Bir Nisan sabahıydı yine. Pencereye vuran damlalar, ömür defterinin sayfalarında gezinircesine, süzülüp gidiyordu. Odanın sıcaklığından buharlaşan camlara dokundu sessizce ve derin bir iç çekişle, yavaşça, hemen kenarda duran sandalyeye, çökercesine oturdu. Bahar yağmurunun ılıklığı akıyordu içine ılgıt ılgıt. Parmakları titreyerek, hüzün dolu bakışlarla camdaki buğuya bir kelime karalamaya çalışırken dudakları kıpırdadı. Keşke zaman dursa…
Oysa neler yaşamış, neler kaçırmıştı o yaşama telaşı içinde ve neleri ertelemişti, daha sonra diyerek. Halbuki zaman denilen mefhum, nasıl da hızla akıp gitmiş, nasıl da hoyratça almıştı elinden yıllarını. Dağ başı yalnızlıklarını miras bırakmıştı avuçlarına, hiç gitmemecesine.
Cama yansıyan kadına gözü takıldığında, titrek ellerle saçlarını düzeltmeye çalıştı. Anılar bir film şeridi gibi geçiyordu önünden. Tutmak istercesine uzandı bir an ama heyhat. Sağına soluna bakındı telaşla, birilerini görmek istercesine. Boğazı düğüm düğüm, avazı çıktığınca haykırmak istedi. Ama yine suskundu işte. Avaz avaz susmalara bırakmıştı kendini, avaz avaz çığlıklara inat, yalnızlığın son deminde. Oysa nasıl da isterdi yanında biri olmasını ve yüreğine dokunmasını. Kimseleri inandıramamıştı içindeki çocuğun masumiyetine. Nasıl da çoğul bir yalnızlıktı odanın her yanına sinen. Kimdi, neydi, nereden gelmiş nereye gidiyordu? Bir zamanlar kartaldın, dedi iç sesi. Buruk bir tebessüm gelip yerleşti dudak kıvrımlarına ve öylesine yandı ki canı, teninin ürperdiğini hissetti. Dilinde kekremsi bir tad, boğazı yanarcasına yutkunmaya çalıştı.
Ne zaman gelmişti yaşlılık denilen yüzsüz misafir, hatırlamıyordu. Yalnızlığın elinden tutarak, ömrünün ortasına bağdaş kurup oturmuştu habersizce. Böylesine can yakıcı, böylesine vurgun yemişcesine, böylesine kanadı kırık kuşlar misali, ıssız köşelerde mi kalacaktı? Bir telefon sesi bile heyecanla yerinden zıplamasına yetiyordu. Dokunmak, dokunulmak istiyordu, sevgiyle. Beden denen, ruhunun elbisesi yıpranmış, eskimişti. Ama içinde bir çocuk, habire annesini ararcasına, panikle koşturuyordu oradan oraya. Nasıl da şefkate ihtiyacı vardı. Kimsesiz, yağmurda ıslanmış bir kedi yavrusu gibiydi. Başını yaslayacağı bir omzu olmamıştı hiç. Halbuki, ne çok yetim baş göğsünde ağlamış, ne çok yalnız yürek dinlenmişti, ıssızlığının sıcak odasında.
Oysa hiç dünya malına meyletmemiş, sadece ‘’bir yudum sevgi’’ istemişti, bıkıp usanmadan. Hep bir yanı eksik, bir yanı öksüz, bir yanı yetim kalmıştı, şen kahkahalarla etrafına neşe saçarken. Ne gördüler, ne de duydular içindeki fırtınayı. Bilselerdi arka arkaya düşen yıldırımların yaktığı yüreğindeki derin yaraların açtığı sonsuz ızdırabı… Bilmek istemediler. Uçurum uçurum düşerken bakışları, hüznün gölgesi yansıyordu geceye.
Saatler ne çabuk geçmiş ve karanlık misafir gelmişti yine, ömür denen evine. Kirpiklerine tüneyen bulutlar, bir sağanağı haber verircesine kıpraşıp duruyordu. Derin bir iç çekişle bükülen belini doğrultmaya çalışarak, ‘’bugün de böyle geçti’’ diye mırıldandı. Ne bir soran, ne de arayan olmuştu bu modern hapishanede Bir mucize olsa, sihirli bir değnek değmişcesine her şey değişseydi ne olurdu? Şimdi kapı açılsa ve merhaba can diyen bir ses içeri dolsaydı… Acıyla gülümsedi ve hiç olmayan bir şey, şimdi mi olacak ki, diye kendi kendine serzendi. Ayağa kalkmaya çalışarak, yanıbaşında duran bastonuna dayandı. Oysa baston değildi ki ihtiyacı. Bir yürek ve içindeki sevgi olmalıydı tutunacağı.
Kayıp ülkenin, sessiz misafiriydi şimdilerde, O KADIN! ! !
Eylül GÖKDEMİR… 04.08.2009
Eylül GökdemirKayıt Tarihi : 4.8.2009 12:36:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
TÜM YORUMLAR (1)