Ruhumun karanlıklarında bir öğretmen var
bulutlu bir gecede ay gülmesini kesmiş
göz kırpmaları yok
sanki bir kutup yıldızı o batmayan
gülümsüyor dostça yol gösteriyor
..
Bunca yıl hizmette hep avutucu
Nice laflar duyduk sonu olmayan,
Neden iktidarlar söz savutucu
Öğretmen hayrına konu olmayan?
Doymazsa öğretmen; doymaz ülke de
Haram girer ahlaka da mülke de
..
Hani bugün seninle bir eve gittik ya
sen bilmiyorsun orası okul okul
yuva okulu
çok oyuncak var salıncak var
kumlu havuz bile var
..
Allah Bizimledir
dün mürteci dediler
bugün haşhaşi
dün Bosna, bugünse Kenya
onlar konuşur sadece
mazlumun olduğu her yere
..
Bileziğinin çalınmış olması ne kadar umurundaydı belli olmuyordu ama yıllardır aklına besleyip büyüttüğü, kendisine idol aldığı, hayranı olduğu, otrişler ve pırıl pırıl giysiler içerisinde muhteşem sesiyle nağmeden nağmeye geçişini ağzı açık dinlediği o adam bu muydu?
Çok şişmandı.
Çıplaktı.
Her yeri sarkmıştı.
Melek öğretmen, Yıkılan bir dünyayı izler gibi istemeden büyümüş olan göz bebeklerini dikti bu anlamsız görüntüye.
Öyle bir bakıştı ki bu, tarifini epey sonraları öğrenecekti.
Zeki Müren’in o gün bileziği çalınmış o da kendisini bardaklı koyunun sessizliğindeki güneşin altına sere serpe bırakmıştı.
..
Sendin pusulam azgın sularla boğuşurken körpecik yüreğim,
Şimdi pusula oldum, yön gösteriyorum.
Senin gibi öğretmen oldum öğretmenim,
Senin gibi yol gösteriyorum.
Baktığım masada oturuyorum,
Işıl ışıl parlayan gözleri görüyorum.
..
Eylülde sararan yapraklarla beraber,
Öğretmenler vurulur, boş tarlaların ıssızlığında.
Ve düşünür öğretmen, ölümle yaşam arasında:
Kim, neden sıkmıştır kahpe kurşunları, kahpece?
Yarar kurşunların sesi, karanlığı bir gece.
Akan her damla kan, yaklaştırır ölümü.
..
Okumanın Ümidinde; Yeni Bir Hayata Başlayabilmek Gerek! .
= 000.000.003 =
Okumanın Ümidinde; Gerçek Dostluk Arayışını Sürdürmeli! .
Pir Edindiğimiz Saygıdeğer Öğretmenimiz İçin Umut Gerek! .
Tahir: Pir edindiğin öğretmen; kalbi yumuşatmalı, Zühre! .
..
Bir Soru ve Bin Kazanım! . Ve Kazananların Adını Sayan İnsan; YETMİŞ BEŞ MİLYON ile! ..
--------------------
Eğitim gönüllüsü saygıdeğer öğretmenlerimiz; öğrencisine bir bilgi vererek, öğrencisinde bin bilgi görmek isteyen, samimi ve duyarlı bir özveri çizgisinde ilerlemektedir, vatan sathı eğitim dirliği adına! . Yani, öğretmen bir soru sormuşsa öğrencisine, öğrencinin verdiği cevap o kadar uzun olmalı ki, öğrencinin bin kazanıma ulaşmış olduğunu, öğretmenlerimiz görmek isteyendir! .
Örnekle açıklamaya çalışayım:
..
Öğretmen bu yurdun aydın zümresi;
Hedefe onlarla varmak isterim.
Fedakâr, çalışkan olmuş cümlesi;
Dostluk selamımı, vermek isterim.
Saygındır öğretmen toplumda fertte;
..
ÖĞRETMENLERİN SIRTINDAN SOPAYI EKSİK ETMEDİLER ÇOK ŞÜKÜR
Tebriğini kabul ediyor; bir öğretmen olarak teşekkür ederim sevgili dostum.. Sağ olasınız...
Öğretmenliğim sırasında devlet de millet de bizi o kadar sevdiler ki: sırtımızdan sopayı hiç eksik etmediler, sağ olsunlar.
..
Ne anlatır; neler anlatır,10 mart 1947 de, Konya'da
okul bahçesinde çekilmiş siyah beyaz bir resim?
Gencecik bir öğretmen;
elleri belinde, omuzlarında Cumhuriyet;
kanat açmış beyaz yakaların bedenlerini eğitmekte
Fırtına beklemekte; 1950 ler ve sonrası beklemekte
..
