hak suretidir âlem-i imkân ile âdem
bundan güzeli nerde ki cennet'te mi sandın
her yer ne güzel menba-ı hüsn, insan güzeli
sen de bu cemâli, huri gılmanda mı sandın
her yerde, fakat arifin kalbindedir allah,
o kadar da önemli değildir bırakıp gitmeler,
arkalarında doldurulması mümkün olmayan boşluklar bırakılmasaydı eğer.
utanılacak bir şey değildir ağlamak,
yürekten süzülüp geliyorsa gözyaşı eğer…
belirsizliğe yelken açardı iri ela gözler zamanla,
öylesine derince bakmasalardı eğer…
Devamını Oku
arkalarında doldurulması mümkün olmayan boşluklar bırakılmasaydı eğer.
utanılacak bir şey değildir ağlamak,
yürekten süzülüp geliyorsa gözyaşı eğer…
belirsizliğe yelken açardı iri ela gözler zamanla,
öylesine derince bakmasalardı eğer…
Biraz vakit sıkıntısı çektiğim için bu sayfaya genellikle günün şiirine ve birde kültürel haberlere bir göz atmak için uğruyorum ve bir göz atıp geçiyorum. Ama bazen öyle güzel şiirler çıkıyorki karşısına insanın göz atıp geçmeyi bırakın insan gözünü alamıyor. Bugünün şiiride işte onlardan biri. Bu güzel dizelerin altına bir tebrik bırakmadan insan nasıl geçerki. Kurulada tebrikler bu arada.
Düşünsel dünyasında ilmi ve inancı başarıyla birleştirebilmiş, tasavvufun büyük ustası Ken'an Rifâî'nin, yine tasavvuf felsefesinin en önemli şiirlerinden biriyle karşılaştık bugün. Naci Bey sağ olsun, şiirin açıklamasını, yaptığı alıntıyla mükemmelen vermiş. Böyle güzel sözlere yalnızca selam durmak düşer bize. Ve tabii, biraz da ders almak...
Seçici kurula teşekkür ediyorum.
Bu günün güzel şiirinin şairi Kenan Rifâî hakkında önemli bilgiler olduğu için bir raportajdan kısa bir bölümünü sizlerle paylaşıyorum.
Elif Şafak’ın Mevlana’yı ve Mesnevi’sini en iyi bilen kişi olarak tarif ettiği
Cemalnur Sargut’un babası İttihat Terakki’ciymiş, dedesi de öyle… Libya’da 15 gün
kral bile olan dedesi Türkiye’ye gelmeyi tercih etmiş ve Çanakkale Savaşı’nda aldığı
yarayla ölmüş. Babası Rifai Tarikatı’nın kurucusu olan Kenan Rifai’ye büyük hürmet
ve hayranlık besliyormuş. Cüppeli ve sarıklı değil, gümüş bastonlu, monokllü,
alafranga görünümlü bir şeyh olan Kenan Rifai çok sonraları Cemalnur Sargut’un da
hocası olmuş. Varisi olarak bir kadını seçecek kadar aydın görüşlü bu şeyhin yolundan
giden Sargut, tasavvufun insanlığın ortak dili olabileceği inancını taşıdığı için
bugün uluslararası sempozyumlar düzenliyor, Pekin ve North Carolina üniversitelerinde
İslam ve tasavvuf dersleri veriyor.
aşağıda naklettiğim alıntının mükemmel olduğunu düşündüğüm için sizlerle paylaşıyorum dostlar;
HAK SÛRETİ
Her kim olursak olalım; işçi, memur, öğretmen, öğrenci vs… hep bir arayış içinde değil miyiz? Çoğu kez neyi, neden aradığımızı bilmesek bile bir şeylerin peşi sıra koşup gitmez miyiz? İşte adı konulmamış bu hâli aslında bir an değil, her nefes yaşadığımızı bizlere keşfettiren mutasavvıf Ken’an Rifâî’nin şiirlerinden yola çıkarak, gelin irdeleyelim ve inanç sâhibi olmakla, tasavvuf kültürüyle yoğrulma gayretine girişmekle en başta kendimizde nelerin değişebileceği üzerinde düşünebilmenin zevkini paylaşalım. Zîra Allah inancı olan veya olmayan herkes, zaman zaman da olsa kendisine sorar; “Kimim ben?” Bu takdir edersiniz ki dâimî bir arayışta olduğumuzun en güzel ifâdesidir. Bu tatlı arayışın bilmecesine kimisi “Ben, Ahmet oğlu Mehmet’im.” diye cevap verir, kimisi de “Allah’ın kuluyum.” diyebilir. Neyi neden arıyorsun? vb. sorulara ise “parayı, pulu, aşkı, şanı, şöhreti vb. arıyorum, rahat, mutlu, huzurlu, prestijli bir yaşam istiyorum.” diye cevaplar da gelebilir. Düşünmesini bilen insanoğlu için bu ve benzeri sorular kişiyi hangi cevaba yöneltirse yöneltsin, netîce îtibâriyle bir başlangıç noktası aramaya teşvik eder. Âdemin, âlemin, âlemlerin ve âlemdeki tüm imkânların ve tabiîdir ki var sandığımız varlığımızın îzahı ancak bu başlangıç noktasını doğru tâyin edebilmekle mümkün olur. Üstelik bu öylesine yüce bir başlangıç noktası olmalıdır ki; hiçbir şey yokken yalnızca o var olmalıdır. Bu noktada Ondan başka var olan olamayacağına göre – ki o tektir– O, her şeyi kendinden var etmiş ve var ettiğiyle kısıtlanmamış olmalıdır, her şey onun varlığına göre bir anlam taşımalıdır. Zîra iki derken bile aslında bire göre bir değerlendiriş söz konusu değil midir? Tıpkı bunun gibi, her şey o tekliğin eseri olup, o teklikle mânâ bulmalıdır. İyi ama nasıl!? Bir diğer husus; kişinin kendinde bulduğu değerler – cimrilik, cömertlik, merhamet, vs. - kişinin kendisinin îcâdı -kendisinin eseri- değildir. Kişi öldüğünde bu değerler yok olup gitmez. Birileri bir yerlerde bu değerleri – isimleri, sıfatları - sergilemeye devâm eder. O hâlde kişinin kendisinde, etrâfında -içinde dışında- keşfettiği her ne varsa, yüce olan o tekliğin izini taşır ve dolayısıyla da bakmasını, görmesini bilene hatta sergilemesini bilene aslını –özünü- anlatır.
Mutasavvıf Ken’an Rifâî, “Hak Sûreti” isimli şiirinde bütün bu hâlleri tasvir ederken, “âlem, âlemdeki tüm imkânlar, insanoğlu ve insanoğlundaki tüm âlemler Hak sûretidir.” der ve sorar bundan güzeli nerede ki cennet’te mi sandın?!
Hak Sûreti
Hakk’ın görünüşü
Hâk sûretidir âlem-i imkân ile Âdem
Bundan güzeli nerde ki Cennet’te mi sandın
(İnsanoğlu ile âlem, âlemdeki imkânlar, insanoğlundaki tüm âlemler Hakk’ın birer görünüşleridir
Bundan güzeli nerede ki Cennet’te mi sandın)
Her yer ne güzel menbâ-ı hüsn, insan güzeli
Sende bu cemâli, hurî gılmanda mı sandın
(Ey güzel insan! Her yer ne güzel! güzelliğin kaynağını gösterir
Sen bu güzelliği cennet kızlarında erkeklerinde mi sandın)
Her yerde, fakat ârifin kalbindedir Allah,
Yoksa sen onu arz-u semâvâtta mı sandın
(Allah her yerde ama ârifin kalbinde
Yoksa sen onu gökyüzünün yükseklerinde, yerin derinliklerinde mi sandın)
Dünyâ diyerek geçme sakın, burdadır her şey
Mîzân ü sırât’ı mutlaka orda mı sandın
(Dünyâ hayâtını küçümseme, burada elde edersin her şeyi
