Evet, niçin, madem ki ruhunun buna ihtiyacı var! Kulağına fısıldıyor bir ses, kadının. Bu ses bir erkeğin sesi değil, iç sesi. Bir yandan gözlerine vurulduğu o gençle sevişmeyi deli gibi arzuluyor ki yılların cinsel açlığı var; öte yandan da çevre, namus, ahlâk gibi katı engeller. Siyah Gözler* romanının başkişisi olan kadın otuz yaşını geçmiş, yıllardır da dul. Mutsuzluğunu, yalnızlığını artık kabullenmiş, tek başına çıkılan yürüyüşler, gelen bir-iki komşu, seyrek akraba ziyaretleri, hepsi o kadar. Evde yaşayanlar da, kendisinin dışında, birkaç lâfına tanık olduğumuz hizmetçi ile yalnızca varlığından söz edilen aşçı kadın.
Yaşamı yalnızlıkla örülmüş olan kadın, Aşk-ı Memnu’nun Bihter’i ile Eylül’ün Suad’ı arasında yer alıyor ya da onların karışımı. Belki eylem olarak Bihter’e çok yaklaşıyor ama öte yandan da –yazarın kaleme alışıyla– biçimsel olarak Suad ile akraba. Romanın yazarı Cemil Süleyman’ın Mehmet Rauf’tan etkinlendiği de bir başka yazınsal gerçek. Romanın anlatıcısı da, adı yer almayan kadının zihninden ve üçüncü tekil şahısla, zaman zaman okura yaklaşarak anlatıyor.
Göz Göze Gelmeler
Yüzyılın başında, Beykoz Çayırı’ndayız. Burası semtin o dönem için sosyalleştiği hemen hemen tek yer. Çocuklu ailelerin etrafa yayılmasının yanı sıra genç kızlar ile genç erkeklerin uzaktan birbirlerini süzdükleri ve kimselere çaktırmadan bir–iki lâf ettikleri, hattâ pusulaları, mektupları gönderme olanağı buldukları; aşkların, evliliklerin, ilişkilerin başladığı hemen hemen tek yer. Yine her zamanki yürüşlerini yapan kadın, genç bir erkeğin siyah gözleri karşısında çarpılır. Genç de onu izliyor, onu takip ediyor ve siyah gözleriyle onu süzüyordur. Bir-iki karşılaşma ve bakışmadan sonra, yanından geçerken delikanlının bıraktığı küçük buluşma pusulası, kadının tinsel dünyasının alt üst oluşunun kıvılcımıdır.
Bir yandan erkeksiz ve aşksız geçen on yıl, öte yandan kendisini arzuladığını, istediğini açıkça belli eden genç bir erkek. Üstelik delikanlının, görür görmez etkisinde kaldığı, mıknatıs gibi çeken siyah gözleri. Burada bir ayraç açmak gerek belki de. Romana adını veren bu “siyah gözler” çoğunlukla dişil bir motif, imge olarak kullanılır. Ya da yaygın bir yaklaşımla kullanılagelmiş. Ne var ki Cemil Süleyman bunu eril olarak kullanmış (oluşturmuş) .
Aşk Kapısı Açılıyor
Öykümüze dönecek olursak, artık geceleri yatağında ikilem içinde kıvranan, tinsel gel-gitleriyle aşk basamaklarını tırmanmaya başlamış bir kadın vardır. Yıllardır süren cinsel açlığının yanı sıra gençliği geride kalmış, otuzunu bitirmiş ve kötüsü yıllar çabuk geçmektedir. Önce, delikanlıdan pusulayla gelen buluşma isteğine yanıt vermez. Yanıt vermemiştir ama o pusula da onu heyecanlandırmış, kalbini epeyce hızlandırmıştır.
İkinci bir pusulaysa, delikanlının reddedilmesinden dolayı içine düştüğü azap yüzünden bir süre oradan uzaklaşmasıyla ilgilidir. Bu kadın için yıkım olur, her gece ağlar, geceler uykusuzdur ve pişmanlıkla doludur. Artık onun yolunu gözlemektedir. Pusuladaki “bir süreliğine” ibâresi küçük bir ışıktır. Bir yandan Boğaz’ın mavi suları ile karşı kıyılarını gören evi, öte yandan da Çayır’ı görür. Boğaz ve doğa betimlemeleri romanda aşk temasının bir dekoru değil, aşk temasıyla paralel giden anlatımsal bir destekleyicidir.
Yine bir gün, yürüyüş için gittiği Çayır’da karşılaşırlar; ikisi de heyecandan titremeye başlar. Bu sahne, olay örgüsünün ki burada geleceklerinin ya da “yazgıları”nın diyebiliriz, geri dönüşü olmayan başlangıcıdır. Delikanlının cesaretiyle ki kadın çevresindeki ahlâk duvarlarını henüz yıkma aşamasında değildir, buluşma da başlar. Önce bir arabayla kuytuluklarda ve akşamın indiği saatlerde. Yirmi iki yaşındaki bu delikanlı, aşkını coşkuyla ilân etmekte, onsuz yapamayacağını, onun için ölebileceğini, o olmazsa intihar edebileceğini söyleyip durmakta; dahası evlenmek için ısrar etmektedir. Belli ki delikanlılığının, erkekliğinin arzusu arşa çıkmış, eski bir deyimle çatısı uçmuştur!
