Nerdesin Şiiri - İsmail Amedi

İsmail Amedi
39

ŞİİR


1

TAKİPÇİ

Nerdesin

Ölüm çölüydü bu sabah gezintiye çıktığım güzergâh… Önümde cesetler kum gibi dizili, adını okusam da böyle bilmiyordum bu menzili. Gözüktü gönül arzımın, basiret bağımın tenha sahili ve çekildi sehpada son nefesle yüzleşen ruhumun bedenimden ayrılığını haykıran ve yüzleşmeyi anımsatan hakikat mili… Ve bakışların yüzünden okunan o dokunaklı ah!
Dil kınından başını çıkarmıyor eyvah! Bu çöl öyle bir çöl ki! Kime ne, içinde kim aslan, kim çakal, kim padişah! Ne yol belli, ne yön! Ne de bu kara gecede varlığı ve yokluğundan bir eser bulunamayan ışığın avucundaki sabah!
Kervan kan revan, yara bere içinde, yollar da per perişan… Haramiler yolların göğsüne siper kazmış; ok, mızrak, kılıç, hançer, mermi dizmekte ve kucaklarında her türlü silah! Cirah cirah üstüne, ufukta gözükmüyor en ufak bir inşirah.
Geçtim geçilmiş yollardan bir daha… Bir daha… Ve bir daha…
Aşkın basılmış, ezilmiş çiçekler gibi boyun büktüğü ve gözyaşı döktüğü güzergâhtı… Günahlarımı aklamak için kurduğum dürbünün gözlerinden bakarken, birde boyun bükenlerin her birinin birer aşk olduğundan bihaberdim! Bir fırtınaya binmiştim… Gazab atıyla, hırsın yularını nefsimin eline vermiştim! Ve kendime gelemedim bir daha…
Bastığım güllerin inilti sesleriyle irkilip geldim kendime… Çöl müydü yüreğim! Çöl müydü kendimi içinde inşa ettiğim abide… Yoksa binlerce put mu dikmiştim kıbleyle, gönlümdeki nadide ulu caminin arasına… Ezilmiş güllerin feryatlarından oluşturduğum senfoni orkestrasının isyan teması ağır basmış hu seslerinde… Huy baskınında kendini kaybeden hu lar ve aşkın güllerine gönülden kin kusan namlular…
Ve ezdiğim gerçekler arasındaki en can alıcı gerçek! SEN YOKSUN!
Arayışın canına hangi kurşunu sıksam da boş! Bir ömrün minberine seni oturtmadım diye pişmanlık ateşinde yansam! Aşkı otuz beşe kadar yanlış yaşadı diye kaç yıldızı omuzlasın bu serseri âşık! Otuz beş yıldır sarmaş dolaş tırmanıp sarıldığı yalan, hayal, ütopya diye kimin dizinde durup günah çıkarsın bu yabani sarmaşık! Gözlerinden yalan aksın, riya aksın, dökülsün gözbebeğinin içine sızan çamur, kir ve pas! Aksın estetikle benliğin özüne iliştirilen ihtiras.
Yakıyor buzulların içindeki kızgın demir. Yayılıyor beyazın mihverine yerleşen siyah, temizin bağrına otağını kuran kir, bitirdi beni ruhuma sürülerle ilişen kene ve vampir!
Düştü burçlarım ve kalelerim bir bir ve kaybettiğim son kalede de SEN YOKSUN!
Bunca yıl, başımı beraber yastığa koyduğum yalanla şimdi yüz yüzeyim! Baskına uğradım, ihanete, zora, zulme, zulmete uğradım!
Kendimden de geçtim çiğneyerek! Ölüm yolunun kenarında bu sefer benim, boynu bükük duran ve sekerat nargilesinden çektiğim son nefesle birlikte, yeni bir başlangıcın hayalini kuran… Bir yıldırım düştü şuur duvarımın dibine de, kendimi sızmış buldum! Kendime uğradım, hayallerime, düşlerime, hayatın ara sokaklarındaki gelgitlerime, dönüşlerime ve umudun ayaklarının dibine düşüşlerime uğradı.
