A. Sınıf Tiyatrosu Kısa Oyunlar 32
Dünyanın Bütün Çiçekleri
(İlköğretim Haftası, 24 Kasım Öğretmenler Günü)

ŞİİR: CEYHUN ATUF KANSU
OYUNLAŞTIRAN: FEVZİ GÜNENÇ

..

Devamını Oku
Engin Sınmaz

Bir sınıfın içinde onlarca çiçek.
Biri çıktı ve sordu.
Öğretmenim kağıt neden olur?
Kağıt yapması zor mudur?

Ağaçtan olur dedi öğretmen.
Cevap şaşırtıcıydı çocuk için.
..

Devamını Oku
Mehmet Tevfik Temiztürk

Önce veterinermiş sonra öğretmen olmuş,
Masumlara adanmış, mazlumlara kavuşmuş…

Benzerliği yok değil merhamet bilgi işi,
Bilgi var ise sever sevense hep er kişi…

Can taşıyorsa tamam eğitim eğitimdir,
..

Devamını Oku
Gülten Ertürk

Kitabıma inen ilk ayetim 'oku' olursa
Yıllar boyu okuyacağım öğretmenim
Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olacaksam
Sana ömür boyu köleyim öğretmenim
Seni memnun etmek için bilğili olmam gerekiyorsa
Bilğilerimle seni şaşırtacağım öğretmenim.
Karanlık, sessiz bir boşlukta kalsam da
..

Devamını Oku