Sırat köprüsünü geçişteki dengeyi sâdece âhirete âit bir hâdise mi sandın)
Cennet û dûzah, gamm ü sürûr, zulmet ile nûr
Yaptıklarının gölgesi, hâriçte mi sandın
(Cennet cehennem, acılar, neşeler, karanlıklar ile aydınlıklar
Yaptıklarının gölgesi, bütün bu olup bitenlerden kendini sorumsuz mu sandın)
Bilgin sana kıymet, talebin neyse osun sen
İnsanlığı sâde yiyip içmekte mi sandın
(Bilgin sana kıymet yükler, neyi talep ediyorsan aslında sen o’sun
İnsan olmayı sâdece yiyip içmekten ibâret mi sandın)
Hâlin ne ise müşteri sen oldun o hâle
Noksânı meğer adl-i ilâhîde mi sandın
(Durumun ne ise bu duruma sen müşteri oldun -yaptıklarınla onu talep ettin-
Noksanlığı yoksa Allah’ın âdaletinde mi sandın)
Fikrim bu benim, virdim ise her lahzada âh
Sen âh-ı ateş-sûzumu beyhûde mi sandın
(Ben böyle düşünüyorum, her an ah ederim
Sen bu ah edişin yangınını basit boş bir hâl mi sandın)
Yeniler her âh ile Ken’ân ahd-i Elest’i
Âhım acabâ nefha-yı hâbîde mi sandın
(Elest yeminini âh edişleriyle tekrar eder Ken’an
Acaba bu âhı uykuya dalmadan önce rüzgârın sana değip de geçip gitmesi gibi bir hâl mi sandın)
Mutasavvıf Ken’an Rifâî’nin yukarıda yer alan “Hak Sûreti” isimli şiirinden de anlaşılacağı üzere bir îman sâhibi için Hakk’ı tanıma gayretine girişmek ve onun önünde baş eğmeye çalışmak yaşanabilecek en büyük zevktir. Ken’an Rifâî’nin mısrâlarına dikkat edersek, böylesi bir hâlin cennet arzûsundan dahî kişiyi uzaklaştıracağını dile getirdiğini görürüz. Bu ne demektir? Bu kişiyi çıkarsızca hatta cennet arzûsundan dahî uzaklaştırarak îman zevkini yaşamaya teşvik etmek demektir ve mısrâlara kulak verirsek o mısrâlardan bizlere konuya ilişkin bakın şu hakîkatler de yansır.
“Sûret”; bildiğiniz üzere, dış görünüş, çehre, tarz yol, nüsha, tasvir, yüz, bir varlığın beş duyu ile algılanabilir yönü anlamlarına gelir. Tasavvufî açıdan da ifâdelendirirsek, sûret; Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının şehadet âleminde tecellî etmiş hâlidir. O hâlde “Hak Sûreti” sözü; Hakk’ın görünüşü anlamına gelir ki; bu da, yaratılmış her zerrenin Hakk’ın eseri olduğu ve eserden de eser sâhibinin yansıdığı hakîkatini anlatılır. Dolayısıyla Hak; halkın (yaratılmışın) batınî yönüdür. Sûret ifâdesi ile de mânâsı dile getirilir. Yâni; Allah tektir ve o teklikte kendinden başka var olan olmadığına göre O her şeyi kendinden var ederek yaratmıştır, dolayısıyla da yaratılmış her noktadan Hakk yansır.
İnsan bütün yaratılış âlemlerini kendinde barındırır. Âdemde âlemi seyreden Hakk’ın yaratılış sıfatlarıyla karşı karşıya kalır. Hay, ilim, irâde, kudret, semi, basar, kelâm, tekvîn isimlerinin tecellîsi ile yaratılmışlığının ortaya gelmiş olabileceği üzerinde biraz düşünürsek ‘Hak Sûreti’ ifâdesinin ardındaki gerçeği algılamamız daha da kolaylaşır.
Hay: Hayat, açığa çıkarmak, varlık kazandıran isimdir.
İlim: Tüm mânâların toplu hâlde bulunduğu boyut,
İrâde: Murât etmek, kudretiyle mânâların açığa çıkması safhası,
Kudret: Açığa çıkarabilme kâdiriyeti,
Semî : Algılama, duyma özelliğinin var kılınması,
Basar: Maddi mânevî görme özelliğinin var kılınması,
Kelâm: Konuşma, dolayısıyla yaratılmışlık süreci,
Tekvîn: Ortaya çıkış mekânlaşma. Âdemde bütün bu safhaların seyredilmesi hiçbir şeyi ötelerde aramamamız gerektiği gerçeğiyle bizi yüzleştirir. Çünkü âdem nakış gibi işlenmiş bu hakîkat basamaklarından izler taşır ve sergiler.