UNUTAMADIKLARIM
(HATIRAM OLSUN)
İkinci Dünya Savaşı’nın kıvılcım beklediği bir bahar sabahında, iki dağ arasında kurulmuş, uzak mesafeler halinde adeta birbirlerinden rahatsız olurcasına serpili evlerin oluşturduğu bir dağ köyünde gözlerimi dünyaya açmışım. Ailemin altı çocuğundan beşincisi olarak…
Birinci Dünya Savaşı’nın macera sonrasının dünyada olduğu gibi ülkede ve köyümüzde yönetim boşluğunun karmaşıklığını yaşıyormuşuz o yıllarda. Kıtlık, asayişsizlik, düzensizlik tüm hızıyla hüküm sürmeye devam ediyormuş. Oysa Cumhuriyet yönetimi kurulalı on beş yıl olmuştu. Büyüklerimiz anlatırlardı; 1915-1923 yılları arasında eşkiyaların en güzel sığınak yeriymiş bu köy. Kol gezermiş eşkıyalar. Yol kesmeler, mesken baskınları sık sık rastlanan olaylarmış. Zengin ve yaşlı kadınların kafalarına kızgın sacayak geçirerek zorla altın ve para gasp edildiği uzun zaman yaşanmış bu köyde.
Kasabaya on beş km uzaktaki bu köyde devlet gücünün en az ulaştığı söylenir. Kuş konmaz kervan geçmez bu yörenin bir tek özelliği vardı: Temiz hava, tabiatın tüm nimetlerini saklama özelliği. 1950’ ye kadar motorlu taşıt girmemiştir. Bu tarihten sonra da on yıl süreyle kamyon girmiş, köylüler tomrukların üzerinde çarşı pazarına giderlerdi. Şoför mahallinde oturup yolculuk etmek bir bürokratik aşama idi. Eğitim imkanları da az da olsa 1950’den sonra sağlanmıştır. Tabiatın tüm zenginliklerini gönlünde saklayan köyün, eğitim imkanlarından hiç yararlanamadıkları yıllarda her Cuma ve bayram günleri cami avlusu herkes için hodri meydandı. Namazdan sonra herkes yiğitliklerini cami avlusunda gösterirlerdi. Silahlar patlar, bıçaklar çekilirdi.Ayrıca tokatlama olayları da sık rastlanan kahramanlıklardandı. Kabadayılıkların sergilendiği yer cami avlusu idi. Büyüklerin bu hareketlerinden biz çocuklar da etkilenirdik ki; bayram günleri etnik grupların çocukları için köy meydanları kapışma yeri idi. Bu özel gelenek haline gelmişti. Tabi ki çocukların bu kapışmaları sonradan büyüklere intikal ederdi. Her an heyecanlı ve korkulu sahnelere rastlamak mümkündü. Bu kavgalar acımasızcaydı çünkü. Üstün gelen grup kahramanlık zevkini duyardı.
Yalın ayak, başı kabak çocuklarla doluydu köy meydanı. Sarı benizli, şiş karınlı ve koca kafalı çocukların burunları sürekli sümüklüydü. Yani bakımsız, cılız çocuklarla dolu olan köy insanı eğitim olanaklarından yararlanmayı hiç düşünmezdi herhalde. Ya hayvanların peşinde veya tarlada ailesiyle birlikte çapa kazarlardı. Çok küçükleri de kadere terkedilmişçesine sokaklarda, tozda, dumanda burnunu çeke çeke oynarlardı. Daha üç yaşındaydım ki; kızıl, kızamık hastalıklarından emsallerimi kaybetmiştim. Ülkede büyük bir sıtma salgını da hüküm sürüyordu. Bataklıklar kurutulamamış, zehirli sivri sinekler çevreyi kasıp kavuruyordu. Ama bizim durumumuz diğerlerinden iyiydi.
Beyaz badanalı, tek katlı bir evimiz vardı. Fındık bahçelerimiz, koruluklar ve geniş arazilerimizin yanı sıra ay boynuzlu ineklerimiz, öküzlerimiz, yüzlerce koyun, kuzu, ayrıca her sabah gördüğümde içime ferahlık veren bir sürü tavuğumuz vardı. Evimiz adeta bir çiftliği andırıyordu. Arı gibi çalışkan bir anam vardı. Hepsinin üstesinden geliyordu. İşçilerimiz ve çobanımız vardı. İşler yürüyüp gidiyordu. Ablam da annemin en yakın arkadaşı idi. Babam küçük bir devlet memuruydu. Ne sigortası vardı, ne de emekli sandığı güvencesi. Sağlık ve tedavi giderlerinden herkes kendi sorumlu idi.
