Nakşeden İzler (Anı roman 7)

Mustafa Cilasun
4155

ŞİİR


4

TAKİPÇİ

Nakşeden İzler (Anı roman 7)

Gözlük takıyordu, şeker hastalığını, bir lütuf sayıyordu.
Derdi kim verdi ki, kime şikayet edelim diyordu.
Güzel ve kıraatine uygun okunan Kur’an ayetlerini dinleyince, çok etkileniyordu ve gözlerinden yaş boşalıyordu.
Bu mübarek insan, okunan ayetin hemen bitiminde.
Ayetin nüzul sebebini ve anlamını açıklıyordu.
Ve böylece dinleyenleri aydınlatıyordu.
Var mı bana suali bulunan diyerek.
Misafirlere bir söz hakkı tanıyordu.
İnsanın kafasına takılan, müphem bir şey kalmasın istordu.
Şayet kalırsa, kuşku, zan ve ön yargı mantığa galebe çalar buyuruyordu.
İşte böyle bir Allah’ın kuluyla, tanışmam,
Benim için en büyük bahtiyarlık olmuştu.
Beni etkisi altına almış ve kuşatmıştı.
Zatını görmeden dahi, sinemdeki daralmalara kapı aralamıştı.
Züht ve takva konusunda duyarlı olan bu insan.
Ve insanlar tarafından teveccüh gösterilen bu insan.
Bu insanda, nasıl bir farklılık vardı ki, beni bu kadar etkiledi,diye kendime sormadan edemiyordum.
O insanı görmeden, mezarlığı en mahrem haliyle yaşadım bir an.
Çeşitli meyvelerin, bulunduğu bahçe dünyanın idi.
Ama ben burada bilmediğim cenneti anmıştım.
Peygamber ve onun sevgili Rabbine yakın olmam.
Rehber olan Kuran’ı ve inmesine vesile olan insanları,
Huzur ve emin olmanın, sevincini bizzat yaşadım ve gördüm.
Yaşadığım güzelliklerde bunlar gizlidir, işte hikmetleri de budur.
Haktan geldik ve yine ona döneceğiz diyerek buharlaşmayan,
Amellerimizin kurtuluş reçetemiz olacağını idrak ederek, infak yapmalıyız.
Dünya ve nimetlerinin kimin olduğunu bilerek, tekebbürden uzak durmalıyız.
Kur’an ve inmesine vesile olan peygamberini, nefsimizden ziyade sevmeliyiz.
Onun ümmeti için bıraktıklarını vuslat pusulası olarak görmeliyiz.
Tüm bunlara rağmen Allah ve resulüne yabancı kalıyor isek.
Nefsimizin hazin ve trajikomik durumunun,
Kimseyi de şefaatçi yapmayacağını mutlaka bilmeliyiz.
Allah hayırlısını versin, her neyse içim rahattı.
Artık bu sevincimi paylaşmalıydım, içim içime sığmıyordu.
Yaşadıklarımı makul ölçülerde sevdiklerime anlatmalıydım.
Sevgili annem ve babamla paylaşamazdım.
Zira onların bu konuları anlayacak durumları bulunmuyordu.
Kolay değildi sülalemizde bir ben, bu manada beş vakit namazı eda ediyor ve kıyafetimi dahi farklı giyerek takva uygunluğu arıyordum.
Genç yaşımda sakal bırakmıştım.
İslami söylemleri, sinemde bir muştu gibi saklıyordum.
Geleceğin meşalesini umutla yakarak, bu meşaleyi onurla taşımaya gayret gösteriyordum.
Anneannem, dayılarım ve teyzem, sol yelpazesinde bulunan insanlardı.
Cami, hoca veya hafız deyimleri onlar için çok bir şey ifade etmeyen, içi boş kelimelerdi. Benim durumuma oldukça hayret eder ve şaşarlardı.
Benim hangi süreçlerden, geçtiğim ve bu yolu neden seçtiğim, onların ilgi alanlarına girmiyordu.
Anneannemiz annemin öz annesi değildi.
Annem dünyaya geldikten 5 gün sonra annesi vefat etmiş ve ne yazık ki, daha yaşına dahi girmeden yetim kalmış.
Büyükbaba dediğimiz annemin babası bir müddet beklemiş, baktı ki olmuyor, yine evlenmiş.
Fakat hanımı 3 yıl sonra yine ölmüş.
Bir zaman sonra, şimdiki anneanne dediğimiz hanımını almış.
Analık olduğu için midir, nedir bilemiyorum!
Bu kadın anneme zülüm adına ne biliyorsa hiç esirgememiş.
Bir çocuğa karşı, bu kadar acımasız olmak ve yetim çocuğu sevgiden mahrum bırakmak, niçin gerekliydi, bilmek isterdim doğrusu.
