O Yılllar Benim Çocukluk Yıllarımdı.

Mehmet Turan
24

ŞİİR


1

TAKİPÇİ

O Yılllar Benim Çocukluk Yıllarımdı.

ASMAKARDAM KÖYÜ’NÜM 1960’LI YILLARIYDI

O YILLAR BENİM ÇOCUKLUK YILLARIMDI…

O yıllar, 1960’lı yıllardı. İşte o yıllar benim Çocukluk yıllarımdı.

O yıllarda kırılmış taş döşeliydi, Mucur İlçesi ile Hacıbektaş İlçesini birbirine bağlayan şose yol.

Daracık bir yoldu.

Zıt yönde seyir halinde olan iki araç birbirine çarpmadan zor geçerdi.

O yıllarda Karkın Köyü’nün hemen yanı başında geçen kırılmış taş döşeli yola bir köy yolu bağlanıyordu.

Karkın Köyü’nün güneyindeki, hafif eğimli bu toprak Köy yoluna girip yaklaşık bin beş yüz adım kadar yürüdüğünüzde düz tepeye varırsınız.

Tepeden aşağıya doğru baktığınızda bir köy görürsünüz. İşte o görünen köy, Asmakaradam Köyü’dür.
Tepeden aşağıya doğru bir soluk daha yürüdüğünüzde düzlükteki Asmakaradam Köyüne varırsınız.

İşte o yıllar, benim çocukluğumu yaşadığım Köyün bin dokuz yüz altmışlı, yıllarıydı.

O yılların son güz aylarında bir yabancı olarak şu veya bu nedenle yolunuz Asmakaradam Köyüne düşmüş olsaydı, bilin ki, sizleri ilk karşılayan Köyün çocukları olurdu.

Köyün çocukları olan işte onlar; Köyün yüz elli adım kadar ötesinde, yola yakın bir yerde kendi oyun alanlarında oyun kuran, oyun oynayan ela gözlü, güneş yanığı yüzlü Türkmen çocuklarıdır.

İşte onlar, oyun oynarken birbirlerine karşı yaptıkları mücadelede aslan yürekli, şahin pençeli olurlardı.

Oyun bittikten sonra kavgacı ruhları hemen oracıkta sakinleşirdi.

Hırçınlıkları giderdi.

Masumlaşırlardı.
Masum yüzlerinde gülümsemeyi hiç eksik etmezlerdi.

İşte o çocuklar, yüreklerinde taşıdıkları tertemiz duygularıyla onlar, işte o çocuklar, iyilik meleği olan çocuklardı.

Birbirlerine yardım etmeyi severlerdi.

Adaletli olmayı bilirlerdi.

Onlar, gözlerinde duru, pırıl, pırıl sevgi pınarı akan Köyün çocukları…

Yaşlarına göre boy, boy olan çocuklar…

O yıllarda, işte o çocuklar, sizleri tanımak ve sizlere yardımcı olmak için oynamakta oldukları oyunlarını hemen oracıkta bırakırlar yanınıza gelirlerdi, meraklı gözlerle hemen etrafınızda toplanırlardı.

Eğer çok uzaklardan, uzak olan bir diyardan Köye gelmişseniz, Köyü bilmeyen bir yabancıysanız işte o anda, çocukların gözlerindeki o meraklı bakışlar hemen sıpsıcacık bir sevgiye dönüşürdü.
Her biri yüreklerinin tüm sevgisi ve sıcaklığı ile sizlere yardımcı olmak için dudaklarınızdan dökülecek sözleri beklerlerdi.

Yabancı kişi yeter ki söylesin.

Söz gelişi Hacı Kağa’ nın evine, konağına misafir olacağım desin.

Hemen orada, yaşı büyük olan çocuklardan birisi misafirin yanına takılırdı.

Misafire öteden beri yakından tanıyormuş, arkadaşıymış gibi davranırdı.

Yaban illerden gelmiş misafiri, Köye, ağırlanacağı eve kadar sohbet ederek götürürdü.

Eve vardıklarında Hacı Kağa, o anda evinde ise kapıdan: “Hacı Emmi, size tanrı misafiri getirdim.” diye seslenirdi.

Hacı Kağa evinde yoksa hane halkından birine misafiri teslim ederdi.

Teslim ederken de çocuksu bir kalp sıcaklığı ile saygılı bir şekilde arkadaşlığımız buraya kadar der gibi yabancı misafirin gözlerinin içine bakardı.

Misafiri teslim alan hane halkı ile misafire: “Hoşça kalın.” diyerek ayrılırdı.

Oyun oynayan arkadaşlarının yanına dönerdi.

O yıllarda ister zengin, ister fakir olsunlar Köydeki her bir Türkmen hanesinin gönlü, sofrası her zaman tanrı misafirlerine açık olurdu.

Evin hanımı, tanrı misafirlerine Köyün bilinen en güzel yemeklerini hazırlardı.

Hazırlanan yemekler; bembeyaz kalaylı, yuvarlak bakır sini üstüne konan beyaz kalaylı bakır kaplar içerisinde misafirlere ikram edilirdi.

Hanesinde konaklayan misafirlerin altına adına “misafir yatağı” denilen yer yatağı serilirdi.

Misafirler tertemiz döşek, çarşaf ve yorganlardan yatırılırdı.

O yıllarda, Asmakaradam Köyü’nde seksen kadar hane bulunuyordu.
Çoğu hanede de hane halkı bir arada kalırlardı. Yattıkları kara örtü, kerpiç damın odaları farklı olsa bile her birinin kapısı aynı avluya açılırdı.

Birbirine bitişik, evlerde birlikte yaşarlardı.

Baba, anne, büyük baba, büyük anne, evlat, gelin, torun, çocuklar hep bir ev alanda kalırlardı.

Kendi aralarında hiçbir zaman büyük, küçük, kız, gelin, oğlan, çoluk, çocuk ayrımı olmazdı.

Hane halkı olarak büyük, küçük tarlada, bağda, bahçede, ev işlerinde birlikte çalışırlardı.

Hep birlikte bir kazanda pişen yemekte yerlerdi.

Bir kapla, bir testiden su içerlerdi.

Acılara birlikte katlanırlardı.

Dirlikte birlikte olurlardı.

Birlikte gülerler, birlikte eğlenirlerdi.
O yıllarda her evin avlusunu, aralarında bir iki yaş farkı olan boy, boy çocuk sesleri doldururdu...

İşte o yıllarda, Asmakaradam Köyünün semalarında, onlarca büyük geniş kanatlı kartallar avlanmak için dolaşırdı.

Kartallar, havada başlarını sağa sola çevirerek av için yeryüzünü süzerdi.

Derelerinde, tepelerinde, tavşanlar, tilkiler gezerdi.

Angıt kuşları, toy kuşları, yabani karatavuklar çaylarında su içerdi.

Yaylalarında, otlaklarında bağırtlak, keklik kuşları gezerdi.

Kuşlar, toplu olarak konar, kalkardı, sürüler halinde birlikte dolaşırdı.

O yıllarda, Köyün arka yüzünde bulunan Ilıman Özünün semalarında, onlarca Çelan Kuşu, bol rüzgârlı havalarda yüzlerce metre yükseklikte aynı noktada asılı kalırdı.

Saatlerce kanatlarını hafif hafif oynatarak esen rüzgârlarla dans ederdi.

Bahar aylarında Ilıman Özünün yeşil ekin tarlalarını kırmızı uzun, sivri gagalı leyleklerde yurt tutardı.

Leylekler, tarlalarda yiyecek ararken de efe edası ile ağır, ağır, salına, salına dolaşırdı.

Bazen de leylekler, şevke gelirdi.

Onların büyük bir zevk çıkardıkları kararlı gaga sesleri; Ilıman Özünün havalarında yankılanır, Ilman Özünün yüzlerce, binlerce metre ötesi olan uzaklarında duyulurdu.

Temmuz ayının sonları, Ağustos ayının başları olan işte o zamanlarda, sığırcık kuşları sürüler halinde Ilıman Özüne uğrarlardı.

