Nurbanu hanım içinden gelen ürpertici hisle, eczacı Nesrin hanımın aranmasını ve Tülay hocanın gecikmeden eve getirilmesini istedi. Gecenin ilerleyen saatlerinde eve gelerek bilinci henüz kapanmamış olan Zernişanı muayene eden Tülay hocanın gözleri; saçları dökülen talihsiz hastanın ensesinin üst kısmında belirginleşen gül motifli doğum nişanına takıldı. İki yapraklı kusursuz şekliyle aklına kazınan doğum gülünden gözlerini ayıramayan Tülay hoca:
-Hanım kızımızın kendisi gibi inanılmaz güzellikte doğum gülü varmış dedi. Nurbanı hanım Evet. anlamında başını salladıktan sonra Tülay hocaya:
-Durumunu nasıl görüyorsunuz? diye sordu. Tülay hoca hüzünle perdelenmiş sesiyle:
-Hastaneye götürsek daha iyi olur dedi.
Zernişan, üzerine eğilen anneannesinin gözlerine yalvarır gibi bakıp:
-Hayır anneanne, beni götürmeyin! dedikten sonra göz kapaklarının ağırlığına dayanamadı.
Tülay hocanın kendisinden kaçırmaya çalıştığı gözlerinden kaçınılmaz sonu okuyan Nurbanu hanım için; muayene ücretini almaya yanaşmayan doktor hanımın ıslak kirpikleriyle ve içini çekerek evde ayrılmasıyla, seksen yılı aşan ömrünün en hüzünlü gecesini yarılamış oldu.
Leyla hanımın ısrarına rağmen yaşlı kadın sabaha kadar torununun başucunda nöbet tuttu. Gece yarısından sonra gözlerini aralayan Zernişanın elini tutarak:
-İyi misin meleğim? diye sordu. Hastaneye götürülmediğini anlayan Zernişanın sevgi yüklü bakışları bir an için Nurbanu hanım yüzünde dolaştı. Çok uzaklardan bülbül seslerinin gelmekte olduğu hissine kapıldı ve gözleri kendiliğinden kapandı.
Demirköydeki ormanın havası yavaşça odaya süzülüyordu. kekik kokulu tepelerin esintisi ve billûr gibi akan derlerin şırıltına karışan bülbül sesleriyle, Zernişan her nefes alıp verişiyle biraz daha hafiflediği hissediyordu. Nasıl olduğunu sezinleyemeden tüy gibi hafifleyen bedeninin yükselmekte olduğunu, ıhlamur ve ulu kayın ağaçlarının yaprak hışırtısını geride bırakarak uzaklaşan bülbül seslerinin peşine düştüğünü anladı. Ağaçlar, tepeler, dağlar ve denizi geride bırakarak, karanlık bir boşluğun sonuna asılmış ışığa doğru hızla akmaya başladı. Tünelin sonlarına doğru bir ara kesilen bülbül seslerini tekrar duymaya başladığında gri bir bulutun içinde süzülüyordu. Gri bulut, Zernişanın baş döndürücü hızını yavaş yavaş keserken gittikçe aydınlanmaya başladı. Sis perdesinin ardına bırakılan Zernişan pamuk yumuşaklığındaki çimenlere ayak bastığında şaşkınlıkla etrafını gözden geçirdi:
Masmavi gökyüzünde parlaklığına rağmen gözleri yakmayan güneşin gülümseyen yüzünü örtmeye kıyamayan ak bulut kümeleri, yeşilin bir bir tonuna bürünen ağaçları kuşanan tepeliklerin üzerinde süzülen mor rüzgârların esintisini, gökkuşağı altında zirveleri gelinlik giymiş dağların zincirlenişini, zümrüt bayırın dibinde göz alabildiğine engine uzanan firuze renkli gölde süzülen kuğuları,... Gördüklerine inanamayan gözleriyle süzerken ne kadar zaman geçtiğini anlayamadı.
Elinde bir demet çiçekle yaklaşmakta olan küçük bir kız çocuğunu görünce dikkat kesildi. Güzelliğine güzellik katan kar beyazı ipek gelinlik gibi giysisi içinde, başında kır çiçeklerinden örülmüş nadide tacı ve yüzünde güller açan gülümseyişi ile gelen kız çocuğu elindeki çiçekleri Zernişana uzatarak:
-Al, bunları senin için topladım! dedi. Zernişan çocukluk resimlerinden tanığı bu simaya bakarak:
-Bana mı topladın! diye şaşkınlığını belirterek sordu: Niçin? ...
-Ferhata vereceksin!
-Ferhat mı! Ferhat nerede peki?
-O da burada, ararsan hemen bulursun, haydi al çiçeklerini! Çocuğa doğru eğilen Zernişan merakla:
-Ferhatın burada olduğunu sen nereden biliyorsun? diye sordu.
-Biliyorum tabi, seni yalnız bırakır mı? Al çiçeklerini ona vereceksin. Çiçeklerin güzelliğinden bakışlarını ayırabilen Zernişan, küçük kızın büyüleyici yüzünden bakışlarını ayıramayınca:
-Senin adın ne? diye sordu. Gözlerinin içi gülen kızın tebessümlü dudakları:
-Zernişan! dedi.
-Zernişan mı? Zernişan benim adım! Sen ne zamandan beri buradasın? Zaman kelimesinde bir şey anlayamayan kız çocuğu; yani sen kaç gündür, kaç gecedir buradasın? sorusunu da anlayamadı. Zernişan kızın güzel yüzünde bakışlarını ayıramadan biraz düşünüp sorusunu değiştirerek başka türlü sordu: Yani sen hep burada mıydın?
-Evet ben hep buradaydım. Seni bekledim.
-İşte ben de onu soruyorum: Beni burada ne kadar bekledin?
-Ne kadar bekledin de ne demek? Ben çiçekleri topladım, gelmeni isteyince sen de geldin işte. Burada insan ne isterse ve nasıl isterse, o anda hemen öyle olur işte! Kızın söylediklerini bu kez de Zernişan anlayamadı. İçinden geçen dayanılmaz arzuyla kız çocuğuna sarılıp, göğsüne bastırdı. Dudaklarını kızın yanağına yaklaştırmak isterken kucağının boşaldığını fark edemedi. Çiçek demetini eline tutuşturan küçük kız anlamasına meydan bırakmadan kendisiyle bütünleşmişti!
Doğrulan Zernişan elindeki çiçek demedini havaya kaldırıp döne döne etrafına bakındı. Bir anda yüreğini burkan derin yalnızlık duygusuyla:
-Ferhaaat! diye haykırdı. Ferhat, nerdesiin? Bülbül ezgilerinin üzerine dalga dalga yayılan bu sesin son yankısına Ferhatın sesi gecikmeden yanıt verdi:
-Burdayım Zernişan! Sesin geldiği yöne dönen Zernişan, Ferhatı gördüğü anda Ona doğru koşmak isterken, ayaklarının yerden kesildiğini anladı. Uçarak elindeki çiçekleri havada Ferhata uzatırken yüzüne yayılan mutluluk tebessümü yüzünde donup kaldı.
Ferhaaat! Ferhat, nerdesiin? haykırışı Zernişanın hayata veda ediş kelimeleri oldu. Bu sözcüklerin ardında dudakları belli belirsiz kıpırdatan Zernişanın yüzünde donan tebessümün anlamını çözen Nurbanu hanım:
-Bu kadar çok mu sevdin, kurban olduğum. Son nefesinde bile sevdiğinin adını haykıracak kadar! ... Bu kadar çok mu? ... diye Zernişana sorarken aslında yanıt alamayacağını da biliyordu. Yaşlı gözlerinden süzülen yaşlara hakim olmaya çalışarak, düğümlenen boğazı elvermediği için dua ve ayetleri kâlbinden okudu.
*
Aynı saatlerde, yorucu geçen bir günün hüzünle yoğrulan gecesinde geç saatlerde yatan Tülay hoca sabaha karşı gördüğü yakıcı rüyayla uykusundan sıçrayarak uyandı! Sol göğsünden ilk ve son kez emzirdiği bebeğini rüyasında görmüştü. Bebek, rüyasında yüzünü göstermeden:
-Anne ben gidiyorum, sütünü helâl et! dedikten hemen sonra uyanan Tülay hoca sol göğsüne derinden vuran ince sızıyla yatağına oturdu. Ağzı kurumuş, içi yanıyordu. Ayağa kalkar kalkmaz başı dönünce tekrar yatağına oturmak zorunda kaldı. Rüyasında duyduğu uzaklardan gelen ses kulaklarından bir türlü gitmiyordu. Ses sitemkâr değil aksine sevgi yüklü olsa da Tülay hoca gözyaşlarına hakim olamadı. Yıllarca yüklendiği derin pişmanlıkla yavaş yavaş doğruldu. Üst üste iki bardak su içerek salona geçti. Elini sızlayan göğsüne bastırdı. Göğüslerinden süt emen bebeklerin ağız temasını aralıklarla en olmadık zamanlarda ömrünce hissetmişti. Göğsünde duyduğu ıslakla elini geri çekerken hıçkırmaya başladı:
-O gün başka çıkar bulamamış olsam da, bu gün için çok pişmanım yavrularım dedi. Tek tesellim Allahın izniyle sizleri dünyaya getirmiş olmamdır. Keşke bir kez yüzünüze bakmış olsaydım. Bilemiyorum, acaba daha mı iyi olurdu? Bak, küstüğün için rüyamda bile yüzünü göstermedin bana! Sütüm mü? Bin kez helâl olsun yavrum. bin kez... Göğsündeki ıslaklığı bir kez daha kontrol ettikten sonra: Sütüm gelmiş dedi, yine göğsüm ağlamış! Hem de bu yaşta... Hanginiz gittiniz bilmem ki, Sol göğsüm ağladığına göre, sol göğsümü emen hanginiz ise o gitti demek!
*
Şafağın sökmesine yakın zamanda uyanan Leyla hanım, annesini Zernişanın başucunda dua okurken görünce yüreğine çöken acıyla Zernişanın ayak ucuna ilişti. Nurbanu hanım işaret parmağını dudaklarına götürerek Sus! işareti verince kalbinde kopan his teliyle düğümlenen boğazı bir şey söylemesine izin vermedi. Gözlerinden, avuçlarına yağmur gibi hüzün incileri döktü. Ancak tan yeri ağardığında konuşabilen Nurbanu hanım:
-Allah çok sevdiklerini yanına tez alırmış! dedi. Sesli ağlama! Gözyaşlarını da içine akıt. Kendini tez toparlama bak. Ben torunumu morglarda falan tutamam. İkindi namazında sonra yavrumu ebedi uykusu için toprağa veririz. Sen birazdan yakın arkadaşlarına haber ver, Erkenden gelip yardımcı olsunlar. Kara haber tez duyulurmuş zaten.
Sabahın erken saatlerinde Leyla hanımı ziyarete giden Bilge hanım dışardaki sessiz ve telaşlı kalabalığı görünce daha eve adımını atmadan ne olduğunu anladı. Dışarıdaki uğursuz sükût, evin içine yakıcı ağıt ve içli gözyaşlarının dayanılmaz ağırlığıyla çökmüştü. Hiç kimsenin içinden, güzelliği ve zarafetiyle dillere destan olan genç kızın hayata veda ettiğine inanmak gelmiyordu. Birbirine aynı soruyu sormaya cesaret edemeyen diller suskundu. Leyla hanımın ıslak kirpikli gözlerleri ve sadece dudakları kıpırdayan Nurbanu hanımın, Zernişanın başında taş kesilmiş hali her şeyi açıklamaya yetiyordu. Üzüntüsünü tanımlayacak kelime bulamayan Bilge hanım, Leyla hanıma sarılırken; kendisi daha da acınacak haldeydi.
Öğle vakti geçtiği halde Bilge hanım geri dönmeyince; Ferhat, içine düşen kuşkuyla evden ayrıldı. Annesinin, Nesrin hanıma uğramış olabileceğini düşüncesiyle muayenehaneye uğramadan eczaneye vardığında, elindeki küçük makasla ilaç kutularından fiyat etiketlerini kesip reçetelere yapıştırmakla uğraşan Musadan başka kimseyi göremeyince:
-Ne oldu? diye sordu. Niye eczanede senden başka kimse yok? Bakışlarını ısrarla Ferhattan kaçırmaya çalışan Musaya:
-Hiç, dedi. bir şey olmadı.
-Eczacı hanım nerede peki?
-Abi, sabahtan bir telefon geldi, Aceleyle gitti, giderken bir şey söylemedi.
-Peki ya diğerleri? ...
-Yemeğe gittiler daha dönmediler abi, belki birazdan gelirler.
