Sen bana ne yazarsan yaz, bela da okusan, herkes kendi acısına da desen, iyiyim de desen, bana bir daha yazma da desen… Ben ihtimallerle olasılıklar arasında, boğazım düğüm düğüm ve kalbim adeta avuçlarımda, can çekişerek bekliyorum senden gelecek bir sesi, bir sözü, bir şeyi…
İhtimal yazman. Bana bir şey yazman da tıpkı hiçbir şey yazmaman gibi bir ihtimal. Ve üstelik eşit. Ama işte, ne yazmış olursan ol bir şey yazma ihtimalin; benim nefes alma olasılığım oluveriyor. Tıpkı seni görememe ihtimaline rağmen kalkıp gelip orada, öylece seni bekleyip, seni görebilme ihtimalimin yaşama olasılığım olduğu gibi.
Hani bazen diyorum ya, aklımdan bir an bile çıkmıyorsun diye… İnan bana öyle. İnan bana bu, tam olarak böyle. Bir an bile çıkmıyorsun aklımdan. Bir şeyler yapıyorum, gidip hiç tanımadığım bir kahve köşesinde sen belki orada aklıma gelmezsin diye bir akşamüstü dinginliğine gömüyorum kendimi bazen. Hiç tanımadığım, adlarının Hüseyin ve Nizam olduğunu ancak muhabbetin sonuna gelince öğrenebildiğim iki yabancı gelip oturuyor masama. Oradan buradan derken buranın, üniversitenin ilk yıllarına varıyor mevzu. Ameleliğini yaptıklarını; tankerlerle su taşıdıklarını, o zamanlar sadece prefabrik binaların olduğunu, şimdi ne kadar da geliştiğini falan anlatıyorlar bana. Ben mevzunun orta yerinde kalıyorum. Prefabrik bina… Bir zamanlar orada, kalabalık bir şekilde çalıştığını ve bir zamanlar bana bunu anlattığın anı hatırlıyorum o zaman. Aklımdan bir an olsun çıkarsın umuduyla oturduğum yabancı bir kahveden, aklımda yine sana ait, yine sana dair irili ufaklı, önemli önemsiz, hayal meyal binlerce düşle kalkıp çıkıyorum.
Bir kitap alıyorum elime, birkaç satır arasında kendime şöyle güzel bir manzara bulayım, orada biraz dinleneyim, -belki bir sigara yakıp, senden biraz uzaklaşayım diye… Daha üç-beş satır okumadan bir cümle gelip dikiliyor karşıma: “Mesela, masanın kenarındaki ucu kırık mermer tütün tablasını belki yüz defa üstten, alttan, sağdan, soldan tetkik etmiş, elime alarak saatlerce kırık yerdeki ince damarları ve pürüzleri seyretmişimdir. O, bana artık kendi sesim kadar bildiktir.” diye saatlerce gözlerini, o Cennet gözlerini seyrettiğim vakitlere götürüyor beni. Düşün; senin olmadığın bir kitapta, adın geçmeyen bir cümlede, gözlerine bakmayan bir satırda, kırık bir mermer tütün tablasında üstelik içmediğim bir sigaranın tütmeyen dumanında bile sen düşüyorsun aklıma.
Ellerini avuçlarımın arasına alıp, başını omzuma yaslayıp, -sen penceremiz dedin diye dünyadaki diğer tüm pencerelerden farklı bir anlam ihtiva eden penceremizden, dışarıda (yalnızca şanslı olduğumuz vakitlerde) yağan yağmuru seyrettiğimiz anlar çıkmıyor aklımdan; hangi pencereye baksam.
Ağaçlar çiçek açıyor; baharın ilk yeşilinde düşüyor Cennet gözlerinin yeşili, gülünce çevresinde beş çizgi beliren gözlerime. Kedi geliyor üstelik, kedi! Serçelerden ümidimi kestiğimi anlamış olsa gerek, kedi geliyor, bana senden selam getiriyor bir sabah vakti. Güne aydınlık senle başlıyor, gün senle veda ediyor gündüze. Akşamüstü sen, akşam sen, gece sen oluyorsun. Uykusuz gecem, olmayan sabahım sen oluyorsun.
Senin bana bir şey yazman, beni aklına getirmen ey Hak; ne büyük mükâfat! Bir sesine muhtaç olduğum vakitlerde; sekerâtın tam ortasında imdadıma yetişen kelimelerin… Ne dediğin mühim değil; bir şey demen ihtimal, ses vermen ihtimal suskunluğuma. Sesin olasılık oluyor içimdeki fırtınaların sükûnuna.
Bir aşk kadar zehirli,bir orospu kadar güzel.
Zina yatakları kadar akıcı,terkedilişler kadar hüzünlü.
Sabah serinlikleri; yeni bir aşkın haberlerini getiren
eski yunan ilahelerinin bağbozumu rengi solukları kadar ürpertici.
Öğlen güneşleri; üzüm salkımları kadar sıcak.
Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta