İster kent, ister yürek, kalıntılarda gezerken ne hissedilirdi; ‘iknaların elinde dünyanın bütün bilgileri, bilimleri vardı, İspanyollarınsa barutu’ deme doğallığı mı? …
Ve boş bir şehitliği Che’nin, Fidel ve canım Mustafa Kemal Atatürk’ün tersine, faydasız, sefil bir buyurucu düzenin tuzağına düşme marifetiyle…
Kaçıncı film, sinema seyrinde hepimizi cehenneme götürmekte olan yalan dolanların ortalığı kaplamasını kimler sağlamadı ki. Ve gazetelerde ana başlık; savaş değil, bu bir cinayet… Irak, Afganistan, Filistin ve adım adım insanı insanlığından yıldırmaya baş koymuşluğun Yahudistan hevesini ılımlı İslam, kürt diye diye yılışmayı sokuşarak… Hitler Almanya’sına nedenlerin hortlamasını hatırlatıyor bu yılışıklıklar. Lakin, benim vatanımın adı Türkiye Cumhuriyeti. Olay değil, uygarlıklar cenneti!
Mustafa Kemal Atatürk 30 ağustos akşamı ‘uzayıp giden tepelere, ovalara bakıp; ‘Bütün insanlık şu görünümden utanmalıdır! ’ demedi mi? böyyük öküzlüğü sanat edinenlere mi hatırlatmalı bu değerli sözü? Türküm, ne mutlu bana! Diyebilecek varlığımız yeter Türkiyem geleceğine, kör ya da satılık değilseniz, altın değerinde bilgiler ve tarihler boyu sanat aşkıyla anlatan kurtuluş: toplumdaki hastalığı ortaya çıkarıp iyileştirmekle elde edilir’ denilendir. Bir toplumun hastalığı ne olabilir? Ulusu ulus yapan, aydınlatıp ilerleten güçler vardır: düşünce ve toplumsal güçler… kör gözlerimiz, bakalım kendi soyumuzu, suyumuzu kurutmadan açılır mı?
yumuşakbaşlı rüzgarların kanatlarında bir yer bul bana
suyun ışıltılı sesleri aksın bir yanımızdan,
bir yanımızı defneler sarsın...
demir kollarının yumuşaklığında uyanayım sabahları
zeytin ağacının gözlerinde büyürken bir çekirdek