-Annem, buraya hiç uğradı mı?
-Uğramadı.
Muayenehaneye dönen Ferhat, kapı önünde bekleyen hasta ve iki refakatçısı ile karşılaştı. Hastanın, omzuna asılarak ayakta durmaya çalıştığı kadın, kocasından önce siteme başladı:
-Çok bekledik doktorum, nerdesiniz? Çocuğun ayakta duracak hali kalmadı!
-Eczaneye uğramıştım. diyen Ferhat, hastayı içeri aldıktan endişeli bakışlarını yüzünde dolaştıran kadına: Hastanızın şikayeti nedir diye sordu. Kadın ezberlemiş gibi duraksamadan sitem yüklü endişeli sözlerini sıraladı:
-İki defa kliniğe, bir defa hastaneye acile gittik. Kızın karnı ağrıyor. O kadar ilaç verdiler kâr etmedi. İlaç içinde barınmıyor ki... Yavrum daha yutar yutmaz geri çıkarıyor. Üç gün içinde iğne ipliğe döndü, baksana! Ne biçim bir hastalıkmış bu anlamadım ki... Ülser diyorlar, kaç torba ilaç verdiler, hepsi de başka başka... Faydası yok! Göbeğinin etrafı ağrıyor. Yaşlılar göbeği kaçtı diyorlar, bunun göbeğini yerine geri getirmenin bir çaresi yok mu?
On yedi yaşında olduğunu söyleyen hastanın tansiyonunu ölçek Ferhat:
-Tansiyonu çok düşük dedi. Muhtemelen çok sıvı kaybetmiş. Anne ve babanın endişeli bakışları arasında hastayı muayene etmeye başladı. Sağ kasığındaki sertlik ve Ferhatın parmaklarını bastırdığı anda hastanın duyduğu ağrı teşhisin de habercisi oldu:
-Apandisit diye bir şeyden söz eden oldu? diye soran Ferhata, gözlerini iri iri açan kadın:
-Hayır, dedi. Kimse apandisit diye bir şey söylemedi. Doktorlar ülser üzerinde durdular. Hastayı bir müddet daha muayene eden Ferhat:
-Haksız da değiller... diye kadını sakinleştirmeye çalıştı. Zaten başlangıcı genellikle öyle olur. Yalnız fazla zamanımız yok. Bir an önce ameliyat edilmesi gerekiyor. Patlamış çünkü. Üre fazla yükselmeden hemen müdahale edilmesi gerekiyor! Kadıncağız şaşkınlık ve çaresizliğini dile getirdi:
-Ameliyat mı, üre mi dediniz! Doktorum elde yok, avuçta yok... Babası işte burda kendisi söylesin. Adamcağız iki aydır işsiz. Buraya gelmek için yol parasını bile konu komşudan denkleştirdik. Nasıl, neyle ameliyat ettiririz? İlaçla falan tedavisi yok mu bunun? Çaresizliği yüzünden okunan adama bakan Ferhat bir şey söylemeden, masasına geçip telefonla hastaneyi aradı. Kendisini tanıttıktan sonra:
-Acil bir hasta getiriyorum. Perfore apandisit. Hemen geliyoruz! Hasta kızına bakarken gözleri dolan kadın Ferhata:
-Doktorum üzerimizde hiç para yok! böyle apar-topar... Bilmem ki?
Ferhatın kaybedecek zamanı yoktu:
-Bunları sonra konuşuruz, vakit kaybetmeyelim, haydi! ... Sizleri hastaneye ben götüreceğim. Hastayla anne ve babasını yolda çevirdiği ticari bir arabayla vakit kaybetmeden hastaneye yetiştiren Ferhat, üst katta doktor arkadaşıyla görüştükten sonra, hasta kabulde kayıt işlemini tamamlamak üzere olan görevliye:
-Ne gerekiyorsa yapılsın dedi! Yarın hastayı ziyarete geleceğim.
Kadın ve kocası minnet dolu bakışlarını Ferhata çevirmiş, adından korktukları ameliyat kelimesinin endişesiyle söyleyecek söz bulamıyorlardı. Ferhat adamın kolundan tutarak:
-Benimle biraz dışarıya gelir misiniz? dedi, sizinle konuşmak istediğim bir konu var!
Ferhat, ertesi gün ziyaretlerine geleceğini belirterek; almak istemese de adama acil ihtiyaçları için bir miktar para vererek hastaneden ayrıldı.
Eve dönen Ferhatın ısrarlı sorularına Bilge hanımın hıçkırık ve gözyaşları cevap verdi. Gerçeği anlatmaya dili dönmedi. Kâlbine yerleşen korkuyla paniğe kapılan Ferhat eczaneye koşturdu, eczane kapalıydı. Ferhatın eczane önünde ne yapacağını bilmez bir halde kaldığını gören bitişik komşusu gözlükçü:
-Az önce kapatıp gittiler dedi. Nöbetçi eczaneyi arıyorsanız cama asmış olmaları gerekir.
-Yok, ben Nesrin hanımı görmek iştemiştim.
-Nesrin hanımı bu gün hiç görmedim!
Ferhat bir saat içinde Nurbanu hanımın evine nasıl geldiğinin farkında olamadı. Bahçe kapısı açıktı. Evden ayrılan iki kadının konuştukları duyan Ferhat acı gerçekle yüz yüze geldi. Siyahlar içindeki kadın titreyen sesiyle:
-İnanılır gibi değil diyordu. Kızcağız daha yirmisine varamadan göçüp gitti ya! ...
-Allah rahmet eylesin. melek gibi kız on sekiz yaşında göçüp gitsin, inanılır gibi değil!
Duyduklarıyla dizlerinin bağı çözülen Ferhat ayakta duramayacağını anladı. Bahçe duvarının üzerindeki demir parmaklıklara tutundu. Üzerine gök kubbenin çökmekte olduğu, titreyen bacaklarının üzerinde zorlukla durmakta olduğu zeminin ayaklarının altından kaymakta olduğu hissiyle diğer elini de parmaklıklara uzattı. Kâlbinin durmasını, aklının uçup gitmesini bekledi. Acı gerçeği, acımasızca yaşatmak istermiş gibi kâlbi ve aklının ihanetine uğradı. Ne kâlbi durdu, ne de aklını kaybedebildi. Üstüne üstlük Zernişan bütün efsunu ve doyumsuz anılarıyla, dalga dalga sökün eden yakıcı sis katmanlarıyla gözlerine hücüm etti. Binlerce yakıcı uçlu iğnenin gözlerine aralıksız batmakta olduğunu hissiyle gözlerinden yaşlar boşandı. Istırapla yumduğu gözlerini açmaya çalıştıkça su perdesinden etrafını göremedi. Parmaklıklara yapışan ellerinin nasıl çözüldüğü ve yere ne zaman çöktüğünün farkına varamadı. Koluna yapışan bir elin kendisini yerden kaldırmakta olduğunu anladı. Evin bahçıvanı yoldan geçen bir arabayı işaretle durdurak Ferhatı bindirdikten sonra eğilerek soförün kulağına:
-Doktor beyi Nişantaşına götürüp evine bırakırsınız dedi. Ayakta duracak hali yok, sevdiği kız bu gün vefat etti. Acısı büyük!
Üzüntüsünden yemekten içmekten kesilen Nurbanu hanım üç gün sonra Leyla hanıma:
-Ben de misafir olduğumu hissediyorum kızım, dedi. Yusufuma iyi bak. Bir de Zernişanımın mezarını karbeyazı mermerden yaptır. Adının yanına bizim soyadımızı kazısınlar. Yavrumun ölümüne sebep olan o mendeburun soyadı mezar taşında olmasın, sana vasiyetim bu!
-Allah gecinden versin anne! O nasıl söz... diyen Leyla hanım; Zernişanın acısı bir nebze olsun hafiflemeden, bir hafta sonra annesinin de vefatıyla yeniden sarsıldı. Yavrumu orada yalnız kalmasın, Yusuf yüzlü Yusufum önce Allaha sonra sana emanet! diyen yaşlı kadın da dudaklarına yayılan mutluluk tebessümüyle seksen yıllık hayatına veda etti.
Leyla hanımı ard arda yaşadığı üzüntüleri katmerleştiren olay da; basını ziyarete giden Yusufun dönerken getirdiği sınav sonuç belgesi oldu. Zarfı, ağzına burnuna yapıştırıp duran Yusufun ağlamaklı yüzüne bakan Leyla hanım:
-Nedir o diye sordu, sen neyi kokluyorsun öyle? Annesinin gözlerine bakınca gözleri dolan Yusuf:
-Ablamın sınav sonucu gelmiş dedi, üniversiteyi kazanmış! Leyla hanım o anda kâlbinden ince bir telin koptuğunu hissetti, kendisinin de gözleri doldu;
-Keşke hiç getirmesiydin, daha da üzülmemize vesile olacak! Koklayıp durma şunu, yırt gitsin! Zarfı arkasına saklayan Yusuf:
-Hayır! diye bağırdı. Ablamın kokusu geliyor ondan. Leyla hanım sinirlenmiş gibi gözüktü:
-Ablanın, o zarfa ne zaman eli değmiş ki kokusu gelsin? Yırt at diyorum sana, bir de onun için üzülmeyelim! Yusuf inatçı bir tavırla:
-Hayır dedim ya, yırtmam! Ablamın kâğıdı o... diyerek annesinin yanından sıvışarak üst katın merdivenlerine koştu.
Kavurucu yaz sıcaklarının, sonbaharın serinliğinden kışın soğuk günlerine uzandığı altı aylık bir zaman; Ferhatın uyurgezer haliyle, uzun süren bir rüyanın içinde meçhule akıp gitti. Zernişanın odasına kapanan oğlunun sessiz gözyaşlarını içine akıtmasına dayanamayan Bilge hanım; çareyi, odanın kapısını kilitleyip anahtarını saklamakla buldu. Anahtarı her isteyişinde annesinin bulutlanan gözleri de, Ferhatın ısrarına imkân bırakmadı.
Kışın en soğuk günleri hüküm sürerken televizyonda akşam haberlerini izleyen Ferhat; bir gün önce yoğun kar yağışından Bolu dağları civarında kapanan karayolunun ulaşıma yeniden açıldığı haberiyle, Zernişana verdiği sözü hatırladı: Size, beni kışın da buraya getirir misiniz diye sormuştum. diyen Zernişan sözleri ve verdiği: Benim için her dileğin fermandır sultanım. Sen yeter ki emret. Söz veriyorum, buralar beyaza büründüğünde ilk işim seni alıp buraya getirmek olsun. yanıtı bir müddet zihninde dolanıp durdu.
Ertesi gün Zernişan yerine, gönlünde yüzen anılarını Abant gölüne götürdü. Dağlar, yamaçları ve ağaçlar lekesiz beyazlığına bürünmüştü. Göl donmamıştı. Soğuk akşam ayazı gölün üstünü süpürünceye kadar göl etrafında dolanıp durdu. Zernişanın buz tutmuş gölün üzerinde yürüme hayali hiç bir zaman gerçekleşemeyecekti. Gönlüne düşen ince sızıyla gözleri göl üzerinde kaybını ararken; Zernişanın büyüleyici yüzü yavaş yavaş suyun derinliklerinden yüzeyine doğru belirmeye başladı. Ferhatın nefesini kesen hayal, üç dört saniye kadar eşsiz tebessümüyle gözlerine perdelendi. Tutku, özlem ve anıların mirası bu hayal Ferhatın gözünü kırpmasıyla yavaşça solmaya başlarken içindeki yangına rağmen ne kadar üşüdüğünün farkına vardı. Gölün kurumuş sazları, alacakaranlığa yürüyen dağların yamaçları ve ayazın keskin ıslığını dinleyen karlı ağaçlar, yalnızlığını yalnızlık katarken üzüntüsünün tanımlayabilecek kelimelerin olmadığını düşündü. Perisiz kalan göl gecenin koynuna saklanmaya hazırlanırken, Ferhat kendine acıma hissinin çaresizliğiyle geri dönüyordu.
Birbirine benzeyen günlerle geçen zamanın farkına pek varamayan Ferhat, mayıs ayının ilk haftasında Demirköye giderken, güzellik suyu çeşmesinin yamacını dolaştı. Kekik, mor renkli çiçekler, kayalara beneklenmiş yosunlar ve vadi boyunca akıp giden yeşilin bin bir tonu üzerinde tüllenen sis dalgasının büyüsüne kadar her şey bir yıl öncesinin kusursuz tekrarıydı. Kâlbi ve anılarında her yere beraberinde götürdüğü Zernişanın yanında olamayışı, gözlerinin gördüğü bütün güzelliklerin ruhuna acı katmasından başka hiçbir işe yaramıyordu. Dudaklarından dökülen: Her şey seninle güzelmiş peri! sözleriyle yamaçtan indi. Dinlediği bülbül sesleri, gördüğü mayıs çiçekleri ve gezindiği İğneada sahili yalnızlığını daha da arttırdı. Abanttan dönerken kapıldığı hüzün dalgası Yıldız dağlarıından geriye dönerken de peşini bırakmadı.
Aradan bir yıl geçmesine rağmen, Ferhatın kalbindeki kor küllenmedi. Annesi: Oğlum kader böyleymiş işte, ölenle ölünmez ki... diyerek konuşmaya başladı. Hayat bu, gördüğün gibi acımasız yüzüyle devam ediyor. Hiç mutlu sonla noktalanmış efsane duydun mu? Kerem mi Aslıya aldı, yoksa Mecnun mu Leylasına kavuştu. Kendini toparlamalısın. Biliyorum hiçbir zaman unutamayacaksın. Ben de çok sevmiştim, kaderimiz böyleymiş. Bağrımıza taş basıp dayanmaya çalışacağız. Elden gelecek bir şey olsa... Gördüğün gibi yok işte. Kendini toparla yavrum. Şifa bekleyen binlerce hastanı düşün. Kendini böyle kapıp koyverme! Rabbim bir kapıyı kapatırken, bakarsın daha hayırlı bir yerden başka bir kapı açar, belli mi olur? Diyelim ki siz evlendikten sonra vefat etseydi, ya da geride öksüz çocuk bırakarak göçüp gitseydi, daha mı iyi olurdu? Ferhat tereddüt etmeden:
-Belki de daha iyi olurdu! dedi. Geride beni teselli edecek bir yadigâr bırakmış olurdu. Böyle daha mı iyi oldu sanki?
-Öyle söyleme oğul, İnancını kaybetme, her şeyde bir hayır vardır?
-Biliyorum, bana teselli olsun diye bu sözleri sözleri söylüyorsun? Hayır bunun neresinde anne? ... Allah Zernişanı ne kadar sevdiğimi, ondan başka asla kimseyi sevemeyeceğimi bilmiyor muydu? Hani arkamdaki binlerce hastanın duası? Karşılığı gönlümde ölene dek taşıyacağım sönmeyen bu ateş mi olacaktı?
-Hâşâ, günaha girme oğul! Dert veren Rabbim dermanını,
her güçlüğe karşı dayanma gücünü de verir. Allah hiçbir kulunun taşıyamayacağı yükü omuzlarına yüklemez, her güçlüğe karşı dayanma gücünü de verir.
-Bu yükü bir yıldır taşıyorum, hafiflemek şöyle dursun günden güne ağırlaşıyor. Bazan yollarda Zernişanı gördüğüm yanılgısına kapılıyorum anne. O an aklıma bir şey gelmiyor; yanına vardığımda ya o kişinin Zernişan olmadığını görüyorum ya da koştururken Zernişanın öldüğü aniden aklıma geliyor! İşte o anda neler hissettiğimi ne yazabilir ne de anlatabilirim. O çaresizliği, o yıkımı ancak yaşayan bilir. Dokuz milyon insanı barındıran bu şehir, beni barındıramaz oldu. Epeydir düşünüyordum: Buradan ayrılmaya karar verdim. Bu şehirdeki anılarımdan uzaklaşırsam, peşimdeki hayali belki de beni rahat bırakır diye düşündüm. Yarın Edirneye gitsem iyi olur. Oradaki doktor arkadaşım birlikte klinik açmamızı teklif etmişti. Gidip kendisiyle bir görüşeyim. Koşulları yerinde göreyim. Bilge hanım, Ferhatın düşündüğünün aksine itiraz etmedi:
-İnşallah hayırlı olur Feratım dedi, senin için dua edeceğim. Ne demişler: Tebdil-i mekanda ferahlık vardır! Hayırlısı neyse o olsun. Eğer Edirnede bir kısmetin varsa elbette seni kendisine çekecektir.
Sabahın erken saatlerinde arabasının deposunu dolduran Ferhat acılarından kurtulacağı umuduyla Edirneye yönelse de daha Çorluya gelmeden başlayan sinsi bir pişmanlık duygusu, Lüleburgaza geldiğinde İstanbuldan kaçış isteğiyle dengeyi kurdu. Edirne gözlerine perdelendiğinde geri dönme arzusu bütün ağırlığıyla üzerine çöktü.
Selimiyenin alt tarafındaki tek katlı dükkânların önüne arabayı park ederken: Gerçeklerden kaçamayacağımı bile bile boşuna kaçmaya çalışıyorum! dedi. Benim bu şehirde ne işim var? sorusuyla gözleri hediyelik eşya satan küçük dükkâna takıldı. Müşteri bekleyen orta yaşlı hanım sahibesi gözlüklerini takmış elindeki uzun şişlerle örgü örüyordu. Hayalinde Zernişanı ilk gördüğü hediyelik eşya satan mağazası canlandı. Sihirli aynaya kendisini kaptıran peri görüntüsünün anısıyla içini çekti. Şimdi arabadan inip şu küçük dükkanın içine girsem, Zernişanımı bir kez daha dünya gözüyle görsem! ... Buna hangi dilek, hangi dua ve kimin gücü yeter ki? ... diye düşündüğü anda; önündeki park halindeki aracın çıkmak için geri manevra yaparken arabasına çarpması ile sarsıldı. Şangırtıyla kırılan fardan yere dökülen cam kırıklarının sesiyle dışarı fırlayan Ferhat eğilerek arabasına bakarken, kazaya sebep olan sürücü genç kız da sinirli bir halde arabadan indi, ellerini dizlerine yapıştırıp kırdığı far ve arabasının arka tamponuna baktı. Olağanüstü bir zamanlamayla meydana gelen bu ufak kazanın, inanılmaz olayların başlangıç noktası olabileceğini kimse aklının ucundan bile geçiremezdi.
Ferhat ile genç kız sözleşmişler aynı anda doğrulup göz göze geldiklerinde Fehatın önce dili tutuldu! Tanımadığı adamın faltaşı gibi açılan gözlerine bakan genç kız:
-Ne vardı sanki o kadar sokulacak? diye bağırdı. Biraz uzakta dursaydın ya! Adamın bir yanıt vermediğini görünce: Ne diyeceğim ben şimdi anneme?
Yanıt bekleyen genç kızı kollarından yakalayıp kendisine çeken Ferhat:
-Zernişan! dedi. Zernişan sen ölmemiş miydin? Adamın söylediklerinden bir şey anlamayan genç kız:
-Ne saçmalıyorsun sen öyle? Kafanı mı çarptın? diyerek kollarını kurtarmaya uğraştı. Genç kızı bırakmaya niyeti olmayan Ferhat:
-Sen yaşıyorsun! dedi. Nasıl olur bu? Zernişan bu bir mucize!
-Ne mucizesi be! ... kazayı görmüyor musun? Sen sebep oldun!
-Zernişan sen böyle konuşmazdın.
-Zerine de, zivine de başlatma be... Zernişan da kim? Bırak beni!
-Zernişan senin konuşman da bozulmuş. Ne oldu sana? İşin ne burada?
-Asıl sen söyle, sen kimsin? ... Ne hakla kollarımı tutuyorsun, bıraksana diyorum be adam, sağır mısın?
Kazanın ardında başlayan tartışmayla biriken kalabalığa seğirten polis memuru Ferhatın ellerinden kurtulmaya çalışan genç kızın yanına geldi:
-Nedir bu izdiham? diye sordu. Polis memuruna bakan Ferhat kızdan önce kendisini tanıtarak yanıt verdi:
-Memur bey, ben doktor Ferhat... Hanımefendi sözlümdür. park halindeyken gelip arabama çarptı. Şikayetçi değilim efendim.
Arabaları gözden geçiren memur kalabalığa dönerek:
-Lütfen dağılınız dedi, izdiham yaratmayınız. Gönülsüz dağılmaya başlayan kalabalıktan sonra genç kız ve Ferhata:
-Siz de daha sakin bir yerde konuşun lütfen diyerek ayrıldı.
Genç kızın kollarını bırakarak bileğine yapışan Ferhat:
-Gel bakalım anlatacakların var! Ne demek oluyor bütün bunlar? diyerek yolun karşısında köşebaşındaki çay bahçesine çekiştirdi. Olup bitenlerin şaşkınlığındaki genç kız oturur oturmaz dirseklerini masaya dayayıp yüzünü avuçlarının içine alarak Ferhatın gözlerine baktı:
-Söyle bakalım arkadaş, siz kimsiniz ve beni kime benzettiniz? Ferhat sinirlerine ne kadar hakim olmaya çalışsa da sesinin sert tonuna hakim olamadı:
-Bu resmi konuşma ağızlarını bırak! Eskisi gibi biz bize konuşalım? Saçlarını kestirip, böyle sosyetik giyinmekle, arbayla, makyajla... kendini gizleyeceğini mi sanıyorsun? Allahın şu işine bak, hiç olmadık zamanda karşına dikildim işte! Ben boş mezara gözyaşı dökerken, sen gel de Edirnede keyif çat, bu kadar da bencilik olur mu? Anlat bakalım ne demek oluyor bütün bunlar? Ne işin var burada? Evlendin mi yoksa?
-Ne evlenmesi be! Sen kimden bahsediyorsun? Sana kimsin diye sormuştum? Asıl sen cevap versene önce!
-Zernişan benimle oyun oynama! Beni tanımıyor gibi davranmakla işin içinden sıyrılamazsın. Senin için çektiğim çileleri ne kadar da çabuk unutmuşa benzersin? ... Ferhat, yanlarına gelen garsona kola ısmarladıktan sonra gömleğinin cebinden çıkardığı kartını Zernişana uzattı: Oku bakalım kimmişim ben! Telefon numarasına iyice bak, gece yarısından sonra saatlerce ne konuşuyorduk, gazel mi okuyordum sana! Haydi sihirli aynayı da hatırlamıyorum de...
-Gece yarılarından sonra seni telefonla mı arıyor muşum, ben? ... Boş mezar! Sihirli ayna... Korkmaya başladım senden! Beni kime benzettiğini bilemiyorum. Sen de şunu anla: Benim adım: Gökçe... Zernişan değil. Gökçe, Gök-çe... anladın mı? Kiminle ne hesabın var bilemem... Beni korkutuyorsun! Deli misin, nesin be ya? Bir tek deli doktor kalmıştı peşimde dolanmadık o da tamamladık şükür! Kalkıyorum ben; anneme aldığım dondurma arabada kaldı, erimeye başlamıştır... Kolalarını da kendin iç! diyen Gökçe aniden ayağa fırladı. Neye uğradığını şaşıran Ferhatın:
-Zernişan dur, beni bekle! sözlerine aldırmadan yolun karşı tarafına geçerek arabasına bindi. Ferhat kendisini tez toparlayıp arabayla peşine takılsa da ilk kavşakta kırmızı ışıkla yolun ortasına dikilen polis memuru tarafından önü kesildi. Ferhatın, Zernişan olduğundan emin olduğu, adının Gökçe olduğunu söyleyen kız arabasıyla gözden kayboldu. Trafik polisi geçmesine izin verdiğinde arabadaki benzin bitinceye kadar cadde ve sokakları dolaşsa da ne Zernişana ne de yarım yamalak hatırladığı arabanın izine rastlayamadı.
Arabayı garaja çeken Gökçe eve geldiğinde dondurmayı buzdolabına koyup, salonda gazetedeki bulmacayı çözmekle uğraşan babasına arkasına geçip:
-Babişkosu bulmaca da çözermiş, diyerek yanaklarını avuçladı. Kayan gözlüğünü düzelten baba:
-Söyle bakalım, dedi: Menekşe mavisinden gece mavisine değin değişen mavi renkli ve saydam, çok değerli korindon türü, eş anlamı safir; sekiz harfli...
Bulmacaya göz gezdiren Gökçe babasının yüzünü kendisine çevirerek:
-Bak gözlerime diyerek gülümsedi, yaz: Gökyakut.
Tebessümle harfleri karelere yazan babasının karşısına geçen Gökçe:
-Babişkom bu gün kötü bir şey oldu! dedi. Babası başını gazeteden kaldırıp Gökçenin yüzüne: Ne oldu? der gibi bakarken salona giren annesi hiddetle:
-Ne halt karıştırdın gene? diye sordu. Annesinin aksine sakin davranan babası:
-Hanım bir saniye, sinirlenme dedi. Anlatsın hele. Otur da anlat Mavişim, kötü olan ne?