Cennet;
Sevdiğinin, huzurunun, mutluluğunun olduğu yer şüphesiz ki insanda cennet hissi uyandırır. Öz, Hakk’a âit olduğuna göre hangi güzellik bize cennet hissi yaşatırsa yaşatsın özünde aslını hatırlatır. O hâlde cennet demek; Allah’ın mânâsını hissetmek ve görmek demektir. Allah’ın mânâsının güzelliğinin hissedileceği yer ise dünyâdır. Dünyâda yapıp ettiklerimizle kendi hakîkatimize doğru ileri veya geri yol alınır. Baktığı her noktanın Hakk’ın eseri olduğunu bilen, gören kime kızar kimden incinir?! Kimi incitir?! Böyle bir kimse muhatabının farkındadır. Bu farkındalıkla şekillenir. Her yerden Hakk’ın nûru yansıdığı hakîkatine bulandıkça da yapıp ettikleriyle hem kendine hem etrâfındakilere cenneti yaşatır. Böylece bir kes daha görülür ki; cenneti cehennemi ötelerde aramak doğru değildir. Cennet de cehennem de insanın kendindedir ve hakkîkati algılayış biçimidir.
Nefis; dünyâ kirini yâni; bencilliklerin doğurduğu hâlleri anlatan bir ifâdedir. Öz olan hakîkat, dünyâ âleminin kiriyle örtülünce insanoğlunun arayışı çetin bir yolculuğa dönüşür. Bu çetin yolculukta takdir edersiniz ki nefisin oyunları sürekli şaşırtan ve yol kesen olur. Ancak nefis perdesi aralandıkça başarı kazanılır ve âlem cennet hâlini alır. “Cennete gideceğim, orada huriler, gılmanlar var.” Yâni; cennet kadınları, erkekleri var. Cennette şöyle nimetler böyle sefâlar beni bekliyor demek; bir Hak âşığı için, Allah muhabbetine ortak koşmaktır. Bu kadarcık bir nefsin olduğu yerde dahî âşık yapamaz. O çıkarsızca sevmeyi yeğleyendir.
Ârif olan bilgice zengindir. Bilgisine bilgi, görgüsüne görgü kattıkça küçülür. Dolayısıyla da ârif olan cennet arzûsunun getirdiği çıkarlardan da uzak olup Hakk’ın hakîkatinde eriyip gider Çünkü kendi yokluğunu fark eder.
Allah ne yerde ne gökte, ârifin kalbinde;
Her yerden Hakk’ın yansıdığına îman ettiğimiz zaman ,“Allah yerde” ya da “gökte” demek abes olur. Bu ifâde saf bir değerlendirme ile yücelik veya derinlik bildirse de gerçeği lâyıkıyla aksettirmez. Zîra Allah her yerdedir ve hiçbir sınırlama ile kayıtlı değildir, aşkın olandır. Nefis olması gereken hâle büründüğünde, özün lâyıkıyla ortaya çıkışına fırsat verir. İsim ve sıfat zerrecikleriyle zenginleşmiş insanoğlu, nefsinin kirinden, pasından kurtulabildiği ölçüde Hakk’ın kendisine lütfettiği hakîkat nûrunu lâyıkıyla aksettirebilmeyi başarır. Bu bilinç seviyesinde bir yükseliş ifâdesidir. Böylesi bir yükseliş acziyeti bildirir. Artık insan kendinde varlık göremeyecek ve o tek olan hakîkatin nûrunda yokluğa varacaktır.
Konuyu örneklendirelim;
Kendimizde keşfettiğimiz merhâmet hissimiz var. Bu hissimiz bizi merhâmetli kılarak bir sıfat taşımamıza sebep oluyor. Bu isimin yüce hâli şüphesiz ki Allah’ın, bizlerde ise Allah’ın lütfettiği kadarı mevcût. Dünyânın bencillikleri besleyen hâli, bizdeki merhamet ismini perdeleyip onu gerektiği gibi ortaya çıkarmamıza engel olduğu zaman, içte ve dışta çatışma başlar. Bu çatışma başa gelen hâdiselerle şekillenerek, insanoğlunu ister istemez kendindeki ismi sıfatları lâyıkıyla sergileyebilmenin gayretine iter.