Özün bağlarındaki kaysı, dut dallarına su kenarındaki söğüt ve kavak ağaçlarına konar, kalkarlardı.

Yeşil çayırlara, çimenlere konup kalkan kalabalık sığırcık sürülerinin cıvıltı sesleri Ilıman Özünün semalarını doldururdu.
Özünün yerlileri olan siyah, beyaz tüylü ala kargalarda boş durmazdı.

Onlar da her zaman Ilıman Özünün orasında, burasında dolaşmaktan zevk alırdı.

Konup kalkarken de gaklayarak o kaba, çirkin sesleriyle birbirlerine biz çocukların anlamadığı bir şeyler söylerlerdi.

İşte o yıllarda, Asmakaradam Köyünün yaylalarında, her biri bin beş yüz iki bin kadar koyun ve keçilerden oluşan iki, üç sürü dolaşırdı.

Sürüleri; ela gözlü, hilal kaşlı, şahin bakışlı, geniş alınlı, ince dal boylu Türkmen çobanları otlatırdı.

Köyün yaylalarında, otlaklarında dolaşan koyunların, keçilerin boyunlarında takılı çıngırak, çan, takırdak sesleri ile çobanların yanık kaval sesleri birbirine karışırdı.

Köyün uzaklarından; kulağa hoş ve tatlı gelen bu ahenkli sesler, Köyde yaşayan insanların içine huzur doldururdu.

Köyün insanlarına mutluluk, yaşama sevinci verirdi.

O yıllarda Köyde yaşayan en fakir Türkmen hanesinin kapısında bile, sürüye kattığı yirmi beş otuz koyunu, keçisi bulunurdu.

Küçük çocuğunun önüne katarak yaylıma gönderdiği on beş yirmi oğlağı, kuzusu olurdu.

Her sabah, sığır çobanının önüne sürdüğü bir ineği, düvesi, danası, eşeği, sıpası bulunurdu.

Çifte koştuğu bir çift öküzü olurdu.

Durumu daha iyi olan Türkmenler de çifte öküz yerine at koşardı.

İşte o yıllarda, Asmakaradam Köyünde bulunan her bir Türkmen hanesinin kümesler dolusu tavuğu olurdu.

Kapısında; boynunda uzun çivili tasması ile tay bacaklı, kulağı kesik bir karabaş köpeği bulunurdu.

Bahar, yaz aylarının çoğu günlerinde, bu Türkmen Köyünün evlerinde, evin avlusunun duvarlarında bulunan yumurtlama takalarına yumurtlamaya çıkacak olan tavukların gıdaklama sesi ile evin sadık bekçisi karabaş köpeğin havlama sesinin ardı arkası hiç kesilmezdi.

Bu sesler, Köyün içinde ve avlunun yüzlerce metre ötesi olan uzaklarda duyulurdu.

Bununla da kalınmazdı. Her evin avlusun dışında bulunan kendi küllüklerinde, kararlı ve emin adımlarla kasıla kasıla dolaşan horozlar da birbirleri ile yarışırlardı.

Uzun uzadıya öterlerdi. Biri ötüşünü bitirmeden diğeri başlardı.

Bin dokuz yüz altmışlı yılları olan işte o yıllarda; Köyün kara örtü taş ve kerpiç evlerin saçaklarına konup, kalkan, zeki serçelerin cıvıltısı hiç eksik olmazdı.

Bir üsten, bir alttan çok hızlı uçan kırlangıçların keskin ince sesleri kulak tırmalardı.

O yıllarda; sığır sürüsü arasında dolaşan boğanın sesi, çayırlarında otlayan atların kişnemesi, çimenlerinde yayılan koyunların, kuzuların melemesi ile Köy; dopdolu, canlı bir Köydü.

O yıllarda, Asmakaradam Köyü’nün yaklaşık bin adım kadar ötesi olan önünde, içinde su kurbağaların viyakladığı, ince, uzun su yılanlarının kıvrılarak gezdiği, bir elin orta büyük parmağı büyüklüğündeki gümüşi renkli küçük alabalıkların yüzdüğü bir ark dolusu suyu olan bir çay akardı.

Bütün yaz boyu biraz azalsa da bu çay suyu kesintisiz akardı.

Çay suyu yukarıdan aşağıya doğru söğüt ağaçlarının gölgesi altında akıp gelirdi.

Temmuz, Ağustos ayları yaz sıcağının bütün gün Köyün taşını, toprağını kavrulduğu o zamanlarda bile çayın suyu soğuk akardı.

Tıpkı, toprak altında yeni çıkmış, oluktan önündeki havuza dökülen pınar suyu gibi soğuk…

Soğuk çay suyu, Hacıbektaş ilçesinin Çivril Köyü tarafından gelir, Asmakaradam Köyünün önünde birkaç metre geniş ve derin olan dere yatağı içinde geçer, aşağıya, Aflak Köyünün düzlüğüne doğru akıp giderdi.

İşte o yıllarda, çay suyu Köyün önünden yukardan aşağıya doğru akıp giderken de güçlü sel sularının dere yatağı içinde açtığı çukurları doldurarak giderdi.

Çukur yerlerde yüz, yüz elli adım arayla art arda sıralı bir kaş gölcükler oluştururdu.

Bu gölcükler içerisinde; büyük, derin, geniş, uzun olanı da Arif Amcanın tarlasının yanı başında bulunan gölcüktü.

Bu gölcük, Köyün çocukları tarafından en çok tercih edilen, sevilen bir gölcüktü.

Gölcük, Arif Amcanın tarlasının yanı başında olduğu için gölcüğün adı Köyün çocuklarının dilinde Arif Emminin Gölüydü.

Bu göl, dört, beş metre genişliğinde, iki, üç metre derinliğinde dokuz, on metre uzunluğunda olan bir göldü.

Arif Emminin Gölü; gökyüzündeki bulutların göl suyu üstünde buluştuğu, güneşin gölün suyuna vurup ışıklarını parlattığı, doğanın kendi elleriyle yaptığı, Köyün çocuklarına hediye ettiği dere yatağının içinde açık mavi, tertemiz suyu olan bir göldü.

İşte o yıllarda bu göl, Köyün çocukları için vazgeçilmez oyun yeriydi.

Yaz aylarının hemen her gününde; yedi, sekiz yaşlarında başlayan, yaşları on iki, on üç bulan hata yaşları on dört, on beş olan tüm çocukların eğlence yeriydi.

Suya çimmeye gittikleri, su ile oynadıkları, oynaştıkları, oynaşırken de büyük coşku ve heyecan yaşadıkları tek yerdi.

O yıllarda sekiz, on yaş hatta on iki, on üç, on dört yaş arası Köyün çocukları sayıları bir veya birkaç düzine olan kendi kuzularının, oğlaklarının; küçük çobanlarıydılar.

Küçük çobanlar; kırda, bayırda dolaştırarak güttükleri, otlattıkları, karınlarını doyurdukları kuzuları, oğlakları kuşluk vaktini geçerek daha öğle sıcağı basmadan önce eve getirirlerdi.

Onları, üzerinde gölgelikleri bulunan adına “hayat” denilen yerlere kapatırlardı.
İçmeleri için de önlerine geniş bir leğen dolusu su, yalamaları için de büyük bir topak kaya tuzu korlardı.

Hiç vakit kaybetmeden hemen annelerinin daha sabah tarlaya, bağa, bostana çalışmaya gitmeden önce pişirip evin küçük kuzu çobanı için bir parça ayırarak evliğin orta yerine koydukları yemeğin başına geçerlerdi.

Yemeğin yanı başında bulunan mindere diz çöküp, bağdaş kurup otururlardı.

O yıllarda bahar ayları ile yazın ilk aylarında, Köylülerin ekip diktiği; yerli patates, sebze, bostan çıkmadığı, daha henüz olmadığı için bulgur, nohut, mercimek, kuru fasulyeden yapılan yemekler dışında Köyde pek fazla yemek çeşidi olmazdı.