Babasından aldığı destekle koltuğa geçen Gökçe anlatmaya başladı:
-Anneme dondurma almış dönüyordum. Arkaya park eden araba çok yaklaşmış. Geri geri çıkarken adamın arbasına çarptım biraz. Annemin arabasına bir şey olmadı. Tamponu sıyrıldı o kadar. Adamın arabasının farı kırıldı. Doktormuş. Şikayetçi olmadı. Polis tutanak bile tutmadı. Suç doktorun, o kadar sokulmasıydı...
-Kızıma bir şey olmamış ya, boşver gerisini... diyen babaya sert bir bakış fırlatan anne:
-Hep sen yüz veriyorsun bu kıza, çıktı tepemize işte! diye sesini yükseltti.
Küçük bir çocuk gibi babasının dizlerine sarılan Gökçe:
-Benim suçum ne? diye sordu. Doktor o kadar sokulmasaydı... Kocasının yumuşak tavrıyla öfkesi artan kadın gözlerindeki şimşekleri Gökçenin üzerine yağdırdı:
-Kırılır mıydı ayakların? İki adımlık yere yürüyerek gitseydin. Kim bilir arabayla nereleri dolaştın?
-Yemin ederim bir yeri dolaşmadım anne, doktor alıkoydu beni. Zaten deli birisine benziyordu.
-Tek eksiğimiz deli doktor kalmıştı. Getirseydin, onu da kapıya getirseydin de tamam olsaydı. Kaymakam işinden sonra sonra akıllandığını sanmıştım. Ne gezer! Kızım Allahın akıl dağıttığı dönemde sen hangi kuytuda iş pişiriyordun? Allahtan bu kadar güzellik isteyeceğine bir dirhem de akıl isteseydin ya? ... Ne kaldı geride, vali mi? haydi ona da bir gözük, o da kapıya dayansın da çeteleyi tamamlayalım! Sen onun da aklını...
Eşinin aşırı bir tepki verdiğini düşünen adam elini kaldırarak:
-Yıldız hanım lütfen! diyerek kadının sözünü kesti. Sakin ol, kızımın hiçbir suçu olmadığına eminim.
-Zamanında dediklerimi dinleseydin böyle olmazdı Mehmet bey. Al bakalım önünü alabiliyor musun şimdi? Çıkmadı şöyle göğsü kıllı adam gibi bir adam da gelsin şunun hakkıdan. Baksana haline şunun... Şeytanın ne kadar tüyü varsa, hepsini üstüne toplamış. Kızın gözlerini bakan aslan kediye dönüyor be. Oyarım alimallah kız o gözlerini senin! ...
Trakya bölgesi devrik cümleyle konuşuyordu. Devrik cümlenin taçlandığı yer de Edirne çevresiydi. Doğma büyüme Edirneli olan Yıldız hanım, edebiyat öğretmeni olmasına rağmen devrik cümleden hiçbir zaman dilinden düşürmedi. Emekli olduktan sonra üzerine gelen sinirlilik, Gökçenin peşine takılanların verdikleri rahatsızlıkla bütünleşince yapılan tedavilere rağmen kalıcı oldu. Öfkeyle söylenen devrik cümlelerin keskinliğini iyi bilen Mehmet bey:
-Yeter be hanım, bir bardak suda fırtına koparıp durma! Duyan da bir şey olmuş sanacak. diyerek Gökçeye arka çıkmasıyla Yıldız hanım:
-Zaten baba kız bir olup oldum olası hep cephe alırsınız bana! diye sitem etti.
-Kimsenin sana cephe falan aldığı yok hanım sakin ol diyen Mehmet bey tartışmanın uzayıp gitmesine rıza göstermedi. Gökçeye dönerek: Haydi boncuk, sen odana çık da benim annenle konuşacaklarım var.
Odasına çıkan Gökçe, olanları sesli düşünmeye başladı: Bu adamla ben ne zaman karşılaştım ya, sesi bana hiç yabancı gelmedi. Sanki daha önce konuşmuşum gibi... Gözleri nasıl da bakıyordu! Deli miydi gerçekten? Kollarımı yakaladığında niye öyle oldum ki? Korktun kızım itiraf et! Hayır, hayır sadece korku değildi bu... Peki ya bileğini yakalayıp götürken seni... İlk çağlarda adamların mağaraya sürüklediği kadınlara benzetmedin mi kendini, haydi itiraf et. Hem korktun, hem heyecanlandın hem de hoşuna gitti. İlk kez bir erkek, erkek gibi gücünü gösterdi sana. Acaba bir daha karşılaşır mıyız? Aptal kafam, niye kaçtım ki ben. Bırak konuşsun adam. Kim bilir neler söyleyecekti. Ferhatın verdiği kartı cebinden çıkarıp inceledi. Yok, yok deli değil bu adam. Hangi deli, doktor diye kart bastırır ki? Zernişan deyip duruyordu. Kim bu Zernişan? Zernişan sen ölmemiş miydin? demişti. Öyleyse, beni ölen sevgilisine benzetmiş olmalı. Kollarıma çekinmeden yapıştığına göre demek ki öldü dediği Zernişanla ciddi bir ilişkisi vardı. Bu kart sahte değilse; ilk kez kendi maceram başladı demektir, bunu hissediyorum.
Gece yarısı sonra eve dönen Ferhat, salonda televizyon izleyen annesinin yanına oturdu. Televizyonın sesini kısan Bilge hanım:
-Sen Edirneye gitmemiş miydin? diye sordu. Gözlerinini salondaki halının motifleri üzerinde dolaştıran Ferhat:
-Edirneden geliyorum, dedikten sonra sonra annesinin gözlerine baktı. Zernişanı gördüm, ölmemiş!
Bilge hanım, elindeki uzaktan kumanda cihazıyla donup kaldı. Ferhatın anlattıkları inanılır cinsten değildi:
-Edirneye henüz varmıştım. Arabadan daha inmeme vakit kalmadan önümdeki araba geriye manevra yaparken benim arbaya çarptı. İnip baktığımda sol ön farı kırılmıştı. Kafamı kaldırdığımda Zernişanla göz göze geldim! Gözlerime inanamadım. Zernişan beni tanımıyormuş gibi davrandı. Konuşması değişmiş. O saygılı üslubundan zerre eser kalmamış, Devrik cümlelerle konuşuyor. ...be,...be. deyip duruyor. Kendisine Gökçe adını yakıştırmış. Edirnede ne işin var, evlendin mi diye sordum. İşine geldiği gibi konuştu. Bileğinden tutup çay bahçesine götürdüm. Her şeyi anlatmasını istiyordum. Aniden ayağa fırlayıp kaçıp gitti. Peşine düşsem de, kırmızı ışıkta durmamı fırsat bilip izini kaybettirdi. Zernişanı gözlerimle gördüm, sesini kulaklarımla işittim. Senin anlayacağın Zernişan yaşıyor! Bizi bu oyuna niçin getirdilerini anlayamıyorum, bir de Zernişanın bu kadar değişmiş olabileceğine. Kısa kesilmiş saçları, giyim kuşamı ve makyajlı haliyle; öz annesi bile görse uzaktan Zernişanı tanıyamaz.
Oğlunun sözlerini dinlerken renkten renge giren Bilge hanım:
-Oğlum, Zernişan öldü! dedi. Talihsiz yavrumu toprağa verirken ben de oradaydım. Sen hayal görmüşsün.
-Öldüğüne beni de inandırmıştınız! Hayal falan görmedim ben. Bana öyle bakıp durma, aklım başımda ve ne dediğimi de biliyorum. Zernişanı gözlerimle gördüm diyorum sana. Yok öyle yağma, bulup getireceğim Onu.
-Beni endişelendiriyorsun Feratım. Sen hayal görmüşsün oğlum. İnsan çok özleyince öyle olur. Rüyalar yetmez olunca güpegündüz hayal de görür. Ben de rahmetli babanın hayaliyle az konuşmadım hani. Keşke hiç Edirneye gitmeseydin. Belki buradan uzaklaşınca özlemin daha arttı ondan hayal gördün. Önceleri sık olur, zaman geçtikçe alışıyor insan.
-Sen öyle san anneciğim, Zernişanı alıp getirdiğimde görüşürüz. Edirne dediğin dört saatlik bir yol. Yer yarılıp içine girse bile Onu bulup getireceğim. Sabah ilk işim arabanın farını taktırmak olacak. Zernişanı alıp getirdiğimde bizi karşısında görünce Leyla hanımın yüzü hangi şekle gireceğini merak ediyorum. Ferhatın, Leyla hanımın adını telaffuz etmesiyle yüzünü buruşturan Bilge hanım:
-Leyla hanım melek gibi bir kadın; oğlum sakın onu incitecek bir davranışta bulunmayasın. Kadının yaşadığı acılar üst üste geldi zaten. Kızını toprağa verirken bayılması gözlerimin önünden gitmiyor.
-O mezarın boş olmadığına emin misin? Mezar taşına Zernişanın soyadı yerine anneannesinin soyadını yazdırmalarına da zaten bir anlam verememiştim.
Bilge hanım oğlunun hayal gördüğüne emindi. Olğluna acıyan gözlerle baktı:
-Aklımı allak bullak ettin Feratım dedi, bence bir an önce uyusan iyi olacak, yorgun görünüyorsun. Ferhat annesinin söylediklerini onayladı:
-Haklısın anneciğim. Yarına çok işim var. Zira bu fırtına öncesinin sessizliğine benziyor. Gör bakalım yarından sonra neler olacak, sana iyi geceler.
Sabah ilk iş arabasının kırık farını yaptıran Ferhat, Leyla hanımı görmeye gitti.
-Hani, Zernişan ölmüştü... Siz o mezara kimi gömdünüz? diyerek yaşadığı acıları yüzünde okunan kadının karşısına dikildi. Ferhatın sözlerinden bir şey anlamayan Leyla hanımın gözleri doldu:
-Ne söylemek istiyorsun oğlum? dedi. Şaşırdım, dediklerinden bir şey anlamadım!
-İşime gelmedi deseniz daha doğru olmaz mı?
-Oğlum, sana ne oluyor böyle? Benim acım bana yeter, sen niçin üzüyorsun beni?
-Benim kimseyi üzdüğüm yok, aksine üzülen benim. Saadete gelelim: Öldü! dediğiniz Zernişanı, Edirnede gördüm. Bunu hakkedecek ne yaptım? Zernişanı kime verdiniz, peki ne söyleyeceksiniz şimdi? Islak kirpiklerini kırpıştırarak Ferhatı süzen Leyla hanım:
-Keşke Zernişanım yaşasaydı da, sen de görseydin oğlum dedi. Keşke... Kızımı rüyalarımda görüyorum oğlum. Keşke dediğin gibi olsa...
-Rüyalarında değil, karşınızda göreceğiniz gün yakındır! O zamana kadar bana ne cevap verceksiniz onu düşünseniz bence daha iyi edersiniz. Şimdilik hoşça kalınız.
Ferhatın, acele adımlarla bahçe kapısına kadar gidişini endişeli gözlerle izleyen Leyla hanım:
-Nedir bu sevdiklerimin başına gelenler, Zernişanım gitti; Bu da aklını oynattı. Allahım, sen Yusufumu bana bağışla ya Rabbim.
Ferhat vakit kaybetmeden Edirnenin yolunu tuttu. İki gün adının Gökçe olduğunu söyleyen kızı aradı. Bulamayınca üçüncü gün İstanbula dönerken kendi kendine konuşuyordu: Ben bir hayal mi gördüm yoksa? Hayır hayal değil, gerçeğin ta kendisiydi. Bu gün olmasa yarın, bilemedin bir hafta içinde seni mutlaka bulurum Zernişan. Arabasının plakasına bakmayı o an nasıl da düşünemedim. Şimdi elimdeki tek ipucu kırmızı renkli araba. Bir de gittiği istikamet. Beni şaşırtmak için yolunu değiştirmiş olabilir mi acaba? Sanmam, olayın şokundayken aklına böyle bir şey gelmiş olamaz, eminim ki; o anda düşündüğü tek şey benden bir an önce kaçıp kurtulmak olmuştur.
Gökçe iki boyunca dışarıya adımını atmadı. Bunu küçük kazaya annesinin gösterdiği aşırı tepkiye yoran babası da fazla üstelemedi. Akşam üzeri alışverişe çıkmak istediklerini söylediklerinde gitmek istemeyen Gökçeye annesi:
-İnadın tuttu yine dedi. Gelmek istemiyorsan sen bilirsin, kal evde.