Ârif olan gönlünde dinginliği yakalamış olandır. Üstün vasıflara sâhiptir. Özündeki hakîkati lâyıkıyla sergileyerek muratlarını Hakk’ın murâdında eritendir. Böylece ârifin gönlü, nefisin kirinden pasağından uzaklaşmış, kahır ve lütufu birleyerek her ikisini de eşit kıymetle, baş tacı etmiştir. Ârifin gönlünün; Hakk’ın hakîkatinde yokluğunun îlanı, o gönlü tecelligah hâline getirir. Yâni; Yaradan’dan gayrı hiçbir şey yoktur. Her yerden onun nûru yansır. Nefis aradan çekilip olması gereken seviyede yer aldığında cismâniyet susar ve hakîkatin yüceliği mülk âlemine taşar. Allah’ı, arz-ı semâvatta sanmak, cenneti cehennemi Hakk’tan ayrı görmek, hatta dünyâ ve âhret ayrımına bile gitmek, bizi Allah’ın birliğini idrâkte tökezletir. Bu durum kendimizi, –âlemi- Allah’tan ayrı görmek gibi bir sonuç çıkarır ki bu noktada yaratılmışın, Hak’tan gayrı olarak bir varlığının söz konusu olması gerekir, bu da nasıl doğru olabilir?! Yaratılmış ancak Yaradan’la Ondan aldıklarıyla vardır. Ârif olan da bu hakîkati görendir ve böylece yokluğunun îlanıyla gönlü tecelligah kesilmiştir.
Güzel İnsan;
Hazreti Muhammed (s.a.v.) deki mânâ, Allah’ın bildirmek istediği hakîkati anlatır. Yâni; insanlığın zirvesi Hazreti Muhammed’deki mânâdır. Bu mânânın güzelliğinin aşkına âlemlerin yaratıldığı buyrulmaktadır. Şiirde geçen güzel insan hitâbının ardında Hz. Muhammed’den izler aramak yerinde olur. Her güzellik, güzelliğini bu hakîkatten süzülerek sırtlanır. İnsan, Hakk’ın isim ve sıfat zerrecikleriyle şereflendirildiği için güzeldir. Âriflerden yansıyan güzelliklerde Hz. Muhammed ‘den izler bulmak, Hz. Muhammed’de de Hakk’ı bulmak, görmek bizlere doğru istikamet kazandırır.
Ödüller, vaatler, cezalandırmalar;
Doğum kapısıyla girip ölüm kapısıyla çıktığımız bu hayatta, doğrularımız veya yanlışlarımız bizi ödülle veya cezâyla karşılaştırır. Her insan yapıp ettikleriyle, başına gelene ve geleceklere dâvetiye çıkartır. Kur-an’ı Kerîm’de geçen huri, gılman veya diğer ödüller, vaatler Hakk’ın mânâsındaki güzelliğine davettir. Daha önce de ifâde edilmeye çalışıldığı üzere, her somut ifâdenin ardında Hakk’ın bir güzelliği mevcûttur. Âşık olan dâvetleri de aşıp Hakk’ın hakîkatine koşandır. Koştuğu hakîkat ise kendi derinliklerindedir. Çünkü Hak’tan gayrı yoktur. Ve kişi ancak karşısındakini kendindeki isimlerin sıfatların el verdiği ölçüde tanır ve kendisine bahşedilmiş hakîkat seviyesine dokunur.
Sırâtı dünyâda da geçmek;
İnsanın hayat mücâdelesi; kendisine lütfedilmiş olan sıfatların ve isimlerin mücâdelesidir. Bunlar arasındaki dengeyi kurup, Hakk’a uzanan doğru yolu bulmak sırâtı geçmek anlamına gelir. Hakk’ın sunduğu kader bu âlemde yeşertilirken, Hakk’ın isimleri sıfatları da asıl vatanlarını özler ve asıllarına ulaşabilmek- kavuşabilmek- için çabalar. Bu hâl istikamet kazandırır.