Uğradım seni taşladığım çıkmaz sokaklara… Kıtlık yıllarında önüme koyduğun varlık kazanına… İlkbaharının, çiçeklerinin, güllerinin, nergislerinin üzerine kurduğum hazanıma… Uğradım yanıma! Leyla diye diye mecnunluğun ismini cıvık bir çamura verip, çamur banyosunun adını aşk koymuşum… Aldanışın öyküsünden bir depremle uyanışımda, ömür enkazının altında açtığım gözlerimin ferinde aradım seni, SEN YOKSUN!
Yalanmış demek hayata düşen bunca cemre, gecenin binlerce sancıyla doğurduğu sabaha düşen çiğ, Rüyalara yansıyan bunca kâbus! Şehir tiyatrosunda oynanan hayat adlı oyun, ezikliğini kavalıyla dile getiren çoban, biraz daha otlamak adına ölümüne kurtlardan kaçan koyun ve şairlerin yakaladım diye övündükleri o nüans… Maşukların âşıklarıyla, güçlülerin eziklerle, zenginlerin fakirlerle ve hayatın ölümle yaptığı dans…
Babamın ölü bedeninden bedenime bir ömür boyu yayılan soğuk rüzgâr… İlk bakıştığım namahremin dergâhımın kapısına astığı tüllerin işlemesi ve oyalarına rengini veren ar… Ve ilk basiret gözlüğünden seyrine daldığım bahar… Nehar ve dalgaları ömrümden kök koparan nehir ve kendimi kozadaki böcek gibi hapsetmek için mahkûmu eylediğim şehir…
Büyüdüm! Ellerime kına sürdüm de sensiz olmaz diye! Davet için, gönül atıyla, sana muhabbet zarfında aşkımın dallarından kopardığım bir buket çiçeği gönderdim… Yollara gözlerimi kilim gibi serdim de senden haber uçurmak için bakışlarım ravi kesildi… Aldığım son haber beni bıraktı yoksul… Perişan halimin meali… SEN YOKSUN!
Kesilip yere atılmış, yerlerde sürünen, yaprakları ezilmiş gül gibiyim! Muhacirim, tarifsiz acıların kursağında… Masumiyet yağmurları altında ıslanmış, zulmün soğuk rüzgârlarının gazabıyla tir tir titremekte, sevgi, merhamet ve şefkatli bir elin intizarıyla avunma haline sığınmışım… Sahil hep aynı sahil! Dalgalar hep aynı dalgalar! Bir tek değişen, dalgaların geliş gidişiyle değişen kumlar ve gelgite teknesini kaptıran mahkûmlar!
Hayatın uzatma dakikalarını yaşamaktayım. Azrail’in düdük sesinde kulaklarım! Bir ömür boyu süren yenilgimin üzerine kurduğum hayallerin yıkıntıları arasında, ezik gönlümün çığlıkları… Hayat ne acımasız ve zalim, değil mi? Bunca eşya, bunca aksesuar arasında varlığını bile fark edememek, derk edememek ve sana, kendime yaşattığım yalnızlık gibi bir yalnızlığı reva görmek… Ne zor, değil mi? Koskoca levhalara, otobanlara ve işaretlere rağmen yolun sonunda yanılgıları anımsamak! Bir kazayla durulmak, bir Tırrın korna sesleriyle ayılmak ve her şey bir tarafa, ayılmakla birlikte bayılmak…
Acılar içinde kıvranıp dururken sıkıntı anlarının adamı seni başucunda bilip son bir umutla dönüp bakmak ve en büyük acıyı da diğer acıların hemen sonrasında yaşamak… Pişmanlığın itirafını dillendiren bir lanet olsun! Ve anlam denizine, idrak sahilinde ölümüne demirlemek! Senden yoksun ve SEN YOKSUN!
Aşk çeşmesinin başında elimde testi… Bir yudum su içmek içime esti… Bir yudumu benim hayata uzanan elimi bileğimden kesti… Suya uzatmıştım ama birden, dert deryasının içinde buldum desti… Düşüp kırıldığında fark ettim! Testim doluymuş meğer… Derde buladım çeşmeyi… Ağıda buladım… Feryadu fiğana buladım da, ayrılığımın sonrasında hep gözyaşı akıtmış, dağıtmışım suya gelen gelinlerin zülfünü, tutmuşum perçemlerini ve doldurmuşum onların da gözlerini…