Evde yalnız kalan Gökçe elindeki kartla yarım saate yakın dolanıp durdu: Hayır, yapamam diyordu. İlk kez ben bir erkeği arayacağım Bu nasıl heyecan be... kendime şaşırıyorum. Beni arayanlar da benim şu anda hissettiklerimi, hissetmiş midirler acaba? Ne demişler: Gülme komşuna gelir başına! Yok canım, olamaz. Ne diye kollarımdan öyle tuttun ki be adam! Ya bileğime yapışmana ne demeliyim? Beni çekiştirmesi niçin hoşuma gitti ya? Arasam mı acaba, yerinde midir? Ne olacak canım sesini duyar kapatırım. Elini telefona her uzatışında kalbinin sesini duyar gibi oldu. Kulaklarından ateş çıktığı hissine kapıldı. Bana ne oluyor böyle? Korkuyla karışık bir heyecan bu!
Gökçenin eli bir saate yaklaşan tereddütten sonra ahizeyi kaldırarak numarayı çevirdi. Karşı taraftan:
-Ben doktor Ferhat efendim, buyurun... cümlesini duyunca nefesini tuttu. Ferhat iki kez: Alo, alo... dedikten sonra yanıt alamayınca telefonu kapattı.
Gökçe duyduğu sesin bileğine yapışan kişiye ait olduğunu anlayınca, elindeki kartın da gerçek olduğuna şüphesi kalmadı. Heyacanının yatışmasını bekledi, bir müddet düşündükten sonra İstanbuldaki arkadaşını aradı. Karşılıklı hal hatır sormadan sonra:
-Nilaycığım anlatacaklarım seni şaşırtmasın dedi. Beni iyi dinle. Sana bir adres vereceğim. Nişantaşında bir doktor... Birkaç gün önce buraya gelmişti. Beni görünce afalladı...
-Kim afallamıyor ki şekerim...
-Bırak bunları şimdi! İyi dinle: Beni ölen sevgilisi sanıyor. Deli gibi yakama yapıştı! Zor kurtuldum adamın elinden. Bir taraftan da acıdım sanki... Ne bileyim tuhaf oldum işte!
-Ee, sonra?
-Sonrası yok. Kaçıp kurtuldum elinden ama dedim ya bir taraftan da acıdım adama...
-Acıdın! Sen mi acıdın adama? İnanmam.
-Doğru söylüyorum kız. Anla işte... Sen yarın ne yap biliyor musun? Vereceğim adrese git doktoru bir gör bakalım. Bir şey öğrenebilirsen sonra beni ararsın?
-Vallahi ben de meraklandım bu işe, annemle beraber gitsek daha iyi olmaz mı? Hem annem de çoktandır kâlbinden şikayetçi...
-Bence böylesi daha iyi olur.
-Tamam o zaman, biraz bekle kalem kağıt getireyim...
Nilay ertesi gün erken saatlerde annesini Nişantaşına götürdü. Kadın gördüğü ilgi ve muayeneden memnun kalmıştı. İçtiği ilk tabletten yarım saat sonra çarpıntısının geçmesi üzerine, kendisiyle aynı şikayetleri olan iki arkadaşını telefonla aramaktan geri durmadı.
Gökçenin sabırsızlıkla beklediği telefon akşam üzeri geldi. Nilayın sesini duyar duymaz:
-Çabuk anlat kız dedi, öldürdün beni meraktan.
-Sakin ol şekerim, Hepsini bir bir anlatacağım.
-Ne yaptınız, doktoru gördün mü?
-Anlatayım: Annemi doktorun muayenehanesine götürdüm. Bizden önce sıra bekleyen üç kişi daha vardı. Aralarında konuşuyorlardı. Çok iyi bir doktor olduğunu ancak eskisi gibi düzenli çalışmadığından yakınıyorlardı. Annemi muayene etti. Yazdığı ilaçlar etkisini hemen gösterdi.
-Doktor nasıldı peki? Öyle garip davranışları falan var mıydı?
-Bize gayet iyi davrandı, senin düşündüğün gibi öyle deliye falan benzemiyordu. Bence çok da yakışıklı...
-İstanbula geliyorum yarın, hareket etmeden önce ararım seni. Karşıla beni terminalde, tamam mı?
-Yesinler senin devrik dilini, bana da bulaştırıp gidersin yine. Sabırsızlıkla bekliyorum.
Otobüs terminalinde Gökçeye sarılan Nilay:
-Biliyor musun, senin bir erkeğin peşine düşüp geleceğini rüyamda görsem inanmazdım! dedi. Gökçenin sesi heyecanını ele vermeye yetip de artıyordu bile:
-Öyle değil şekerim, benimkisi merak dedi. Tuhaf bir şey, sadece merak da değil, acıma gibi bir şey var içinde. İnanmayacaksın ama o sesi daha önceden duymuşum gibime geliyor.
-Sakın bu ilk görüşte aşk olmasın?
-Daha neler...
-Gözlerin öyle söylemiyor ama, senin daha önce hiç böyle baktığını görmedim. Göreceğiz bakalım... Bir araba tutalım hemen eve gidelim. Annem yemekleri hazırlamıştır.
-Önce şu doktoru gidip görelim, eve sonra gideriz.
İki arkadaş, terminalden tuttukları arabayla Nişantaşına geldiler. Muayenehane kapalıydı. Sağa sola bakınan Gökçe:
-Şu ilerideki pastanenin önünde oturan adama soralım bakalım, doktorun ne zaman gelecek belki biliyordur.
Başını gazeteye gömmüş olan Hilmi bey, sesleninceye kadar gelip önünde duran kızların farkında olamadı. Nilayın:
-Bir saniye bakar mısınız? Şu doktoru soracaktık, iş yerini saat kaçta açıyor? demesiyle başını kaldırmadan gözlüğünün üstünde Nilaya baktı:
-Belli olmaz dedi, bu aralar açmadığı günler de oluyor.
-İki gün önce annemi getirmiştim. Bir şey soracaktık, beklesek gelir mi acaba? Nilay yanıt beklerken Gökçeyi fark eden Hilmi bey kaşlarını kaldırarak gözlerini iri iri açtı:
-Hayal görüyorum! diyerek ayağa fırladı. Gazetesini elinden atarak, gözlüğünün üstünden başparmaklarıyla gözlerini oğuşturdu. Tekin değilsin sen, çekil karşımdan! tekin değilsin. diyerek içeriye kaçmak isterken; gözündeki okuma gözlüğün çıkarmayı unuttu. Bulanıklaştığı için pek fark edilemeyen eşiğe takılan ayağıyla pastanenin içine kapaklandı.
Ne olduğunu anlayamayan Gökçe, Nilayı kolundan çekerek sordu:
-Bu adam ne oldu be, cin çarpmışa döndü böyle? Adamın haline gülmemek için kendisini zor tutan Nilay:
-Benimle konuşurken bir şeyi yoktu şekerim dedi, ne olduysa seni gördükten sonra oldu.
Gökçenin Ferhatı bulmak için İstanbula geldiği gün, Ferhat da Edirnede Zernişanı arıyordu. İki gün boyunca Zernişanın izine rastlamayan Ferhat, pazar günü akşama doğru muayenehanesine döndü. Annesine dönüşünü haber vermek için elini telefona uzatırken telefonu çaldı. Ahizeyi kaldırıp kendisini tanıttı. Arayan, heyecanlı ve sitemli bir sesle:
-İki üç gündür sizi arıyorduk doktor bey dedi. İş yerinize geldik kapalıydı.
-Edirnedeydim, bir işim vardı. Henüz döndüm. Sorun nedir?
-Bir arkadaşım sizinle görüşmek istiyor. Lütfen muayenehanenizden ayrılmayın. Hemen çıkıp geliyoruz. Bir saat içinde orada oluruz. diyerek telefonu kapatan Nilay gülerek Gökçeye göz kırptı:
-Seninki gelmiş dedi, hemen çıkalım.
Hasta geleceğini sanan Ferhat, bekleme salonunun ışıklarını yakmış odasında bekliyordu. Ferhatın odası giren Nilay:
-Doktor bey, bir arkadaşımı getirdim dedi. Sizinle görüşmek istiyor, gelsin mi? Nilayı tanıyan Ferhat:
-Anneniz nasıl oldu efendim? diye sordu. Nilay annesinin memnuniyetini, selamlarını ve teşekkür ettiğini Ferhata söyledikten sonra:
-Arkadaşım gelsin mi? diye sordu. Ferhatın:
-Buyursun efendim. demesinden sonra salona çıkarak Gökçenin kolunu tuttu.
-Sen titriyorsun şekerim dedi, geç bakalım seni bekliyor! Gökçe sessizce içeriye süzülürken, Nilay kapının yan tarafına geçti, filmlerde seyredemeyeceği bu sahnenin hiçbir ayrıntısını gözden kaçırmaya niyeti yoktu:
Gökçe, öne eğik başı ve tedirgin adımla odaya girerek masanın iki adım önünde durdu. Başını yavaşça kaldırıp Ferhatla göz göze geldiği andan itibaren bakışlarına söz geçiremedi. Manyetize olmuş gibi iradesini kaybeden bakışlarını kaçıramadı. Ferhatın da nefesi kesilmiş, donup kalmıştı. Abant gölündeki yaz esintisi, Yıldız dağlarındaki bülbül sesleri ile birlikte sanki odaya dolmuş, zaman durmuştu. Ne Ferhat, ne de Gökçeden en ufak bir hareket göremeyen ve sabırsızlanan Nilay: İkisi de put kesildi, nutku tutuldu bunların! diye içinden geçirirken Ferhat özlem dolu bir sesle:
-Zernişan! diyerek yerinden doğruldu. Seni gökte ararken yerde karşımda buldum. Rüya mı görüyorum? Hayal mi yoksa!
Ferhatın konuşmaya başlamasıyla Gökçe yaprak gibi titrediğini, başının dönmeye başladığını, ayakta duramayacağı hissine kapıldı. Nilayın şaşkın bakışları arasında kollarını yana açan Ferhat, yere düşmek üzere olan Gökçeye sarıldı. Bir dakikaya yaklaşan bu sarılma esnasında Gökçeyi yağrağa çeviren titremeden Ferhat da nasibini aldı. Gözlerine inanamayan Nilay:
-Aman Allahım bunlara büyü yapılmış! diyerek odaya girdi.
Birlikte düşmek üzere olduklarını anlayan Gökçe boynunda yakıcı nefesi ve göğsünde kâlp atışlarını hissettiği Ferhatı kendisinden uzaklaştıracak gücü bulamayınca kısık bir sesle:
-Beni bırakır mısınız doktor bey diyebildi, lütfen...
Gökçenin bedeninden kollarını çözen Ferhat, ellerinden tutarak genç kızı koltuğa oturttu. Yerine geçerek Gökçenin bir şeyler söylemesini bekledi. Vücuduna yayılan ateş, kuş gibi çarpan kalbi ve dağılan aklıyla kızın konuşmaya mecali yoktu. Gökçenin kısa kesilmiş saçlarına gözleri takılan Ferhat:
-Zernişan yüzüme bak dedi. Evlendin mi yoksa? Başını yerden kaldıramayan Gökçe:
-Evli de değilim, sizin aradığınız Zernişan da değilim dedi. Ne oldu sevdiğinize lütfen anlatır mısınız? Ferhat duymak istemediği bu sözler üzerine:
-Baba böyle davranma Zernişan. Edirnede söyledim: Yabancı iki insan gibi resmi konuşmayalım.
-Ben değilim aradığınız kişi doktor bey! Şikayetçi olmadığınız o kazaya teşekkür borcumu ödemek için kalkıp geldim Edirneden buraya kadar.
-Devrik cümlelerle konuşuyorsun, saçlarını kestirmişsin, giyim tarzını değiştirmişsin... Söyler misin, bütün bunlar niçin Zernişan? Bir yıldır ne yapıyorsun, bir açıklaması olmalı bunun.
-Anlatamıyorun be! Zernişan ben değilim! Adım Gökçe diyorum size. Sizin Zernişan dediğiniz kız ne oldu? Parmağını Gökçeye uzatan Ferhat sesini yükseltti:
-Karşımda işte! Kendisi bile kendisini inkar edecek hale gelmiş, daha ne olsun?
Konuşmaları sessiz sedasız dinleyen Nilay söze karıştı:
-Siz anlaşamayacaksınız galiba, baksanıza her biriniz ayrı telden çalıyor. Doktor bey, beni dinler misiniz lütfen? Gökçe benim çocukluk ve okul arkadaşım. Biz Edirneden İstanbula taşınalı iki yıl bile olmadı. İçtiğimiz su ayrı gitmezdi. Arkadaşımın adı Gökçe. Siz niçin Zernişan diye ısrar ediyorsunuz?