Talebin ne ise sen osun;
İnsanın talebi, kendi kabiliyetiyle ilgilidir. Allah’ın lütfettiği isim ve sıfatları olabilirliklerinin en üst seviyesine çekebilmek için insanoğlu çabalar ve böylece kendindeki kabiliyeti sergiler. Bu kabiliyeti uygulamaya geçişte ise bilgi kıymettir. Neye yöneliyorsak, neyi talep edip, neyle meşgûl oluyorsak kıymetimiz onunla ölçülür. Bilgi sâhibi oldukça kıymet artar ancak bilgi, nefsi hakîkatinden uzaklaştırıyorsa kişiyi hayvanlık seviyesinden de aşağılara iter, bu da yeme, içme, beşerî ihtiyaçları giderme noktasına hapis olmak anlamlarına gelir. Ancak kişi, edindiği bilgiyle, nefsinin hakîkatine yol alıyorsa, olgunlaşıp insan sıfatına lâyık olmak için çabalıyor demektir. Makbûl olan da budur.
Adâlet;
Adâlet takdir edersiniz ki; bir şeyi yerli yerine koymak demektir. Zulüm ise bir şeyi yerli yerine koymamakla gerçekleşir. Şahsın sırâtını geçişi, kendisine nasip olan Allah’ın isim ve sıfatlarına âdaletli davranması ve onları yerli yerine oturtarak ilerlemesiyle mümkün olur. Yineleyelim, sırat, kişinin kendisinde mevcût bulduğu değerlerin, en üst seviyelerine müşteri olarak hareket etmesiyle doğru istikameti kazanır.
Âşığın âhı;
Nefsinin oyunlarından uzak olanın âh edişlerindeki anlam derindir. Bu âh edişler, aşk yangını dile getirir. Aşk, ikilik hâlinde zuhur eder. Yâni; seven ve sevilen olması hâlinde aşk vardır. Bu sebeple en büyük aşk, Yaratan ve yaratılan arasında gerçekleşir. Çünkü beşerî planda bile bir sevgilide seyredilen bütün isimler sıfatlar Hakk’ın bezeyip süslemeleridir. Aşk, dâima şekilden mânâya bir yol bulup akmak ve hakîkatine koşmak –kavuşmak- ister. Bu hâli idrâk eden, “Elest” âleminde verilen ahdi yer yüzünde yâd etmiş olur.
“Elest yeminini yâd etmek” ne demektir?
Elest Allah’ın rûhları yarattıktan sonra “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sorduğu âlem olarak kabûl edilir. Kur-an’ı Kerîm’de Âraf sûresi 172. âyette de şöyle buyrulur: “Hani Rabbin âdemoğullarından, bellerinden zürriyetlerini alıp onları öz benliklerine şâhit tutarak sormuştu: “Rabbiniz değil miyim?” Onlar: “Rabbimizsin, buna tanıklık ederiz.” demişlerdi. Kıyâmet günü, “Biz bundan habersizdik.” diyemezsiniz.” Bu âyet-i kerîmeden anlarız ki; Allah’ın sorusuna ruhlar “Belii” yâni “evet Rabbimizsin.” demişler ve yeryüzüne aşklarını ispâta gelmişlerdir. Burada Hakk’a lâyık olabilmenin mücâdelesi verilmektedir. Zîra Allah’ın, “ benim esmâlarımla açığa çıktığının farkında değil misin?” diye sorduğu da açıktır. Elest, bu hâlin algılanabilir olduğu boyutu anlatır. Yaşamın her ânında nefsin süflîyetine dalmadan, bu soru ile bilinç düzeyinde karşılaşılır. Bu soruyu bâzen para vesîle olur sorar, bâzen de mevki makamın ağzından dökülür.