Bilincin kenar mahallelerinden birindeyim… Yokları, yoksulları, yoksunları ziyaretteyim! Kapısını çaldığım ilk hanenin haneme kattığı ilk sözcüğün şifrelerini çözmeye çalıştım… Hayat boyu alışkanlığım, huyum, karakter ve mizacımdaki eskimiş yosunun kalıntıları ve toz duman olup bir sözle yerle yeksan olan beni, anladım ki ben bırakmışım senden yoksun ve ben seni istemedim diye sen benim sokağımda yoksun! Terke zorladım diye beni yalnız bıraktın değil mi?
Ömrümün son durağındaki işaretin anlamını artık biliyorum, SEN YOKSUN!
Şimdi yine arayış denizine yelken açmışım! Peşine takılmışım koyu bir sevdayla… Sinemi tarihin tüm savaşlarının beşiği haline getirmişim. Delil, kanıt ve iz peşindeyim… Bir ayak izidir hayat boyu aradığım ve bir nefes sıcaklığıdır yüzüme vuracak… Anahtar sözcüğün, abı hayatın ve şifanın aktığı çeşme avuçlarındaymış meğer ve ben bilmemeye kendimi demirlemişim!
Gece karanlığında aradım seni… Bir ömrün üzerini örten tüm gecelerde… Yarasalarla sabahladım, serçelerle geceledim. Sızdım bulduğum ilk ağacın dalında ve şairliğe soyundum yokluğunu hecelemeye kalkışarak! Bezmedim! Durmadım! İçimdeki inatçı keçilerle çarpışarak aradım… Hep aradım… Hep aradım… Yankılandı sesim kurtların, çakalların bulunduğu dağlarda, bana gerisin geriye uğrayarak. NERDESİN?
Derin bir âhın kollarına bıraktım hasretinle sardığım sevgi kundağını… Bu sevgi yumağının bağrındaki düğümleri kim çözecek de sana ulaşan bir yolun izlerinden düşmüş bir toz bulacağım.
Yüreğime sarıp kursağında yavrularına su taşıyan kırlangıçlar gibi, delilo, lorke melodilerinin eşliğinde çala oynaya evin yolunu tutacağım. Tüm asude, saf ve bakire duygularımla senin geçtiğin yolları dergâh eyledim! Bilmiyorum, çocuklarının arasına bir tandır ekmeğinin kokularıyla dönen babanın yaşadığı sevinçten bana da tattıracak mısın?
Kendini evine gömen Anadolu kadınının fedakârlığından, bir sabah kahvaltısından bana bir tabakta sunacak mısın kendinden bir muştunun lokmasını?
Cümlemin baş harfi, hayatımın ilk günü, sevgimin belirtisi, aşkımın izi, gözyaşlarımın denizi! Bak, arayıştan şaşı kesildi gözlerim NERDESİN? Söylesene, NERDESİN?
Beni aşkının ateşinden kor alevlere yatırıp gittin, beni yetim, öksüz, garip ve biçare bırakıp gittin… Beni insafı körelen bir yığın insanın eline terkettin! Âşıkların sızısı, suzu, derdi dilsizdir… Âşıkların âhı dinsizdir… Beni ahların, ahtapotların kucağında bırakıp gittin! Sen gideli gayba yelken açmış, seni arıyorum… Hasretimin dili sarkmış sensizlikten ve sen ortalıktan el etek çekmiş, kayıplara karışmışsın.
Cümlelerimin gözlerinden akan yaşların her yerindesin! Kör desinler bana itirafımdan ötürü ve aşkımın sermayesini kaybettim desem gülerler diye bir utancın eşiğinde geceleyip suskunluğa demirledim…
Ey aşkımın kalemi NERDESİN?
Ey kalbimin elemi NERDESİN?

İsmail Amedi
Kayıt Tarihi : 2.10.2009 17:11:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

İsmail Amedi