Odadaki Nilayın farkına varan Ferhat genç kızı kuşkulu bir şekide süzdükten sonra Gökçeye:
-Kendine bir de tanık bulmuşsun dedi. Bu hiçbir şeyi değiştirmez. O telefon konuşmaları aklımdan silinmedi Zernişan. Sözde hasta yatağındayden kasete kaydedip gönderdiğin mektup ve şiiri evde sakladım. Kendi sesini de inkar edemezsin ya! Önünde durduğun sihirli aynamız, resmin, odanda bıraktığın kazağın... hangisini sayayım? Her şey bıraktığın gibi duruyor. Gökçe konuşmanın bir neticeye varamadan uzayıp gideceğini anlamıştı:
-Bir şey anladım bu saydıklarınızdan dedi; ispat edin söylediklerinizi, inanayım! Nilay da baş işaretiyle Gökçenin söylerini onaylayınca Ferhat masadan doğruldu.
-İspatlayalım o halde dedi, siz de buyurun sevgili tanık, hep beraber gidelim. Bakalım bir itirazınız kalacak mı?
Bilge hanım mutfakta akşam yemeğini hazırlamakla uğraşıyordu. Gökçe ve Nilayı salona alan Ferhat mutfağa gelerek:
-Zernişanı getirdim anne dedi. Öldü dediğiniz kız salonda şimdi. Hafızasını kaybetmiş gibi davranıyor, iyi mi! Gel de gözlerinle gör.
Gözlerini kısarak Ferhatı süzen Bilge hanım aceleyle ellerini yıkayıp, kuruladı. Telaşlı adımlarla geldiği salonda Gökçeyi görür görmez:
-Fesuphanallah! diyerek boş bir çuval gibi halının üstüne düştü.
Annesinin bileğinden nabzını kontrol edip, kaşlarının arasına iki kez parmakla vuran Ferhat:
-Bayıldı! dedi.
Olup bitene bir anlam veremeyen Gökçeye nazaran Nilay daha sakindi. Bilge hanımın ayılması için Ferhata yardım ederken bir taraftan da Gökçe şaşkın haline bakıyordu. Bilge hanım kendisine gelir gibi olduğunda koltuğa taşıdılar. Derin bir rüyadan uyanmış gibi etrafına bomboş bakınan kadının gözleri Gökçeyle tekrar buluştuğunda yüzü yeniden sarardı. Başı arkaya düşerken, siyahı alnına kayan gözleri açık kaldı; gördüğüne çehreye inanamayan kadıncağız ikinci kez bayılmıştı! Ferhat şaşkınlığından ne yapacağını kestirmeyen Gökçenin elinden tuttu:
-Benimle gel, ayıldığında seni tekrar görmesin dedi. Bilge hanıma acıyan bir bakış fırlatan Nilay da peşlerine takıldı. Mutfaktaki masanın bir sandalyesini çeken Ferhat Gökçeyi oturttuktan sonra:
-Annem birazdan kendine gelir. Siz oturup bekleyin. Annem ayıldığında odanın anahtarını isterim dedikten sonra salona geçti.
Gökçenin karşısındaki sandalyeyi çekerek oturan Nilay kısık sesle:
-Neler oluyor kız? diye sordu. Seni gören gerçekten de cin çarpmışa dönüyor!
-Resmen zombiye döndü kadın be! Anlamadım bir şey. Bir anahtardan söz etti doktor. Ne anahtarı, bir şey anladın mı sen?
-Vallahi ben de bir şey anlamadım şekerim. Korkmaya başladım. Keşke gelmeseydik. Bize bir tuzak falan kurmasın bunlar? Hazır kendi dertlerine düşmüşlerken kaçıp ellerinden kurtulalım derim!
-Bunların kendisine bile hayrı yok be! Bize ne zarar versinler. Bekleyelim bakalım, ne anahtarıymış, neyi ispat edecekmiş görelim!
-Bak ne diyeceğim: Bunların aklı başına gelip de bize bir şey ikram etmeye kalkışırlarsa, sakın burada bir şey yiyip içmeyelim. Olur ki içine ilaç falan katarlar, tamam mı?
-Sanmam, düşmüşler kendi dertlerine baksana. Neyi ispat edeceklerse ispatlasınlar gidelim. Dilim damağım kurudu sanki. Musluk suyuna da ilaç katacak değiller ya, içeyim şuradan bir bardak su.
Annesini ayıltan Ferhat, odanın anahtarını sordu. Aklı karışan Bilge hanım bir müddet düşündükten sonra:
-Anahtar benim odamda dedi. İkinci çekmecedeki kutunun içinde.
Anahtarı alıp mutfağa gelen Ferhat:
-Zernişan gelir misin? dedi. Gerçeklerle yüzleşme vakti geldi. Gökçeyle birlikte Nilay da yerinden kalktı. Bir yıl önce kapısı kilitenen Zernişanın odası şaşkınlıkların damgasını vuracağı sahne için açıldı. Havasız kalan odanın pencesini açtıktan sonra, Gökçenin kolundan tutarak Zernişanın at üzerindeki resmini gösteren Ferhat:
-Bak bakalım Zernişanım dedi, mazide kalan bu sahneyi hatırlıyor musun?
Gökçe, at üstünde ufukları tebessümle süzen Zernişanın saçlarının rüzgârla dalgalandığı ve tüy hafifliğinde ak bir bulut parçasının gökyüzünün mavi enginliğine kanat vuruşu anını ölümsüzleştiren resmiyle büyülenmişti.
-Ben bu resmi ne zaman çektirmişim ki! dedi. Hiç hatırlamıyorum. Ben ömrümde hiç ata binmedim be, bu resim ne böyle? Nilay da gözlerine inanamamış Gökçenin yüzüne kuşkuyla bakarak ancak:
-Kız... diyebilmiş ve ağzı açık kalmıştı! Resimdeki kızın uzun saçlarına bakan Gökçe:
-Ben saçlarımı hiç bu kadar uzatmadım ki... dedi. Büyülü müdür bu ev nedir? Perilerin ocağı mıdır, nedir? Garip şeyler oluyor, inanılmaz şeyler görüyorum. Ben bu güne kadar hiç ata binmedim. Sihir bu!
-Sihir mi dedin? diye soran Ferhat, Gökçeyi aynanın karşısına çekerek: Belki bu ayna sana bir şeyler hatırlatır dedi. Geçmişi düşünerek bak bakalım!
Gökçe güzelliğine güzellik katan altın varak ayna karşısında büyülenmiş gibi kendi yansımasını süzdü.
-İnsanı olduğundan başka gösteriyor, büyülü bu ayna! Ne oluyor be...
Gökçenin sözleriyle meraklanan Nilay:
-Şu aynaya ben de bir bakayım, kerameti neymiş görelim bakalım diyerek Gökçeyi diğer kolundan çekiştirdi. Nilay şaşkın bir halde aynada yüzünü seyrederken Gökçenin gözbebeklerine ısrarla bakan Ferhat:
-Bir şeyler hatırlıyor musun? diye sordu. Gökçeden:
-Hayır söyledikleriniz ve gördüklerimle ilgili olarak hatırlayabildiğim net bir şey yok ama bana tuhaf geldi bütün bunlar. Yatağın üzerine hatıra kalan Zernişanın kazağını eline alan Ferhat:
-Peki ya şu kazağını... Hatırladın mı? Buraya geldiğinde unutmuştun hani...
-Benim değil! Gökçeyi iki kolundan tutarak yatağın üstüne oturtan Ferhat:
-Otur ve sakince hatırlamaya çalış dedi.
Gökçenin gördükleri ve işittikleriyle iligi olarak net hatırladığı bir şey yoktu, aksine hatırlamaya çalıştıkça zihni bulanıklaşıyordu. Duvardaki resme uzun uzun bakıp düşündü. Hayır, ömründe hiç ata binmemişti, saçlarını da hiçbir zaman bu kadar uzatmamıştı. Resmin etrafında duvara yazılı şiiri okuduktan sonra Ferhata sorgulayan gözlerle:
-Bu şiir? ... dedi. Ferhat:
-Hatırladın mı, sana yazdığım ilk şiirdi. Hani sonra bir şiir daha yazmıştım. Peki sen bana yazdığın şiiri hatırladın mı?
-Ben kimseye şiir yazmadım.
-Şiirini kendi sesinden dinleteyim isteren, belki hatırlamana yardımcı olur. diyen Ferhat odadan çıkıp elinde küçük bir teyple geri döndü:
Geceler boyu sesini dinleyip ağlamıştım. Kendi sesini de inkâr edemezsin ya... diyerek kaseti başa sardıktan sonra düğmesine bastı. Gökçe duyduğu sese ve söylenenlere inanamadı, şöyle diyordu:
Efendim, mektubunu okudum. Yanıtlamak isterdim ancak kalemi uzun müddet elimde tutamayacak kadar güçsüzdüm. Dileğim bu konuşmayı tamamlayıncaya kadar nefesimin tükenmemesi. Çok halsiz kaldım.
Mektubunda sana adınla hitap etmediğimi sitem ederek belirtmişsin. Sana hep Efendim dedim. Çünkü gönlümün tek efendisiydin ve öylece de kaldın.
İçime öyle doğuyor ki; sen bu sesimi dinlerken belki de ben gitmiş olurum. İyileşeceğimden kendim de umut kestim. Kullandığım ilaçlar ve rahatsızlığım beni çok halsiz düşürdü. Günden güne eridiğimi hissediyor ve görüyorum. Senin geldiğin gün aslında görüşmek isterdim. Seni düşündüğüm için kabul edemedim. Benim bu halimi görmeni istemedim. Çünkü çok üzülürdün.
Seni ne kadar sevdiğimi en iyi Allah biliyor. Onun için dileğim: Bu dünyada yarım kalan aşkımızın Mahşer gününde devam etmesidir. Artık iyileşmek için değil, bunun için dua ediyorum.
Seni bu halde bıraktığım için dileyeceğim hiçbir özür hislerimi tam olarak anlatamaz.
Sana da çok teşekkür ederim. Bana bu dünyanın güzelliklerini gösterdiğin için. Acılarımı, gezdiğimiz yerlerin hayalini gözlerimin önüne getirerek hafifletiyorum. Biliyor musun, bana kopardığın kekiklerin kurudukları halde kokusu hâlâ gitmedi. Gözlerimi kapatıp kokladıkça gezdiğimiz yerleri hayalimde tekrar dolaşıyorum. Bülbüllerin seslerini de duyuyorum.
Senden rica etsem o göle kış mevsiminde gider misin? O an gözlerinle aynı manzarayı ben de göreceğim. Bahar olunca bir defa da bülbüllerin sesini dinlemek için ormanımıza git olur mu? Ama sadece bir kere. Çünkü her gidişinde üzülürsün, bunu istemem.
Bana yazdığın şiirler ezberimde benimle birlikte gelecekler. Bir şeyi merak ediyorum. O şiirler mahşerde de ezberimde kalırlar mı? Kalacaklarını düşüyorum. Ben de rahatsızlandıktan sonra senin için hastanede yazmaya başladığım şiiri evde tamamladım. İnsan kendi şiirlerini de ezberler mi? Sana yazdığım için ezberledim işte. Yarım kalan aşkımıza ithaf ettiğim şiiri merak ediyor musun? İnsanın sevdine şiirle veda eymesi, ne şansızlık değil mi? Arafa kalan aşkımın şiiri şöyle...
Aşkın Veda Zamanı
Kaderden bir yazı ki; silemez cümle alem,
Siyah üstüne siyah... Nasıl yazdıysa kalem!
Bilir misin sevgili; öksüz yazarlar beni
Feryadımın şerhini sayfaya işlemeden.
Hızı insafa gelse, yönü nazarlar beni
Bahtıma deli rüzgâr koptu keşişlemeden!
Umutlarım savrulmuş yedi ayrı iklime;
Günüm, çölde serabın peşinde sürüklenir,
Gecem, her iki kutbun ayazını yüklenir!
...
Gökçe gerisini dinleyemedi, Boğazına düğümlenen hıçkırık konuşmasına da fırsat vermeyince çırpınmaya başladı. Nilay telaşla Gökçenin kollarından tutarak ayağa kaldırmaya çalışırken Ferhata bağırdı:
-Öyle dikilip durmasanıza! dedi. Görmüyor musunuz arkadaşım fenalaştı, hemen dışarı çıkaralım.
Ferhat ve Nilayın desteğiyle salona alınan Gökçeye kolonya koklatılarak kendine getirilebildi. Ferhatın artık yapabileceği bir şey kalmamıştı. Sakin bir sesle Gökçeye sordu.
-Kendi sesini dinlerken niçin fenalaştın? Yoksa: Bu ses de bana ait değil! mi diyeceksin. Gökçe üst üste derin nefes alıp biraz düşündükten sonra yanıt verdi:
-Ses kendi sesim. ama ben zaman bunları hiçbir zaman söylemedim.