..
12 yaşında bir kız çoçuğu, onun umutları vardı, onunda arzuları vardı, onunda beklentileri vardı,onunda isteği vardı,
ona sormadılar ne Arzun var diye, onun arzusu Öğretmen olmaktı, Okumak istiyordu, onu evlendirdiler 12 yaşında.
o Evlendi evcilik oynadı, o 14 'de Anne oldu, o Oğlunu beledi kucağına aldı, o ikinci Oğlunu beledi kucağına aldı, o İkiz gibi Bebelerine bakıyordu, o sessizdi hiç konuşmazdı, az konuşurdu konuşmayada korkardı, Onun saf temiz Kalbi vardı, Dünyada neler oluyordu Haberi yoktu.
..
Fidandan dallara çınarlar ördün
Gönlümü fethedip meşale tuttun
Hesapsız sevgiler bilgiler sundun
Korkmadan sözünden giderim Öğretmenim….
Anamsın şefkatli yüceden varlık
Babamsın kuvvetli daim uyanık
..
Yurt ve dünya sorunları üzerinde düşünmek, düşündüklerimizi sözlü ve yazılı olarak açıklamak ve toplumun çeşitli kesimlerine yaymak yasal, meşru bir haktır. Çağdaş, demokrat, Atatürkçü bir insan, yurttaş ve öğretmen olmanın gereğidir. Bu yurt ve ulusa sevdalı olmamızın sonucudur.
Türk öğretmeni de bir insan ve yurttaştır. Düşünüp fikir, görüş ve projeler üretecektir, üretmek zorundadır. Çünkü, öğretmenin yaptığı kamu hizmeti, yetiştirdiği öğrenciler ve geliştirdiği ilişkiler ağı yani eğitim dinamik bir süreçtir. Öğretmenin düşünmesinden asla korkulmamalı, aksine onu destekleyerek yüreklendirip özendirilmelidir. Öğretmenin düşünmesinden; en başta çocuklarımız, ülkemiz, toplumumuz ve demokrasimiz kazançlı çıkar. Cumhuriyetimiz ve demokrasimiz öğretmenle gelişir, derinleşir, güzelleşir ve yeni boyutlar kazanır.
Eğitbilim (Pedagoji) diye bir bilim vardır. Eğitimin amaçlarını, ilkelerini, yöntem ve düzgülerini inceleyen ve eğitim çalışmalarını kurallara bağlayan bir bilim olduğu doğrudur. Hatta, öğretmenlik sanatı, uygulaması ya da mesleği için gerekli bilgi ve becerileri kazandıran bilim dalı olması yönünden de çok önemlidir. Ancak, dünyanın her ülkesinde olduğu gibi ülkemizde de eğitim, devleti yöneten bürokratik ve siyasal kadroların rengini taşır, sosyal, ekonomik ve kültürel yapılardan soyutlanıp ele alınamaz. Eğitim olgusu, ülkemizin içinde bulunduğu genel düzenin bir uzantısıdır. İçinde yaşadığımız bu genel düzene temelden çatıya kadar bağımlıdır. Genelde eğitimin sorunları, özelde ise öğretmenlerin ve öğrencilerin sorunları, toplumun genel sorunlarıyla iç içe olup kaynaşıktır. Toplumun genel sorunlarına akılcı, gerçekçi ve doğru çözümler getirildikçe bizim sorunlarımız da kolayca çözülecektir. Yapılan bunca çalışmalar geniş halk kitlelerinin yararına ve toplumsal adalete uygun olacaktır.
Çağımız ve ülkemiz hızlı bir değişim yaşamaktadır. Bilim ve teknoloji sınır tanımamakta ve çağa damgasını vurmaktadır. Daha önce elde edilen bilgiler hızla eskimekte ve yeni bilgiler üretilmektedir. Yarın öğreneceğimiz daha az şey kalacaktır. Televizyon, video, CD, bilgisayar ve internet toplumsal yapı ve kurumları değişime zorlamaktadır. Toplumumuz bilgi bombardımanına tutulup, büyük bir şok dalgasıyla karşı karşıya kalmıştır. Oysa, çağımızda buna rağmen, eğitim yine de evrensel değildir. Çünkü, toplumlar birbirinden çok farklı siyasal, sosyo-ekonomik ve kültürel düzeylerde bulunmaktadır. Dünya ölçeğinde ülkelerin eğitim sistemleri farklı özellikler taşımaktadır. Henüz bütün insanlığı kucaklayan evrensel bir eğitim sistemi de ortaya çıkmamıştır. Bunun içindir ki; eğitim evrensel olmadan önce ulusal ve toplumsal bir olgudur. Bu nedenle yurt ve insan gerçeğine dayanmak zorundadır. Gerçeklere gözümüzü kapayarak Fransız değil Japon eğitim modelini de alsak boşunadır. Eğitim tarihimiz bunun olumsuz örnekleriyle doludur. Her sorunumuzda olduğu gibi çağın gelişmelerini dikkatle izleyerek, eğitim sorununda da hareket noktamız Türkiye gerçekleri olmalı, Türk insanı ve toplumunun gereksinimleri temel alınmalıdır.