Aşk Engel Tanımıyor
İlk öpüşme arabada olur. Önce dizler birbirine sürtünür, sonrasında eller, daha sonrasında bedenler birbirinindir. Kadınının kararsızlığı sürmektedir ama bir yandan da aşkın mavi sularına yelken açtığının farkındadır. Ancak iki büyük neden dağ gibi önündedir. Birincisi “ne denir? ”, etraftan! (Bugünkü bir bakış açısından okumuyoruz tabii ki.) Romanın 1910 yılında yayınladığını düşünürsek, kadın için ciddî bir sorun, ahlâk meselesi olmakla birlikte, sanırım –yazar adına– dönem için de hem eleştirel hem cüretkâr bir tavırdır. İkinci neden delikanlının yaşıdır. Kendisinden hemen hemen on yaş küçüktür; arada önemli bir yaş farkı vardır. Ayrıca hiçbir ilişki sonsuza kadar sürmez, bir süre sonra delikanlı bıkacaktır. Kendisi yaşlanacaktır, evlenmiş olsalar bile, yaşlanan bir kadını delikanlı isteyecek midir, daha gençlerle ilgilenmeyecek midir?
Her ne kadar bu sorunlar, sorgulamalar zihnini kemirse de, ormanın bir kuytuluğunda bedenlerin birleştiğini, anlatıcı açık bir biçimde söylemese de anlaşılmaktadır. Hem zevk hem utançtır kadın için ve eve geç bir vakit geldiğinden de ayrı bir korku sarar yüreğini. Ne var ki aşk dolayısıyla unutulmuş arzuların anımsanması, klasik ahlâkın, katı ve tehlikeli mahalle baskısının üstesinden gelmiştir. Olay örgüsü, “yasak aşkı” daha da derinleştirerek gelişir. Çünkü delikanlı, artık gece, mahallede kimseye görünmeden eve geliyor, kadın tarafından evdekiler uyandırılmadan gizlice odasına alınıyor ve arzular söndürülüyordur.
Açılmamak Üzere Kapanıyor
Kuşkusuz bu nereye kadar. Kadın, genç âşığına iyice (saplantılı) bağlanırken, tutkuyla onu beklerken, delikanlıda bir uzaklaşma hisseder. Delikanlının ziyaretleri giderek seyrekleşir, bir gün uzaktan Çayır’da kısacık da olsa genç bir kız ile konuştuğunu görür (sohbet olanaksızdır) . Sonra vapurda, yine genç bir kızla görür; oğlan amcamın kızı demişse de kadın inanmamıştır. Artık Çayır’da kuşkuyla onu uzaktan izliyor, gözlüyordur. Delikanlının evlilik ısrarları da azalmıştır! Aslında kadının, baştan ilişkinin yürümeyeceği için saydığı gerekçeler neredeyse gerçekleşmiştir ama tahmin ettiğinden çok daha öncedir. Böylece, kadın kıskançlık krizleri içinde, yine uykusuz ve kâbusla dolu geceler günler, bayılmalar vb. yaşar; hattâ delilik sınırına yaklaşan bir ruh durumunda bulur kendini. Delikanlıysa, sanki yalnızca kadının bedenindeki hazla yetinmektedir.
Siyah gözlerde simgelenen karşılıklı arzu, “yasak aşkı”n başlangıcı olmuştu ve giderek saplantılı bir tutkuya dönüşmüştü ki bu kadın için daha çok böyleydi. Delikanlının bir anlamda “hevesini” almasından sonra uzaklaşmasıyla ama ayağını da kesmemesiyle gelinen ilişki durumu, kadını kıskançlığın doruğuna taşır. Dolayısıyla zaten yasak olan bu ilişki ve durum, ister istemez bir trajediye doğru yol alır.
Baştan beri intihar eylemiyle ifade edilen ölüm, romanın sonunda “somut” olarak, hiç beklenmedik bir biçimde karşımıza çıkar. Geceyarısı evdeki sevişme sonrasında, tutkunun, kıskançlığın, mutlak sahip olma isteğinin ama öte yandan da terk edilme korkusunun yoğun olduğu tuhaf bir ruh durumuna, bir tür “bunalıma” girer, kadın. Uyuyan delikanlının gözlerini öpücüklere boğarken, belli ki bilincini yitirdiği bir çılgınlık ânında, aşırı sevmenin öldürmek olduğunu söyleyenleri haklı çıkartırcasına, delikanlının üstüne kapaklanarak nefessiz bırakır; o siyah gözler açılmamak üzere kapanır!
*Siyah Gözler, Cemil Süleyman, sadeleştiren Kemal Bek, Bordo-Siyah yay. 2003. Ayrıca bkz. Siyah Gözler, Oğlak yay. 1997.
(Notos, Ocak-Şubat, 2014)
Kayıt Tarihi : 19.4.2016 10:53:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!