-Peki ya resim... Resim senin değil mi, ona de diyeceksin?
-Benim resmim ama ben hiç ata binmedim ki... Kendim de şaşırdım. Aklım karıştı be! Tuhaf bir şeyler oluyor bana. Dışarı çıkmak istiyorum, hemen...
Ayağa kalkarak tereddütsüz bir şekilde salondan çıkan Gökçeyi Nilay da takip etti. Bilge hanımın gözlerine bakan Ferhat da, annesinin:Sen de git! işaretiyle peşlerine takıldı.
Dışarıda derin bir nefes alarak kendine gelmeye çalışan Gökçenin koluna giren Nilay:
-Ee.. Ne yapacağız şimdi? diye sordu.
-Bilmiyorum, kafam iyice karıştı diyen Gökçe elindeki küçük teybi Ferhata gösterdi: Elimde unutmuşum dedi, bu bende kalabilir mi? Ferhat:
-Sakıncası yok dedi kalabilir, yeter ki unuttuğun geçmişini hatırlamana yardımcı olsun.
-Geçmişimi unutmadım. Sadece bu olanlara aklım ermedi! Muayenehaneye doğru yürürlerken Ferhat:
-Zernişan, anneni hatırlıyor musun? diye sordu. Kendisini nisbeten toparlamış gibi görünen Gökçe kesin bir dille:
-Hatırlıyorum tabi dedi. Edirnede emekli edebiyat öğretmeni Yıldız hanım... Başka bir sorunuz?
-Leyla hanımı hatırlıyor musunu?
- O da kim?
-Kendi öz anneniz. Aniden duruveren Gökçe:
-Yeniden başa döndük! dedi. Benim başka annem de mi var?
-İnanmıyorsan gidip onu da görelim. Bence o zaman daha iyi hatırlarsan. Gökçenin düşünmeye başladığını gören Nilay isyan etti:
-Daha neler... dedi. Gidelim de kızcağız bu kez tamamen şoka girsin öyle mi? Hayatta olamaz! diyerek Gökçenin koluna yapıştı. Gökçe beklenmedik yanıtla Nilayı şaşkına çevirdi:
-Olur dedi! neyse bu bilmece çözülsün. Ya ben de bunlar gibi olurum, ya da bu meraktan kurtulurum, gidelim.
Ferhat muayenehaneden ilk yardım çantasını aldıktan sonra yolda durduğu ticari bir araçla, Gökçe ve Nilayı akşamın alaca karanlığında Nurbanu hanımdan Leyla hanıma miras kalan evin önüne getirdi. Kapıyı açan bahçıvan Ferhatın elindeki ilk yardım çantasına bakıp:
-Hayırdır inşallah dedi. Bir şey mi oldu doktor bey? Ferhat kısa konuştu:
-Hayırdır. Leyla hanımla görüşmek istiyoruz.
Ferhatın gerisindeki Gökçeyi fark eden bahçıvan gözlerini iri iri açarak boynunu uzatırken aniden dehşete kapılıp korkuyla:
-Aman Allahım! diyerek eve koşturdu. Ferhat beklemeye gerek görmeden:
-Eve girelim dedi, bence bu adamın geriye dönecek kali kalmamıştır. Ben Leyla hanıma haber vermeden aniden kadına görünmek yok, anlaşıldı mı? Yoksa Onun da durumu annemden pek farklı olmaz. Birbirinin gözlerine bakan Gökçeyle Nilay: -Peki! diyerek Ferhatı takip ettiler. Kapı önüne gelen Ferhat, Gökçeyle Nilayı yan tarafa çekerek:
-Ben sizi almaya gelmeden sakın içeriye adımınızı atmayın anlaşıldı mı? diye tembihledikten sonra içeriye girdi.
Nutku tutulan bahçıvan el işaretleriyle Leyla hanıma bir şeyler anlatmaya çalışıyor ancak heyecandan başaramıyordu. Bahçıvandan umut kesen Leyla hanım temkinli adımlarla yaklaşan Ferhatı görünce salonun ortasına kadar geldi.
Biraz sonra olacakları tahmin eden Ferhat, Leyla hanıma sakin bir sesle:
-İyi akşamla Leyla hanım dedi. Sizden sakin olmanızı rica edeceğim. Lütfen heyecanlanmayınız, olur mu? Olağanüstü bir durumla karşılaşacağı içine doğan Leyla hanım:
-Ne oldu oğlum? diye sordu. Bahçıvanın dili tutulmuş, bana işaretle bir şeyler anlatmaya çabalıyor.
-Lütfen siz koltuğa geçip şöyle rahat oturun anlatacağım.
Leyla hanım heyecan ve merakla koltuğuna oturduktan sonra, ilk yardım çantasını koltuğun yanına bırakan Ferhat ayakta titreyen bahçıvanın koluna girerek Onu da yanındaki koltuğa oturttu. Leyle hanım telaşlanmıştı:
-Ferhat oğlum, bütün bunlar bu ne demek oluyor? diye sordu. Ferhat başarabildiği kadar sakin bir sesle.
-Yerinizden kalkmayın lütfen, birazdan size Zernişanı getireceğim! Leyla hanımın yüzünde zorraki acı bir tebessüm dolaşır gibi oldu. Yutkunurak:
-Yavrum, Zernişanım öldü! dedi. Kaç defa söyliyeceğim sana...
-Tamam, siz sakin olun diyerek dışarı çıkan Ferhatın kolundan tutarak getirdiği Gökçeyi salonun ortasına gelince tanıyan Leyla hanım tiz bir çığlık attı:
-Zernişan, yavrum! diyerek koltuktan fırladı ve fırlamasıyla birlikte bayılıp koltuğa yığılması bir oldu. Ferhat telaşsız bir şekilde çantasından aletlerini çıkarıp Leyla hanımı muayene ettikten sonra sakinleştirici bir iğne yapmayı ihmal etmedi.
Gökçe ve Nilay, Ferhatın işaretiyle birer koltuğa oturup sessizce Leyla hanımın ayılmasını beklediler. Yarım saat sonra gözlerini aralayan Leyla hanım:
-Rüya görüyorum! dedi. Zerişanı görüyorum. Arada bir gözlerini açıp Gökçeyi süzdükten sonra bulanıklaşan şururuyla okumaya çalışırken birbirine karıştırdığı dualar arasında: Aman Allahım nasıl olur? Bu ne biçim rüya... Hayal mi görüyorum yoksa? ... diye tekrarlayıp durdu.
Salona sessizliğin çöktüğü, herkesin ne konuşacağını bilemediği esnada; top oynamaktan geç döndüğü için çekinerek içeri giren Yusufun gözleri önce annesine takıldı. Geciktiği için işiteceği azar gelmeyince Ferhata ve bahçıvana baktı. Onlardan da bir ses çıkmayınca başını yana çevirdiğinde Gökçeyi görünce; iki eliyle önünde tuttuğu küçük valizi: Pat! ... diye yere düşürdü:
-Ablam, canım ablam diye haykırarak Gökçeye koşmak isterken önündeki valize takılıp yere yuvarlanırken Gökçe:
-Yusuf! diye bağırarak yerinden fırladı. Yusufu yerden kaldırarak: Canım benim dedi, bir yerin acıdı mı? İzleyenlerin donup kaldığı bu sahneden sonra ilk konuşan Ferhat oldu:
-Hele şükür dedi, nihayet kim olduğunu hatırlamaya başladı!
Gördüğü sahne karşısında şaşkına dönen Nilay söyleyecek tek kelime bulamadı. Yerinden kalkan Ferhat Gökçenin elini tutarak:
-Geçmiş olsun Zernişan dedi, her şeyi hatırlıyorsun artık değil mi? Gökçe buz gibi bir sesle:
-Ben Zernişan değilim ki... dedi. Hiddetlenmeye başlayan Ferhat yüksek sesle:
-Sen Zernişan değilsen, bu çocuğun ismini nasıl biliyorsun peki? diye sordu. Niçin: Yusuf! diye bağırdın öyleyse? Ağlamaya başlayan Gökçe yemin ederim nasıl oldu ben de bilmiyorum! İçime mi doğdu, ne oldu ben de anlayamadım! Kendiliğimden bağırmışım. Yemin ederim farkında değilim. Ne olur inanın bana!
Gökçein acınacak haline dayanamayan Nilay isyanla:
-Yeter artık! diye bağırdı. Bu oyuna bir son verelim. Fazla oldunuz siz artık. Gökçenin kolundan tutarak: Kalk kız gidiyoruz dedi. Daha fazlasına tahammül edemem. Bu oyun burada bitsin artık.
Gökçenin kıpırdayacak hali kalmamıştı. Nilayın yardımıyla kalkmaya çalışırken Yusuf ablasının kucağına atladı:
-Hayır! diye bağırdı. Ablamı kimseye vermem. Okulu kazandığı için geri geldi. Yusufun kollarını çözmeye çalışan Nilay:
-Sen hangi okuldan bahsediyorsun çocuk? diye kızdı. Ne okulu? Bırak kızı... Yusuf, Gökçeye yapışmış ağlamaklı sesiyle:
-Ablam üniversiteyi kazandı dedi. Kâğıdını sakladım. İnanmıyorsanız hemen getirip göstereyim.Yusufun son cümlesini, çocuğu Gökçeden ayırmak için fırsatı olarak gören Nilay:
-Git getir bakayım çocuk dedi, ne kâğıdıymış bu görelim. Yusuf odasına koşarken Nilay, arkadaşını ayağa kaldırdı. Gökçe elleriyle gözlerini silmeye uğraşırken, Yusuf bir yıldır sakladığı sınav sonuç belgesini kaşla göz arasında getirip Gökçeye uzattı.
Sınav sonuç belgesini Nilayla birlikte inceleyen Gökçe, henüz dinmeyen hıçkırıkları arasında:
-İnanamıyorum dedi, benimle aynı yıl sınava girmiş. Benim isteyip de kazanamadığım bölümü kazanmış!
Belgeyi Gökçenin elinden çekip Yusufa geri uzatan Nilay:
-Çok geç oldu dedi, biz gidelim artık. Yusufun Gökçeyi bırakmaya niyeti yoktu:
-Hayır, ablam evde kalacak. diye itiraz ederek yeniden Gökçenin beline sarıldı.
Nilayın, Yusufun kollarını Gökçenin belinden çözemeyen birkaç başarız denemesinden sonra salona hüzünlü bir sessizlik çöktü. Kimse nasıl davranması gerektiğini bilemiyordu. Kendi elleriyle toprağa verdiği kızını bir yıl sonra dipdiri olarak karşısında bulmanın yarattığı şok ve sakinleştici ilacın etkisiyle aklı darmadağın olan Leyla hanım, bu akıl almaz trajediyi zebun gözlerle izliyordu. Yitik sevgilisini bulmanın sevincinden, aklını kemiren: Bu kız yoksa gerçekten Zernişan değil mi? kuşkusuyla yeniden yitirecek olmanın endişesine kapılan Ferhat da sonu belirsiz bir boşlukta asılı kalmıştı. Sinek uçsa kanat sesinin duyulacağı sessizliği Yusufun saçlarını okşayan Gökçe bozdu:
-Söz veriyorum Yusuf, geri geleceğim dedi. Gitmeden önce ablanın resimleri varsa getir bir bakayım. Gökçenin belinden kollarını çözen Yusuf koşarak aile albümünü alıp getirdi. Gökçe, Zernişanın bebekliğinden itibaren çekilip özenle korunmuş resimlerine sırayla bakarken Ferhat ve Nilay da başına dikilmişti. Zernişanın resimlerini on dakika kadar inceleyen Gökçe:
-Kendim de inanamadım dedi, gördüklerim kendi resimlerime tıpatıp benziyor ama ben değilim resimlerdeki kız.
Yusuf resimleri geri götürken geçen zamanın farkına varan Nilay:
-Annem meraktan ölmüştür dedi, bir telefon etseydim bari, nerde bu bu telefon? Kimseden bir ses çıkmayınca Gökçe:
-Telefon üst katta! dedi. Salondakilerin kuşkuyla bakışmalarına sebep olan bu cümle üzerine Nilay:
-O zaman gel de telefonu göster diyerek Gökçeyi ayağa kaldırdı. Telefonun bulunduğu odaya girer girmez: Sen bu evde daha önce yaşamadığına emin misin? diye sordu. Gökçe kendisiden emin bir şekilde:
-Bu eve ilk geldim, biliyorsun sen...
-Hayır, ben hiçbir şeyi bilmiyormuşum. Söyle bakalım: O çocuğun adının Yusuf olduğunu nereden biliyordun?