Bugün Türk Eğitim Sistemi örgün ve yaygın eğitim alanında küçümsenmeyecek bilgi, deneyim ve birikime sahiptir. Okulöncesi Eğitimden Sekiz Yıllık Kesintisiz Zorunlu Temel Eğitime (İlköğretim) , Ortaöğretimden Yükseköğretime ve Çıraklık Eğitiminden Halk Eğitimine çok önemli mesafeler almıştır. Sorunlarımız yok mudur? Elbette vardır. Bazı sancılar içinde kıvransak da, çıkmazları yaşasak da gelecekten asla umutsuz olmayalım. Eğitimin yönünü her yıl biraz daha çağa, ileriye ve halka doğru çekmeli, Atatürkçü eğitim anlayışından uzaklaşmalara fırsat verilmemelidir. Eğitim kurumlarımızda bilimin ve aklın aydınlığında eğitim yapılmalıdır. Öğretmenler mesleki, ekonomik ve moral açısından güçlendirilmeli, öğrencilerimizle birlikte baskıdan uzak, özgürlükçü, barışçı ve demokratik bir ortama hızla kavuşturulmalıdır. Öğrenciler eleştiri ve tartışma ortamına çekilerek edebi, sanatsal ve bilimsel yapıtları okumaya alıştırılmalıdır. Ezbercilik ve aktarmacılık yönteminden süratle vazgeçilmelidir. Gözleme, araştırmaya, incelemeye, yaratıcılığa ve üretkenliğe dönük eğitim-öğretim süreçlerine ağırlık verilmelidir. Yaratıcı toplum yolunda eğitim için etkinlik gösteren bütün öğretmen ve öğrenciler çeşitli şekillerde eğitsel amaçlarla ödüllendirilmelidir. Bu yönde de olumlu çabaların olduğunu mutlaka izleyip görmekteyiz.
Dünya ve ülkemiz nereye doğru gidiyor? Çağımızda ve ülkemizde neler yapılmak isteniyor? Bu sorular kapalı değil elbet. Nereye gidildiği ve ne yapılmak istendiği açıkça bellidir. Eğitimciler dünya ve yurt sorunlarını doğru anlamaya çalışmalı, insanımızı haksızlıklara, yolsuzluklara, adaletsizliklere tavır koyan, kendisi ve toplumuyla barışık, gerçekleri ve hakkını arayan bireyler durumuna getirmelidir. Akıl, bilim ve çağa ters düşmeden eğitim daha da geliştirilip, derinleştirilmelidir.
Türkiye’nin eğitim potansiyeli her türlü olumsuzluğu ortadan kaldıracak güçtedir. Öğretmenlerin çoğunluğu Cumhuriyet, Atatürk, bilim, yasa, emek ve halk taraflısıdır. Öğretmenlerin tavırları her zaman böyle olmuştur, bundan sonra da böyle olacaktır. Bazı çevreler ne yaparsa yapsınlar, öğretmenler eğitimi halka doğru çekecek, tarihsel ve toplumsal uyarma görevlerini sürdüreceklerdir.
..
Bizim ortaokulda biraz sinirli bir İngiliz edebiyatı hocamız vardı. İngilizce sözcükleri itinayla çiğneyip sesleri ezerek konuşurdu derste. O ağzında misket yuvarlar gibi sözcükleri çatlatırken araya da nedense uzun sessizlikler koyardı. Hecelemeyi çok seviyordu. Üslubu da biraz kibirli ve oldukça tehditkârdı. Onu dinlerken böyle konuştuğu vakit sıkıcı ve hatta biraz da itici olduğunun farkında değil mi acaba, diye düşünürdüm. Sonra onu ders dışında bir arkadaşıyla konuşurken duydum. Normal bir sürat ve üslupla konuşuyordu. Çok şaşırmıştım, bir gün ona “neden derslerde de böyle kendiniz gibi konuşmuyorsunuz” diye sordum. “Çünkü ben bir öğretmenim, ayrıca bana böyle bir soru soramazsın” dedi. Bu açıklamadan zihnim bulandı biraz. Demek ki öğretmen olunca, mutlaka o sinirli öğretmen tonuyla konuşmak gerekiyordu.