İşte o yıllarda, küçük kuzuların küçük çoban çocuklar daha çok tavada tere yağdan pişmiş yumurta ya da değişmeyen yemek olan içi mercimekli, tereyağlı bulgur pilavlarını yerlerdi.

Üzerine de bir tas ayran içerlerdi.

Çocuklar, çoğu günlerde katık olarak haşlanmış ezilmiş yumurta ve yeşil soğandan oluşan dürümü, yine yanında ayranla birlikte yeler, içerlerdi.

Karınlarını doyuran Köyün küçük çobanları yine hiç vakit kaybetmezlerdi.

Bir an evden çıkıp Arif Emminin Gölüne ulaşmak, gölde o zevkli dakikaları birlikte yaşamak isterlerdi.

Her biri kendi evlerinden çıkıp daha göle gitmeden önce sağ elin baş ve serçe parmaklarını ağızlarına götürüp, alabildiğine gür bir ıslık çıkartarak “Haydi, geç kalmayın Arif Emminin Gölüne gidiyoruz,” anlamında ıslıkları ile birbirlerini haberdar ederlerdi.

Haberdar ettikten sonra da onlardan her biri, neredeyse küçük adımlarla koşarcasına Köyün önündeki Arif Emminin Gölüne suya, çimmeye giderdi.

O yıllarda, Mayıs ayının o ilk ılık günlerinden başlayıp, yaz aylarının hemen, hemen her gününde çocuklar; gökyüzünün bulutsuz masmavi açık havasında, güneşin ısıtan parlayan altın ışıkları altında, açık mavi tertemiz suyu bulunan Arif Emminin Gölünde suya çimme alışkanlıklarını hep sürdürürlerdi.

Asla hiçbir şey, Köyün çocuklarını bu alışkanlıklarından vazgeçiremezdi.

İşte o yıllarda çocuklar, anadan üryan, çırılçıplak dere yatağının üç dört metre dik yukarısından gölün derin suyuna atlayarak birbirlerine cesaret gösterisinde bulunurlardı.

Göl içinde birbirleri ile yüzme yarışmaları yaparlardı. Yine su içinde yaptıkları çeşitli oyunlarla birbirlerine yeteneklerini, becerilerini sergilerlerdi.

Göl içinde oynaşırlarken çocuklar çoğu zamanlarda birbirlerine eşek şakası yapmaktan da geri kalmazlardı.

Birbirlerini suya basmaktan, cıvık çamura yatırmaktan büyük zevk alırlardı.

Her gün göl içinde bağrışmaları, çağrışmaları hiç eksik olmazdı.

Bazen oracıkta bir de ince uzun su yılanı yakalamışlarsa değmeyin gitsin çocukların keyfine…
O yıllarda, Köyün çocuklarının yaz güneşi altında bu doğal gölde dövüşüp kavga etmeden neşeli bir şekilde oynamaları, kendi aralarında sosyalleşmeleri, sudan oynarken zor durumda kalmaları halinde birbirine yardım etmeleri…

İşte çocukların bu halleri de annelerine, babalarına Köyün diğer büyüklerine ayrı bir sevinç, coşku ve güven verirdi.

Çocukların her gün kuşluk vaktini biraz geçe bir zamandan kuzuların, oğlakların tekrar yaylıma çıkaracakları dar ikindi vakti aralığına kadar olan bir zamanda kendiliğinden oluşturdukları böylesi bir doğal yaşantı ve eğlence şekli aslında o yıllarda, hem Köyün çocukları hem de anneleri, babaları için iyi bir kazanç oluyordu

Zira küçük kuzularının küçük çobanı olan Köyün çocukları o yıllarda Allah’ın her bir günü, gün doğumundan gün batımına kadar hep hareketliydiler. Onların küçük çocuksu atletik vücutlarında bir deri bir kemikten başka bir şey kalmazdı.

Zayıf vücutları güneş altında kapkara, sırım gibi olurdu.
Çocukların yaz güneşini almaları, kara, kuru sırım gibi kalmaları bir anlamda kış aylarını grip, nezle dahi olmadan sağlıklı bir şekilde çıkartacak olmaları demekti.

Bin dokuz altmışlı yıllar olan işte o yıllarda, Orta Anadolu’nun bozkırındaki Asmakaradam Köyü; ihtiyarıyla, orta yaşlısıyla, genciyle, çoluk çocuğuyla, davarı, malıyla, kuşuyla, kurduyla böylesine dopdolu, dipdiri canlı bir köydü.

Köy, o yıllarda, Kırşehir ilinin Mucur ilçesine bağlıydı.

Bu günde Mucur ilçesine bağlıdır.

Kırşehir il haritasının doğu ucundadır.

İlin sınır köyüdür.

Nevşehir İline bağlı Aziz Veli Otağı, Eren Yurdu Hacıbektaş ilçesinin köylerinden olan Çiğdem, Çivril, Mikail Köyleri ile komşu, onlarla tarla ve il hudut sınırları olan bir köydür.

Köyünün insanları o yıllarda büyüğü, küçüğü ile sağlıklı insanlardı.
O yıllarda, Onlar, kolay kolay da hastalanmazlardı. Doktor, hekim, hastane, hapishane kapısı nedir bilmezlerdi.

Onlar, kendi hallerinde yaşayan sade insanlardı.

Göğüs kafeslerinin içinde kalplerinde kıskançlık, kin duygusu olmayan izzetinefis sahibi Türkmenlerdi.

Kendi aralarında ufak tefek önemsiz tartışmaların dışında, birbirleri ile kavgası, dövüşü olmayan, onurlu insanlardı.

Onlar, kendi içlerinde iç huzuru alabildiğine yaşayan birbirleri ile barışık, mutlu insanlardı.

Onlar, birbirlerinden hoşnut olan insanlardı.

Kişisel ilişkilerinde birbirlerine karşı çok nazik ve kibar davranırlardı.

Yolda, belde, karşılaştıkları her bir yerde, birbirlerine selam verirlerdi.

Birbirlerinin hal ve hatırını sorarlardı.

Onlar, birbirlerine karşı kalbi duyguları yüksek olan insanlardı.

Onlar, farklı bir iş yaptıklarında o işi yapmadan önce birbirlerine akıl danışırlardı.

İşlerinde güçlerinde birbirleri ile elbirliği yaparlar, yardımlaşırlardı.

Onlar, ellerinde, avuçlarında ne varsa onunla yetinmeyi bilen kanaatkâr ehli insanlardı.

İşte bu insanlar o yıllarda eşleri, çocukları, torunlarıyla birlikte toprakla uğraşmaktan zevk duyarlardı.

Eken, diken, bakan, sulayan, ürün yetiştiren, ürünü toplayan süren, savuran insanlardı.

Toprakla çok uğraşmaktan olacak ki, onlar, bu halleriyle de çok sakindiler.

Köyün insanları o yıllarda küçük, büyük akşam erken yatarlardı.

Sabah da güneş doğmadan kalkarlardı.

Eğer ki, Köyde, hasta sair olmadan eli iş tutan bir genç veya orta yaşlı bir insan sabahları uyuyup kalırsa, geç kalkıp, sabah güneşini üzerine doğdurursa ve bu durumu alışkanlık haline getirirse o insana iyi gözle bakmazlardı.

Böylesi insanları tembel, gayretsiz, kızıl insan olarak nitelendirirler, ayıplarlardı.

Onlar, hayvancılık yapmaktan, ekini, çifti, çubuğu, bağı, bahçesi ile uğraşmaktan sebze, meyve yetiştirmekten keyif duyan insanlardı.

Çok çalışmaktan derisi kırışmış nasırlı ellere sahip olmalarına rağmen güneşin esmerleştirdiği yüzlerinden gülümsemeyi hiç eksik etmezlerdi.
............................
…………

______________
Mehmet TURAN
Batıkent – ANKARA
12 Temmuz 2024

Mehmet Turan
Kayıt Tarihi : 12.7.2024 18:35:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!