Allah’ın adâleti ve yaşam;
Yaratan, donatan şüphesiz ki Allah’tır. Buna mukâbil, kişinin kendinde bir takım eksiklikler bulması ve bunu Allah‘ın takdirine bağlaması yâni; “ne yapalım Allah böyle istedi, ben de böyle yaptım, ettim.” gibi bir takım aldatmacalara kapılıp gitmesi doğru kabul edilemez. Evet, her şeyin sâhibi Allah’tır. Yapan eden özde Hak’tır. Ancak insan, kendisine sunulmuş olan değerleri kullanarak kaderini gerçekleştirmek için bu dünyâdadır. Verilen rolü en güzel şekilde ifâ etmekle -aşkını sergilemekle- görevlidir. Burada bir eksiklik var ise, elindeki donanımla rolünün hakkını veremeyen oyuncudadır. Kim ne yaparsa onun karşılığını şüphesiz ki bulur. Eksiklikler sergileyen bir oyuncunun da yaptığının karşılığıyla muhâtap olması doğaldır. Üstelik eksiklikler de hem içte hem dışta adâletsizliği getirerek dengeyi kaybettirecek ve sırattan düşüşe sebep olacaktır. Bu nedenle ezâ, cefâ, ödül, iltifat vs. diye değerlendirdiğimiz her şey aslında bizlerin elleriyle inşâ ettikleridir ve dâima Hakk’ın takdirinin bir yansımasıdır. Yapıp edilenlerle, bu takdire avuç açılır, hak kazanılır. Hadîs-i Şerîf’te de şöyle buyrulur “Ellerinizle yaptıklarınızın sonucunu yaşarsınız.”
Bitirirken;
Ken’an Rifâî şiirini bitirirken “âh” edişiyle Elest âlemindeki ahde atıfta bulunup dünyâ hayâtının önemine dikkat çeker. “Bu âlem görmesini bilen göze, hissetmesini bilen yüreğe hakîkatini fısıldar yeter ki biz onu iyi duyalım.” der. Böylece görülür ki; büyük mutasavvıf mısrâlarındaki aşkla bizleri aydınlatırken aynı zamanda düşündürür ve uyarır da. O hâlde bir kes daha anlarız ki tasavvuf bir yaşama sanatıdır ve şiir, güfte, beste, makâle, hikâye vs. ile gönle akmayı istemektedir ancak gönüle akmakla tasavvuf kültürü yetinmez ve fiilerde sergilenmeyi de bekler. Bu, kültürün doğasıdır ve bunu gerçekleştirebilmek için çabalamak da burada yer aldığı gibi bir çalışmanın ortaya çıkışına sebeptir vesselâm.
***
ŞİİRDE GEÇEN BÂZI KELİMELERİN GÜNÜMÜZ TÜRKÇESİNDEKİ KARŞILIKLARI:
•Âlem-i imkân: İmkânlar âlemi (dünyâ)
•Menbâ: Kaynak
•Hüsn: Güzellik
•Cemâl : Güzellik
•Arz: Yer, zemin
•Semâvât : Gök, gökler
•Mîzân: Denge, tartı, ölçü
•Dûzah: Cehennem
•Sürûr: Neşe, sevinç
•Zulmet: Karanlık
•Nûr: Işık, aydınlık
•adl-i ilâhî: İlâhî âdâlet
•Vird : Sıkça söylemek
•Lahza: An
•Âh-ı ateş-sûzumu: Ah ateşinin yangını
•Beyhûde : Boşuna
•Ahd-i Elest’i : Elest yemini
•Nefha: Üfürme, Rüzgar, üfleyiş
•Hâbîde : Uykuya dalmışlık
Ne cennet ucuzdur
Ne de cehennem pahalı
Şeytanın hilesi buyunu aşar
Önüne serdi mi! yemyeşil halı
Kıbleni bozdurur, pusulan şaşar
Ne sağ kalır ne solun
Sanırsın ki yol onun
Çımaza düşer sonun
Şaşkın pervane gibi cezbeyle tavlanırsın
Ava çıkayım derken
Av olup avlanırsın.
Günün şirine tebriklerimle,yukarıdaki dizeler içimden geldi, bende paylaşayım istedim.
bilgin sana kıymet, talebin neyse osun sen
insanlığı sâde yiyip içmekte mi sandın
hâlin ne ise müşteri sen oldun o hâle
noksanı meğer adl-i ilâhîde mi sandın
Benim habire anlatmaya çalışıpta yüzüme gözüme bulaştırdığım konuyu ne de güzel şiire dökmüş .
İşte şiir diye buna derim ben
yazmayacaktım ama şair mecbur ettin beni sen.
vay ki vay!
oy ki oy
Bu şiir ile ilgili 47 tane yorum bulunmakta