Ben bu yazıyı yazmaya başladığımda kendi deyişiyle ‘bir kâğıt parçasıyla’ ilgili sorular sorulduğu için gazetecilere kızan, istediği zaman insanları azarlayabilme hakkını kendinde gören, onlara cahil diyen paşamızı dinlerken o huysuz kadını hatırladım. Mesela o da tıpkı kızgın bir öğretmen gibi “o-la-maz bu kadar” diyordu. Onu bir gördüğümde de televizyonlarda işaret parmağını sallayarak bizim gazeteyi tehdit ediyordu. Anladığım kadarıyla o askerdi, kızdığında öyle tehditkâr bir üslupla konuşabilirdi ve kimse bu ülkede olup bitenleri sorgulayamaz, gerçeklerin peşine düşmeye cesaret edemezdi. Ama arada güzel bir şeyler de duyar gibi oldum. Murat Yetkin’e o günkü yazısını okuduğunu ima etti. Birden çok sevindim. Her ne kadar ‘bir gazete’ diye andığı Taraf’a bayılmasa da, demek ki köşe yazarlarını okuyordu. Keşke Ümit Kıvanç’ın “Hiç kan dökülmedi ki, çıkma tonerdi hepsi” başlıklı yazısını da okusa (24/06/09 – Taraf) belki neden böyle bir belge hakkında bu kadar kıyamet koparıldığını hatırlar ve gazetecilere bu kadar kızmaz, gibi saf bir düşünceye kapıldım. Bir de okulda öğrendiklerimiz meselesi var tabii. Acaba akıllı ve akılsız insanların neye benzediğini öğreten askerî okullar, başta siyaset olmak üzere ‘her konuda fikir beyan eden’ generallerin vaktiyle başka ülkelerde ne tür sıkıntılar yaşadığını da öğretmişler midir? Kimseyi yıpratmak istemem ama bu basit soru da nedense öyle aniden aklıma geliverdi işte...
KÜLTÜR BAKANLIĞI DA YAPTI...
..
Yıl 1959.
Ceviz kabuğu gibi içine kapalı bir Anadolu köyü.Ne “el kapılarına “ne de şehirlere göç başlamamış henüz.Köy Enstitüsü mezunu bir öğretmenin de desteğiyle ilkokulu yeni bitirmiş bir kız çocuğu ben okumak istiyorum diye tutturur.Tek isteği vardır: Bolu Kız İlk Öğretmen Okulu’nun sınavına başvurmak.Sınavı kazanamazsam sizden hiçbir isteğim yok. Büküp boynumu oturacağım. Ne olur babacığım ben sınava gireyim der. Erkeklerin bile şapkasını çıkaramadığı, başını açamadığı, ilkokuldan sonra ortaokula giden tek tük erkek çocuğunun bulunduğu bir köy ortamında olacak şey midir bir kız çocuğunun okula gitmesi…Okul yolu, baştan çıkmaya giden bir yolun başlangıcıdır köylünün gözünde…
Kızını çok sevse de köyün görünmeyen baskısını göze alamayan babası hayır der, kesinlikle hayır. Ele güne karşı rezil mi edeceksin sen bizi. Hem ben seni amca oğlunla evlendireceğim: Otur oturduğun yerde…
Köy enstitülü Mustafa Hoca günlerce dil döker babasına: Bu çocuk çok zeki, kıymayın bu çocuğa, bir fırsat verin…Sadece sınava girmesine izin verin.Ama nafile, nal der mıh demez kızın babası.
Baba ettiği yeminden geri dönmeyecek kadar dindar bir insandır. Hiçbir şeyden korkmamıştır cehennem ateşinden korktuğu kadar. Babasının bu özelliğini bilen kız amcası ve babasının üzerinden oda kapısını kilitler.Sınava göndereceklerine dair yemin edip söz verinceye kadar da kapıyı açmaz…
Kapı açılınca bir ton sopa yer ama sınava da yazdırılır.
..
