Bir filmin en heyecanlı sahnesini seyrediyor alem
Psikosomatik ağrıların doruk noktasında
Ölüm kapımı çalıyor
Bir mısır koçanı kadar sarı bir rüzgar esiyor
Kadının biri çığlık atıyor
“verin yavrumu bana”
Akşama kadar uykusuz ve acıyan gözlerle baktım gökyüzüne. Gökyüzü yine mavi, sen yine gökyüzündeydin. Puslu, yağmurlu bir temmuz günü geldin bereketinle, giderken güneşi çağırdın hüznüme...
İçime işlemiş sabahın ayazı. Üşümüşüm. Farkında değilim. Hayata dair paylaşmadığımız ne varsa bahçedeki dut ağacının dallarında asılı kaldı... ve sen gittin...
Unutkan zamanın aşkı inkar eden surları tükürdü yüzüme. Leş kokuları bastırdı toprak kokusunu. Deniz usulca sokuldu eşkıyanın inine. Maçka’da buldum kanımın atmayan damarını. Bu suskunluk lanet oldu yapıştı bedenime. Ellerim korkusundaydı yasak kelimelerin. Sen … sen benden militanca edilmiş sözler bekliyordun. Anarşiydi bende görmek istediğin. Bense anarşiyi hiç sevmedim. Sakarya Kızıldeniz’den kavuştu okyanuslara. Tatlı su balıklarına mezar oldu Akdeniz.
Hayat hatip, ben hitap,
Hayat katip, ben kitap,
Hayat üzüm, ben şarap,
Hayat cami, ben mihrap.
Truva'da son işgal... Şarap kuyusunda ki aşka...
Tohum
Düşünce tarlaya
Esmer yüzünde
Beyaz bir şarkı başlar
Güneşyanığı delikanlının
...yaz sanrıları...
-başındaki yazmayı da sarıya mı boyadın
neden sararıp soldun da sevdaya mı uğradın...-
-Türkü-
Zamansız geldi bu bahar. Ölümün kol gezdiği sur diplerinde zamansız aşıladı içime toprak kokusunu. Toprak kokusu yosun kokusuna karışmış. Bir denizde martıların çokluğu o denizin kirli olduğunu gösterirmiş dediğimde, “tereciye tere satıyorsun, ne alaka şimdi kirli deniz ve martılar? ? ” diyen gözlerle bakmıştı bana uzak ülkelere giden kaptan. Nişanlısı ikide bir de konuşmayı bölüyordu. Sıkılmıştı, çünkü yanında oturan nişanlısının, sevdiklerinden uzakta kalmanın sıkıntısıyla, sırtına yük olmuş sevgi(li) sinin ağırlığından kurtulmak istediğini kendisine bile söyleyemiyordu. Karşımda çifte kumrular gibi salınmayı ise marifet sayan sadece, yanındayken bile aslında çok uzaklarda olan sevgili nişanlısını nasıl tekrar yanına döndürebileceğini düşünen kızcağızdı. Belki de bütün bunlar benim zannımdı, su-i zannım… Ben, yüzümde 'şafak vakti -alacakaranlık- kahkahalarımla' onları alt geçitle üstgeçidin tam ortasında bıraktığımda ne tarafa gideceğime karar veremedim. Ne alt geçide, ne üst geçide, denize gitmeliydim. Şeytana uydum, yürüdüm üstgeçide. Şunca zamandır bu şehirdeyim, hâlâ öğrenemedim alt geçide nerden ineceğimi. Kolayı tercih ettim, bildiğim yoldan gittim. Önce çıktım, sonra indim, tramvaya bindim ve gittim.
'Şairi çokmuş bu şehrin.' Şairi neden çok bu şehrin? Ben bu şehrin neresindeyim? Tam göbeğinde… Sabah düşle hezeyan arası gördüğüm rüyada göbeğimden ne çok bağ çıkıyordu. Korkmuş muydum? En az üç çocuğum olmalıydı. Allah mı söyletiyor ne? Ne çok tilki dolaşıyor aklımda kuyruğu birbirine değmiyor, kuyruğu birbirine kırk kör düğüm.
Kendini poyraza vurmuş üç martıya ben kendimi de ekledim. Geceyi sarındım üstüme, üst üste iki sigara içtim. En çok seni özledim. Bana hediye ettiğin defteri gözüm gibi korudum, sakladım… İşte tam da bu akşam içimdeki seni herkese anlatmayı isterken sonsuza kadar gizlediğimi fark edince o deftere bir daha yazamadığımı, yazamayacağımı fark ettim- ve hiç gözümü kırpmadan ayaz çalmış bir gecede sayfa sayfa yaktım…
Ayağını yorganına göre uzatıyor ölüm
Hesabını mahşerde veriyor ölüm
Boğazın bu yanı güneş öte yanı kar
Bu anlaşmanın en masum tarafı ticari kâr
Yanaktan bir makas belki küçük bir öpüş
Kalemdi, kâğıttı, yazıydı
Yontulmuş taşların çivisi
Düşlerimi çarmıha çaktı
Sandıktı, çeyizdi, danteldi
Gecelerde yakılan kınalar
Kırık zincirlerle döşeli yollarda
Ayaklarım birbirine dolandı
Helvadan putlar yaptım
Kâbenin sahibi vardı
Tek derdim develerim olmalıydı
I)
kadın kaldırdı gökyüzüne başını
yağmur okşarken saçlarını
yüzüne yüzüne vuran damlaları
sevgilisinin ellerine doladı düşlerinde
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!