-Bilmiyordum, dedim ya: İçime doğdu!
-Ya demek öyle! ... Peki telefonun bu odada olduğunu nasıl bildin o da mı içine doğdu ha? ...
-Herhâlde...
-Kız bana bak! Beni de ayakta uyutmaya kalkışma. Sen hangi müneccimin kucağına oturdun da, her şey böyle senin içine doğuyor ha? ...
-!
-Konuş, bir şeyler söyle. Resimleri gördüm de aklım durdu ya, hem Edirne hem burası, iki aileyi nasıl idare ettin öyle, hem de bebeklikten başlayarak? ...Aynı anda iki ayrı yerde olmayı beceren cin misin, peri misin, nesin sen?
-Anlayabilsem nasıl olduğunu? ...
-Telefon etmekten de vazgeçtim; yürü hemen gidiyoruz, bu garip olayların seyircisi olmaya devam edecek olursam, ben de sizlere benzeyeceğim!
Annesini telefonla aramaktan vazgeçerek bir an önce kendisini sokağa atmak isteyen Nilay, salona iner inmez:
-Biz gidiyoruz diyerek Gökçeyi dış kapıya çekiştirdi. Yerinden kalkan Ferhat ve tetikte bekleyen Yusuf gitmelerine izin vermeyince Gökçe:
-Bakın: Zernişan değilim ben değilim, söz verdim yine geleceğim dedikten sonra Ferhattan Edirnede aldığı kartı Yusufa uzattı: Buranın telefon numarasını kartın arkasına yaz, gidince Edirneden seni ararım.
Yusuf evin telefon numarasını karta yazmak için odasına giderken Nilay:
-Ne gerek vardı ki... diye sitem etti. Sen telefon numarasını da kendiliğinden hatırlarsın!
Kartı Gökçeye geri uzatan Yusuf:
-Söz verdin geleceksin değil mi diye sordu. Gecikmesin değil mi, söz verdin beni hemen ararsın değil mi?
-Söz... diyerek ayağa kalkıp gitmeye niyetlenen Gökçenin kolunu tutan Ferhat:
-Dur bakalım Zernişan dedi, bu insanları böyle yüz üstü brakıp nereye? ...
-Nedense şu anda keşke Zernişan olsaydım diyesim geldi, yazık ki aradığınız kişi ben değilim. Ferhat aniden aklına gelmiş gibi:
-Dur bakalım, Zernişan mısın, değil misin? Şimdi anlarız kim olduğunu! diyerek Gökçeyi koltuğa oturttu.
-Nasıl? diye soran Nilaya; koluna girip Leyla hanımı Gökçenin başına getirdikten sonra yanıtını verdi.
-Nişanına bakacağız! dedi. Bir şey anlamayan Nilay isyanla:
-Ne nişanı, ne düğünü, alayınız kafayı sıyırmış ya, kalksana kız gidelim artık! Ferhat kendisinden emin ve sakin bir sesle:
-Şimdi gözlerinizle göreceksiniz dedi. Zernişanın ensesinin üstünde saç içine gizlenmiş bir doğum nişanı vardı. Şekli de tıpkı iki yaprağı olan güle benziyordu. Eğer bu kızın ensesinin üstünde gül şeklinde bir doğum lekesi varsa; kendisi inkâr etse bile Zernişanın ta kendisidir! Yok, eğer ki doğuştan gelen nişanı göremezsek bu kız Zernişan değildir; biz de hiç boşuna uğraşmayalım, herkes kendi işine gücüne baksın. Tamam mı, anlaştık mı? Nilay kurtulacaklarına sevinmişti.
-Tamam, bakalım. deyince o ana kadar sesi soluğu çıkmayan bahçıvan da gelip Gökçein başına dikildi.
Ferhat, kendisini kurbanlık koyuna benzeten Gökçeye:
-Lütfen başınızı öne doğru biraz eğer misin? dedikten sonra genç kızın ensesinin üstündeki saçlarını aralamaya başladı. Heyecan ve saçları arasında dolaşan parmakların temasıyla ürperen Gökçeye on saniyeyi bulmayan süre saatler gibi uzun geldi.
Herkesin nefesini tuttuğu o kader anında Ferhat:
-Bakın, işte... Zernişan bu! diyerek doğum nişanını gösterdi. Ferhatın sesinden sonra Leyla hanım:
-Yavruuum! diye çığlık attı. Bu benim kızım... demesiyle birlikte tetikte bekleyen Ferhatın kollarına devrildi. Leyla hanımın çığlığıyla yerinden sıçrayan Gökçenin elini yakalayan Nilay:
-Kaçalım! diye bağırdı. Burada bakışlarıyla insanı nakışlıyorlar! Koş kız, burası zombilerin şatosu, koş haydi!
Nilay nefes nefese Gökçeyi bahçenin dışına çıkarıp yolda durduğu ilk arabaya bindirip evlerine götürdü. Yemeğe geciktikleri için sitem eden annesine:
-Gördüklerimi, duyduklarımı anlatsam hayatta inanmazsın dedi. Annesi sakin bir sesle:
-Çok yorgun görünüyorsunuz dedi, haydi önce elinizi yüzünüzü yıkayıp da sofraya gelin. Yemekten sonra her şeyi anlatırsınız.
Yemekten sonra başlarına gelenleri anlatmaya başlayan Nilayın sözünü kesen Gökçe:
-Bakar mısın teyze, ne varmış ensemde benim!
-Ah, senin bu devrik konuşman yok mu, bitiriyor beni. Ne varmış ensende?
-Bilmem, bir nişan varmış ensemde. Baksana bir, anlat bana.
Örgü örerken kullandığı gözlüğünü getirerek Gökçeyi ışığın altına götüren kadın, genç kızın saçlarını ensesinden itibaren parmaklarıyla tarıyormuş gibi araladı. Gördüğü şekli merakla inceledikten sonra:
-Doğum gülü bu dedi, doğuştan... Annen sana hiç söylemedi mi sana?
-Hayır, söylemedi bu güne kadar bir şey.
-Görmemiş olacak ki söylememiş. Görseydi, söylerdi.
Annesinin sözlerine karşı çıkan Nilay:
-Annesi neyi görmüş ki neyi söylesin? ...dedi. Yoktu ki söylesin. Zombiler bunu yeni yaptı! Kızının söylediklerinden bir şey anlamayan kadın: Bu kız ne söylemek istiyor? der gibi gözleriyle sordu. Gökçe sakindi:
-Senaryo yazıyor kendi aklınca işte. deyince Nilay:
-Senaryoyu kim yazıyor? diye sordu. Nerede şu teyp anneme bir dinletsene. Benim değil. dediğin sesini... Dinlet ve olanları kendin anlat, bakalım annem ne diyecek?
-Merak etme dinletirim. Anlatırım her şeyi senin gördüğün gibi olmadığını.
-Kız vallahi aklına şaşıyorum senin. Hiç korkmadın mı bize bir şey yaparlar diye?
-Şekerim, insancıkların bize yapacakları bir şey halleri mi kaldı, kendi gözlerinle görmedin mi: Hepsi birer canlı cenazeye döndü!
-Ben de onu diyorum ya: Az daha zombilerin uğursuz kasabası filminde bize başrol vereceklerdi!
-Şekerim ortada film falan yok. Anlamadın mı büyük bir benzerlik var. Kazandığı okula gidemeyen sevgilisine kavuşamayan talihsiz bir kızın dramı bu... Bana çok benzeyen ama ben olmayan bir kızdan bahsediyoruz. Yalnız bu nişan işine benim de aklım ermedi. Gidince, sorayım anneme. Ne düşünüyorum biliyor musun?
-Ne düşünüyorsun?
-Yusufu... Çocuğun bana öyle bir sarılışı vardı ki, hiç bıraksın istemedim!
-Sana inanamıyorum, pes doğrusu! Yakamızı zor kurtardık senin düşündüğün şeye bak. Ben bittim şekerim, hemen yatıyorum. Sen olup biteni anneme eksiksiz anlat, anlat da aklından zorun var mı yok mu iyice bir anlasın!
Nilayın odasına çekilmesinden sonra Edirnedeki ufak kazadan başlayarak her şeyi en ince detayına kadar anlattıktan sonra elindeki teybi gösteren Gökçe, kaseti başa sardı:
-Ben elimi yüzümü yıkayıp gelinceye kadar, dinlersin teyze. Neler de söylemiş talihsiz kız. Dinlerken, sızladı kâlbim!
Gökçe döndüğünde Zernişanın sesini dinleyen kadıncağız ağlıyordu. Yanına oturttuğu Gökçenin omzunu tuttu:
-Aklım durdu kızım! dedi, söyleyecek hiçbir şey bulamıyorum. Dönünce bunları annenle konuşursun. Sen de uyu istersen. Gün ola hayrola.
-İzin verirsen onları bir arasam diyorum. Söz verdim çünkü...
-Bu saatte mi? ... Uyumuşlardır.
-Sanmam, baygın bıraktık. Ayılabilmişlerse şükretsinler hallerine!
-Aramak istiyorsan, sen bilirsin kızım.
Yusufun kartın arkasına aceleyle yazdığı numaraları çeviren Gökçe karşı taraftan gelen sesi tanıyınca:
-Sen daha uyumadın mı, annen nasıl oldu Yusuf? diye sordu, onun için aradım. Gökçenin sesine yabancı olmayan Yusuf heyecanla:
-Annem şimdi odasında abla dedi. Ferhat abi gitti. Abla niçin kaçıp gittin? Geri gelecek misin? Ben seni çok özledim.
-Yine geleceğim tatlım, merak etme!
-Çabuk gel olur mu? Gelince geri gitme olur mu?
-Tamam canım, gelince geri gitmem. Sen şimdi annene git ve ablam geçmiş olsun dedi, diye söylersin, oldu mu?
-Söylerim. sende çabuk gel olur mu?
-Söz verdim ya, gelirim elbet. Haydi canım sana da iyi geceler.
Nilay annesiyle birlikte sabah kahvaltısından sonra Gökçeyi otobüsle Edirneye uğurladı. Araba hareket ettikten sonra annesine:
-Bu kız, sana her şeyi anlattı mı? diye sordu.
-Anlattı kızım, anlattı... Keşke anlatmaz olaydı!
-Peki teypteki sesi dinletti mi?
-Dinledim!
-Peki ne olacak şimdi?
-Zaman gösterir kızım. Duyduklarıma inanasım gelmedi? Aklım durdu kızım!
-Tövbe olsun ben bu kızla bir daha bir yere gitmem!
-Sen bilirsin kızım. Belki kendisi de bir daha gelmek istemez, belli mi olur?
Gökçe, Edirneye gelinceye kadar bir gün önce yaşadığı inanılmaz olayları düşündü. Otobüste yanındaki koltuğa oturarak yol boyunca kendisini hayranlıkla süzen genç kızın sorduğu soruları duyamadı bile...
Aşk, her zaman kendi hükümran yasasıyla beraber gelir ve hiçbir engeli tanımazdı. Karşısında burçları baş eğmeyen kale ve anahtarını kendi eliyle teslim etmeyen tek kapı yoktu. Yeri ve zamanını kendi belirleyen, anlatılamayan ve ancak yaşanarak öğrenilen bu gücün de üzerinde İlahî bir güç vardı: Kader!
Ezelden yazıldığı belirtilen, okunması, yazılması ve değiştirilmesi mümkün olmayan bu İlahî yazının Zernişan için çizdiği yol sonlanırken; Gökçe için, çok daha uzun ve çileli bir yolun başlangıcı olabileceğini kim aklına getirebilirdi ki! ...
(Onuncu Bölümün sonu...)
İrfan YılmazKayıt Tarihi : 9.4.2012 00:01:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Sevgili gönül dostlarım. kalan bölümlerini yazmakta olduğum Zer/nişan başlıklı romanımın onuncu bölümünü sizlere sunuyorum. Tasarımı, metnin yazılması, imlâ yönünden gözden geçirilmesi ve basımı üç yıllık bir zamanımı almış olacak. Eserin bir yıl içinde elinize ulaşmasını umuyorum. Zernişan adıyla basım ve dağıtımı tamamlandıktan sonra www.antoloji.com sayfalarından sizlere duyaracağım. Antoloji'de ilk bölümü yayınlanmaya başlandığı andan itibaren gösterdiğiniz ilgi, destek ve değerli yorumlarınız için gönülden teşekkür ediyorum. Sevgi ve saygılarımla. İrfan Yılmaz. TEKİRDAĞ.
Sizi, bu kıymetli çalışmanızdan dolayı yürekten tebrik ediyorum.
Selam ve saygılarımla.
TÜM YORUMLAR (75)