Bir gün sınıfa girdiğimde her kes susuyordu kürsünün üzerinde asılı duran Atamızın resmi bile solmuş mavi gözleri sanki alev alev olmuştu
öğretmenimizin masasında bir kaç demet çiçek vardı çocuk aklımla bir kutlama yapacağımızı sanarak koşar adımlarla okulun dışına çıktım cebimdeki harçlıkla bir tek gül alabilmiştim bahçeye girdiğimde bütün sınıf ve öğretmenler ağlayarak bekliyorlar arkalarında çocuklar sıralanmış ellerinde karanfillerle hazır ol da durmuşlardı hemen aralarından bir boşluk bularak bende yerimi aldım neden buradayız diye sorduğumda bir öğretmen bana sus işareti yaptı hala anlamış değildim meğer öğretmenimiz Van'a alışverişe gitmiş durumu olmayan bazı öğrencilerine yani benim çiçeklerim diye sevip okşadığı çocuklarına defter kalem gibi ihtiyaçlarını almaya tam kırtasiyeden çıkarken bir bombalı saldırıda şehit olmuş ayaklarımın ucuna basarak karşıdan gelen kalabalığa baktığımda al Bayrağa sarılı bir tabut omuzlarında taşıyorlar ve beyazlar giymiş biri önde yürüyordu tabutun sağında ve solunda ağlayan zorla sendeleyerek yürüyen bir kadın ve önde resmini taşıyan bizim yaşlarda bir çocuk vardı bahçeye koydukları sıranın üstüne yerleştirdiler yine de ben öğretmenimi arıyordum o neden gelmemişti belki de sınıfta bekliyordur diye geçirdim içimden tam yanımda duran müdür yardımcısı benim huzursuzluğumu anlamış olacak ki işte öğretmenin geldi dedi bana o anda gözlerim doldu başladım ağlamaya artık sınıfta her yeri yamalı hırkamın düğmelerini ilikleyip ellerimi kavuşturunca anlardı üşüdüğümü ve bana sıkıca sarılırdı artık bana sarılıp ısıtan öğretmenim yoktu tek suçu çiçeklerine ders araçları almak oldu tabutu koydukları sıranın üzerine çarşıdan aldığı defter kalem ve hikaye kitaplarını koydular herkes ellerindeki karanfilleri bayrağın üzerine attılar bende sınıfa koşarak girdim elimdeki tek gülü öğretmenimin masasına bıraktım sonrada Atatürk'ün gözlerine bakarak Ağlama Atam bundan sonra söz veriyorum öğretmenimin teslim ettiği bayrağı ben taşıyacağım öğretmenimin bir sözünü hatırladım bir gün ecel beni alırsa arkamda binlerce açmış çiçeklerim benden aldığı bayrağı taşıyacaklarını biliyorum demişti ve yıllar sonra öğretmenimin şehit edildiği merkez ilk okulunun aynı sınıfında öğretmenimin kürsüsün deyim yeni nesillere andımızı okuturken Atam da bana mavi gözlerinle gülüyordu Ne mutlu Türküm Diyene
..
DÜNYANIN EN GÜZEL GÖZLERİ
Onu tanıdığımda,19 yaşımdaydım.Dayımlara gitmiştim.Nur yengem,canım sıkılmasın,kuzenlerimle vakit geçireyim diye,beni kendi evlerine götürmüştü.Akşam,hep birlikte televizyon seyrederken,komşuları geldi.Şükran teyzeyi,gündüz tanımıştım.Akşam eşiyle geldiklerinde ise,Şükran teyzeyi öpmüş,amcanın da elini sıkmıştım.Pek ilgilenmemiştim.Amca arkamdaki koltuğa oturmuştu.Konuşmaların odağı olmuştum.Herkes,benim ne kadar harika olduğumu anlatıyordu.Utanıyordum.Susuyor,yerimde büzüldükçe büzülüyordum.Amca,ilgimi çeken,çok güzel şeyler söylemeye başlamıştı.”Kim bu? ”diye düşünerek,yavaşça arkama döndüm.Hiç abartısız,tutunmasam düşecektim.Başım dönüyordu,ayaklarım yerden kesilmişti.İçime,evrenin tüm güneşleri dolmuştu sanki.Sevgi dolu,ışıl ışıl,bir çift lacivert göz bana bakıyordu.Güzel yüzünü,başının üzerinde,hafif mavimsi,bembeyaz-yoğun saçları süslüyordu.Gülümsedim ona.Konuşmaya başladık.Yaşamıma,geleceğime dair bana çok güzel şeyler söylüyordu.O sevgiyle yanan gözler,yüreğime-beynime kazınmıştı.Dayımlarda kaldığım süre içinde,her gün yanıma geldi.Benimle çok ilgileniyordu.Bir gün konuşmalarımız sırasında,”Sen hayatta çok başarılı olacaksın.”dedi.Hafifçe dalga geçerek,”Nereden biliyorsun? ”diye sordum.”Çünkü önce gülmeyi öğrenmişsin.”Yanıtını aldım.Sustum.Ne anlama geldiğini? Tam kavrayamamıştım.Sonra bir gün yine,”Sen çok zekisin,İngilizce öğrenebilirsin.Hemen öğren.”dedi.Tamam,söz yanıtını verdim şaşkınlıkla.Eve döndüğümde anneme,İhsan amcamı anlattım ve İngilizce öğrenebileceğim bir kitap istedim.Kitabı aldı annem.Alfabesinden başlayarak,öğrenmeye başladım.Tekrar dayımlara gittiğimde,kitabı ve çalıştığım yerleri gösterdim.Sınav yaptı beni.Gözlerinden damlalar düştü.Üzüldün mü? diye sordum.”Hayır,sen çok başarılısın.Ben de çok mutlu oldum.İnsan mutlu olunca da duygulanır.”Diyerek,koluyla omuzumu sardı ve öptü yanağımdan.Uçmuştum sevincimden.Onun yanında kendimi çok güçlü,daha bir insan ve mutlu duyumsuyordum.O benim,manevi babamdı.Keşke gerçek babam olsaydı,düşünceleri takılıyordu usuma.Ona sık sık telefon ediyordum.Çok işi olsa bile,her arayışımda,beni sevgiyle,sevinçle karşılıyordu.Tatlı sevgilim,güzelim gibi sözler söylüyordu.Kitabımı çıkarttığımda,benimle birlikte mutlu oldu.Kardeşim evlenecekti.Ben onca işin,karmaşanın arasında,İstanbula gidemeyecek,nikaha katılamayacaktım.Annem beni,çok eski bir tanıdığımıza bırakacaktı.Gündüz,Şükran teyzemi aradım.Bize gelsene Nilgün dedi.Çünkü dayımlar da nikaha gidecekti.Sorun olmaz mıyım teyzeciğim? dedim.Hayır,Figen’le sana bakarız.Hem o da çok sevinir dedi.Figen kızlarıydı ve benim de arkadaşımdı.Serdar ve Amerikadaki oğulları da arkadaşımdı.Tereddütlüydüm.Onları yormak istemiyordum.Akşamüzeri,İhsan amcamı aradım,kısa süreliğine veda etmek için.Hayır,hiçbir yere gitmiyorsun,bize geliyorsun dedi.Biliyor musun? Şükran teyzem de çağırdı beni.Tamam gelirim dedim.O bir şey söyleyecek ve ben yapmayacaktım.Olanaksız bir şeydi bu.Gittim.Hayatımın en güzel 18 gününü geçirmeye.Bir haftalığına gitmiştim.Annemler dönünce de beni bırakmadı.İstediğin kadar kal dedi bana.O aileyle ben birbirimizi öylesine benimsemiştik ki.İhsan amcam,telefonu bile yanıma koyuyor,sen bak telefonlara diyordu.Telefonu açıp,buyurun ben kızlarıyım diyordum.Figen sanıyorlardı,hayır ben Nilgün’üm diye açıklama yapıyordum.Figen evliydi.Sabah yanıma geliyor,akşam eşiyle dönüyordu evine.Sanki,asıl ailemin yanındaydım.Şükran teyzemin komşularıyla,Figen’in arkadaşlarıyla,çok güzel vakit geçiriyordum.Ama en güzel zamanım,İhsan amcamla geçiyordu.Akşam yorgun geliyordu.Cin-tonik bardağını alıp yanıma oturuyordu.Konuşuyorduk.Kahkahalarla gülüyorduk.Ben seviyorum diye,her gün bana,çikolata getiriyordu.Ben çocuk muyum? getirme diyordum.Yalnız çocuklar yemez ki.Kilolu olmasam,ben de yerim.Sen çikolata seviyorsun,ben de seni yanıtını veriyordu.Sonra da,kimin daha çok sevdiğine dair,tatlı bir yarışma başlıyordu aramızda.dinlenmek için kanepeye uzanırdı ve uyurdu.Sanki soluk bile almazdım.Sessizce otururdum.Keşke,başını kucağıma alabilsem ve onu ben uyutsam diye geçirirdim içimden.Komşulara ve başka gezmelere giderdik.Çok,çok mutluydum o evde.Hiç dönmek istemesem de,benim başka bir ailem ve evim vardı.Yüreğimde sonsuz sıcaklıklar ve bi dolu anıyla döndüm eve.FONO Mektupla Öğretimin İngilizce bölümüne Baş vurdum.İlkokul diploması gerekiyormuş.Dışarıdan sınavlara girerek,aldım diplomayı.Sonra İngilizce kursuna başladım.Bir yıllık dersi,6 ayda aldım.Son 8 dersi alamadan,sınava gittim.Kalemle yazamadığım için,kursa başvuru yaparken,yardımcı öğretmen istemiştim.Sınav günü,bana öğretmen vermediler.Benden daha az bilen birini verdiler yanıma.Ayrı bir odadaydık ama süre aynıydı.Zaman,zaman harf harf yazdırarak,soruları yaptım.Tüm haksızlıkları,eşitsizlikleri aşarak,on üzerinden 8’le almıştım ilk sertifikayı.Son 8 dersi de çalışabilseydim,kesinlikle on olacaktı notum.Kursta tek engelli bendim.Başaramadığı için ağlayanlar vardı.Ben çok mutluydum.İhsan babam için başarmıştım.Ankaraya,eve döner dönmez,müjdeyi verdim.Çok mutlu oldu.Bu daha başlangıç,sen çok şey başaracaksın dedi.İkinci kursu normal süresinde aldım.Bitirme kursunda,en iyiler sınıfındaydım.Doktorlar,mühendisler,üniversite öğrencileri,çeşitli mesleklerden insanların arasında,mavi boncuk gibiydim.Yine aynı haksızlıklar,eşitsizlikler.Ama söke söke,çok iyi bir notla aldım sertifikamı.O akşam,arkadaşımla deniz kıyısına gittim.Bira içerek kutluyordum başarımı.Herşey yolundaydı,çok güzeldi.Ama içim öyle sıkılıyordu ki…Kendimi dalgalara bırakmak istiyordum ve nedenini anlayamıyordum.İstanbul’a gideceğim zaman,İhsan amcamı aramış ama ulaşamamıştım.İşi çıkmıştı hep.Eve döndüğümde aradım.Hem yeni kitabımın hem de son sertifikamın müjdesini vermek için.Telefona oğlu Serdar çıktı.”Babanla görüşebilir miyim? ”Dediğimde,”Maalesef babayı kaybettik.”yanıtını aldım.Bir tek,”Hayır,olamaz.”sözleri döküldü dudaklarımdan.Nefes alamıyordum.Ağlayamıyordum bile.Kapattım telefonu.Serdar aradı bu kez.”İyi misin Nil? ”dedi birkaç kez.Sonunda konuşabildim.”Tamam,iyiyim merak etme.”Dedim ve nasıl olduğunu sordum.O yaz çok sıcaktı.Zaten kalbi rahatsızdı.Şükran teyzemle alışverişe gitmişler.Şükran teyzem,onu eve yollamış,kendisi de ekmek almaya gitmiş.İhsan babam,duş alırken fenalaşmış,dayanamamış yüreği.Ama dedi Serdar,epey mücadele etmiş.Banyodaki izlerden belli oluyormuş.Yaşamayı,sosyal hayatı çok seviyordu.Telefon biraz çalmasa,ne oldu bunlara diyerek.Kendi arardı arkadaşlarını-dostlarını.Hayatımın en güzel insanı yoktu artık bu dünyada.Çok üzülmüştüm.Onun,güneşlerle dolu,harika lacivert gözleri,toprağın altında çürüyemezdi.Usum-yüreğim kabul edemiyordu bunu.Sanki dünyada tek başıma kalmıştım.Ama onun istediği gibi yaşayacaktım.Bana dostluğun,gerçek anlamını öğretmişti.Yine bana,benden çok inanıp güvenmişti.Hayatımdaki tek çıkarsız,yani zorunlu olmayan,gerçek sevgiydi.Anne bile,çocuğu olduğu için sever.O benim hiçbir akrabam,ailem değildi.Sadece,İNSAN’dı.Bilinçle,isteyerek,içten gelerek sevmişti beni.”Bu dünyada,en çok seni seviyorum.”derdim ona hep.Hala en çok onu seviyorum.Yaşamımın armağanıydı bana,tıpkı adı gibi.BU ŞİİR USUMDAYDI HEP.GÖZLERİNİ YANIMDA TAŞIDIM.BİR BARDAK SUDA.AÇILDIM OKYANUSLARA.DUYUYOR MUSUN.SESİMİ YOLLADIM SANA.ÇIĞLIKÇIĞLIĞA MAVİLER.Evet.O,beni duyuyor,görüyor,hep inanıyor.Konuşuyorum içimden onunla.Ve bir gün,ruhum beyaz bir ışık olup uçtuğunda.Onun yanına gidecek.TEŞEKKÜRLER GÜZEL İNSAN’IM.İYİ Kİ GİRDİN HAYATIMA.SANA LAYIK OLMAYA ÇALIŞIYORUM.
Nilgün ACAR 22. 06. 2008
..