Bunlardan birisi ve diğerlerinden büyük olan;
Mustafa dayım bir gün, bugünkü gibi iyi hatırlıyorum ve henüz 4-5 yaşında bulunuyordum, öğleden sonra idi.
Annem dış kapının önünde dizi bükülü otururken, dayım annemin yanı başında ayakta durarak, sert ve kızgın bir şekilde anneme kızıyordu.
Ben çok üzülüyordum fakat bir şeyde yapamıyordum.
Dayım anneme istemiş olduğu kolonyayı almadı diye, annemin dizine öyle vuruyordu ki, bir bilseniz, için kan ağladı.
O an dayıma olan kızgınlığım ve şahit olduğum olay, hala aklıma geldikçe hayıflanıyorum, ve ne kadar çok üzüldüğümü anlıyorum.
Anneme vurduğu ve kızdığı için, sinemde mahkum ettiğim dayım, kibirli, kimseyle konuşmayan havacı astsubay olan bir kişiydi.
Oysa ki; o yaşadığım olaya kadar,dayım bizlere hiç şefkat göstermese dahi, asker olduğu için ona gıpta ediyordum ve böyle bir dayım var diye seviniyordum.
Zeki dayım ise; kara takım kabilinden sayılan, Mustafa dayımın tam zıttı bir kişiliğe sahip, mütereddit hali eksik olmazdı.
Hanımı öğretmendi ve ondan son derece çekinirdi, fakat alçak gönüllü olması ve bizlerden sevgisini esirgememesi çok özeldi, oda asker ve karacı bir astsubaydı.
Benden bir yaş küçük teyzem, oldukça insancıl, her iki dayımdan farklı, biraz tok sözlü, Ankara adli tıpta görevli bir doktor olarak çalışıyordu.
Büyük ablam Ankara da, Çincin bağlarında, iskeletçi ustası olan beyi ile, kahırlı günler geçiriyordu.
Zira beyi beşer olmaktan kurtulamamış, işe gitmeyi istemediği için adeta sürünerek gidiyor ve acıdır ki, evinin ekonomik durumunu pek önemsemiyordu.
Akranlarının çok gerisinde kaldığının farkına dahi varamıyordu.
Ablamın göz nuru dökerek, el işleriyle kazandığı küçük paralarla idare etmeyi içine sindiren, ay içinde 2-3 hafta çalışan ve sonra kaytaran zavallı, fakat iyi niyetli bir insan diye tanıyabiliriz.
Küçük ablam Almanya da beyi ile çalışan, oldukça çile çekmiş, gençliğini bir gün olsun yaşayamamış, kahırla gününü geçiren, sevgiye susamış bir insandı.
Her iki ablamda, maalesef annemin mantıksız, plansız, acımasız ve manasız kararlarından dolayı, çok küçük yaşlarda talihsizce, seçeneksiz ve istemedikleri halde birer evlilik tecrübeleri olmuştu.
Şimdiki eşleri, bu durumları bilerek ve de isteyerek, ikinci evliliklerini yapmışlardı, yıllar geçti 30-35 yıl oldu, hala mutlu ve umutlu bir şekilde geçinip gidiyorlar.
Ben evimizin en küçüğü olduğum için, küçük ablamla üç yaş, büyük ablamla beş yaş farkımız vardı.
Çok küçük yaşlarda iken yaşadıkları bu talihsiz evlilikler, benim ruhumda çok derin yaralar bıraktı.
Şahit olmak zorunda bırakıldığım bu trajikomik olaylar, kanıma dokunuyordu, fakat seyretmek zorumda kalıyordum.
Karar veren annemdi, mağdur olanda ablamdı, sırf bu açmazlar, içimi dağlıyordu ve hiçbir şey yapamamanın acısını ne yazık ki,yıllarca içimde yaşadım.
İçimden annemi suçluyorum o an, yanımız da bulunmayan ve Ankara da yaşayan dayılarımdan dahi medet umuyordum.
Bu üzücü olaya birileri engel olsunlar diyerek etrafıma bakınıyordum fakat, nafileydi.
Bir taraftan annemi de düşünüyorum,fakat bir türlü suçlayamıyorum.
Çünkü henüz beş günlükken annesi ölmüş, iki analık elinde büyümüş, fakat neler çekmiş bir bilseniz, yazmaya kalksam, muazzam bir kitap olurdu.
Aklını kullanmamış, tecrübelerini mukayese etmemiş, dost ve ahbaplarını, neye göre seçeceğini bilememiş, biraz gözü pek, fakat zavallı olan, beşer olmaktan kendini kurtaramayan bir insan.
Sevgili babam, “dünya varmış, yar yokmuş bana ne” kabilinde olan, oldukça saf bulunan bir kişiliğe sahipti.
Caddeden karşıya geçmek için, bir kaldırımdan diğerine geçerken, en az beş defa araç geliyor mu diye bakıyordu.
Araç yoksa dahi karşıya, koşarak geçmeyi marifet sayarak, canının kıymetini biliyordu, fakat maalesef hanımına ve çocuklarına duyarsız kalıyordu.
Evin her türlü ihtiyacını ve yükünü, hanımına bırakan, kızdığı zaman gözü kararan, kendi halinde zararsızdı.
Bir ideali yoktu, hedefi bulunmuyordu, dedikodudan ve lüzumsuz sözlerden uzak kalırdı, beşer olmaktan kendini kurtaramamış iyi bir insandı.
Allah’tan akrabalar vesile olmuşlarda, Sümer bez fabrikasına girerek, iş bulmuşlar ve idarecilerin kurduğu kooperatiften nihayet bir ev sahibi olmuşuz.
Çok küçük yaşlarımda hatırlarım, babamın maaş alacağı zaman, Sümer’in kapısında beklerdik, bulamayınca babamı sabahçı kahvelerine gider arardık.
Yoksa mesai arkadaşları, kandırarak kötü olan yollara götürürler ve babam maaşı tüketmiş olarak, eli, avuçu bomboş halde eve gelirdi.
Daha hala sevgili babamın, beni bir gün kucağına alarak sevdiğini ve benimle ilgilendiğini, ve hatta kucağına alarak oğlum dediğini, maalesef hiç hatırlamıyorum.
Ben içimde hissettiğim, sevgi ve şefkat yokluğunu, babamı ve annemi daha çok severek, bilakis onlara bunu gösteriyordum, hatta birer çocuk gibi ilgilenerek, günlerimi geçiriyordum.
İşte o nedenle, Yahyalı kavacıkta yaşadığım güzellikleri ve sevincimi, bu insanlarla paylaşamazdım, zaten namaz dahi kılmıyorlardı.
Namaz dedim de; yakınlarıma yararlı olmak adına yaptıklarımı hatırladım.
Sevgili babama, anneme, ablalarıma namaz konusundaki, hassasiyeti ve önemini anlatarak, onların psikolojilerini bilmem sebebi ile çok zorlanmadım.
Bir Müslüman olarak, namaz kılmamak gibi bir lüksleri olmadığını ve başka bir kurtuluş yolu bulunmadığını izah ediyordum.
Zaten cehennemden bir ölçüde farksız olan, maneviyattan yoksun yaşantıları, daha fazla uzun süremezdi ve sürmemeliydi.
Bu konunun bir başka seçeneği yoktu, bu aşamadan sonra olmamalıydı, onlara bildiklerimi, dilimin döndüğünce anlattım ve olmazsa olmaz şartımı arz ettim!
Namazlarına başlamadıkları taktirde, onları terk edeceğimi, daha mı olmadı reddedeceğimi söylemek durumunda kaldım ve onlara bir mühlet verdim.
Rabbime sonsuz şükürler olsun ki, hepside namazlarına başladılar, Kur’an okumayı öğrendiler ve ben evlatları, kardeşleri olarak fevkalade huzur buldum, rahatladım ve o bu nedenle, en yakınlarıma karşı görevimi yaptığıma inanıyordum.
Yahyalı kavacık ziyaretimi ve orda yaşadıklarımı, arkadaşım Mehmet’e anlatarak, onunla hemhal oldum ve sevindim paylaştım. Mehmet te bende yaşamış gibi oldum, Allah senden razı olsun, diyerek sevincini izhar etti.
İşten servisle eve geliyordum, servis yeni mahalle meydanda durarak, burada inecekleri bekliyorduk.
Yorgundum, Mükremin hocayı, dolmuşun kapısını açarken fark ettim, bana yönelerek servisin yanına geldi.
Ve sevgilim ne diye inmiyorsun aşağıya, inan ki bak seni çok özledim ve asla bırakmam diyerek, kolumdan tuttu ve servis aracından aşağıya çekerek indirdi.
Sarılıp kucaklaştık, yine meşhur derviş bakkaldan bir karpuz alarak, hemen orada bulunan bir kasa üzerinde, keserek ikramda bulundu, çok ikram olmuştu sağ olsun, Allah geçmişlerine rahmet eylesin.
O an aklıma geldi ve Yahyalıda yaşadığım, unutulmaz hatıramı bir solukta sevgili Mükremin hocama da anlattım.
Dizlerime ellerini koyarak, o kadar şaşırmıştı ki, sanki rahmetlik babasını yeniden görmüş gibi sevinerek, anlatmaya devam etmemi arzuluyordu.
Meğer Hafız Mükremin hocam da, Hacı Hasan efendi diye bilinen ve benimde sohbetinden çok etkilendiğim zatı muhtereme intisaplıymış.
Bunu bilmiyordum ve o an öğrendim,fevkalade sevinmiştim.
Müsaade isteyerek, vedalaşıp ayrıldım, fakat yorgunluğumdan eser kalmamıştı, yeniden şarj olmuştum ve sükunete ulaşmıştım.
Bu kadar kısa bir zaman diliminde, bu kadar farklılaşmayı, nasıl ve ne şekilde izah edecektik.
Bizlere bu imkanları bahşeden, hiç ummadığımız anda vesile kılan Allah’a, nasıl şükretmeyelim ve niçin bundan mahrum kalalım.
Ankara’daki ablamın beyi, sürekli mektup yazıyor ve Kayseri’ye yerleşmek istiyordu, benden yardım ve destek bekliyordu.
Bende en yakınlarımın her zaman, etrafımda olmalarını isterdim, çünkü küçüklüğümde ve gücümün yetersiz olduğu zamanlarda, yardımcı olamadığım ablalarıma bir vefa borcumun olduğuna inanıyordum.
Dolayısıyla yanımda olurlarsa, gözüm arkamda kalmaz ve elimden ne geliyorsa, katiyen esirgemez yardımlarına koşardım.
Zira bacılarım her zaman, benim için son derece önemliydiler. Ama ne zaman ve nereye kadar, bu tespitlerinde çok iyi yapılması gerekmektedir.
İş verenimiz Şaban beyler, organize sanayi bölgesinden bir arsa almışlar ve oraya fabrika kurmayı planlıyorlardı. Sık sayılacak kadar, toplantılar yapıyorlar ve durmadan araştırıyorlardı.
Bizde mutat olan işimizi yapıyor, günlerimizi geçiriyorduk, iş yerine sadece Milli gazete geliyordu ve bende fırsat buldukça bu gazeteyi okuyordum.
Fakat çok istikrarsız ve belli olmayan vakitlerde geldiği için, okuma şevkimizi azaltıyordu.
Gazetenin temsilci olduğunu bildiğim, Zeki Yılmaz isminde ki kişiye, neden böyle aksamalar oluyor ve şikayetçi olduğumuz halde, hala aksamalar devam ediyor diye sorunca, gözlerime baktı ve bir ah diye soluk aldı.
Siz bu gazetenin nasıl ve hangi koşullarda, alınarak dağıtıldığını bir bilseniz, bizlere sadece dua edersiniz deyince, zaten merak etme onu yapıyoruz, dedim.
Fakat sorun nedir, diğer gazete aboneleri niçin böyle sorunlar yaşamıyor, diyerek Zeki Yılmaza sordum?
Bayilerde neden erken saatlerde bulunuyor, yoksa siz başka yerden mi alıyorsunuz gazeteyi, diye yeniden sordum.
Tabi ki biz, bir kısmını Hürriyet gazetesinin sahibi olduğu ve Kayseri de bulunan Burçak dağıtım bayisinden alıyoruz, dedi.
Abonelerden ücretleri toplayamayınca gazete bayisine ödeme yapamıyoruz, dolayısıyla Milli gazeteyi almak ve abonelere dağıtmak için bayiden o günün gazetesini alamıyoruz dedi. Bana oldukça garip gelen bu mazereti söyleyince.
Yinede içim yandı, fakat başkaca sorunların olacağını tahmin ediyordum.
Zira düşüne biliyor musunuz, bir esnaf şehri olan Kayseri de abone paraları toplanamayacak!
Ve bu nedenle son derece aktif olan bir gazete, dağıtılamayacak, öylemi diyerek yeniden sorunca?
Zeki Yılmaz efendi de, müsait olduğumda bir ara geleyim, sorunları teferruatlıca konuşuruz, diyerek ayrıldı.
Yalnız bu durumu içime sindiremedim, sinirlendim, nasıl böyle bir gazete, yüz elli aboneye dağıtılır ve desteklenmez ve sahipsiz kalır?
Bunların bir izahı olmalıydı, dolayısıyla Zeki Yılmaz efendi, gazete dağıtmaya geldikçe, samimiyeti artırdım ve problemin kaynağını tespit ettim.
Temsilci olan Zeki efendi, aynı zamanda kanepe, halı vs. pazarlayarak, ticaretle de uğraşıyormuş, her ne olduysa zarar etmiş.
Zeki Yılmaz paraya sıkışınca, daha önce müşterilerinden sattığı mala karşılık, onlardan teminat adına aldığı, ne kadar açık senet varsa, hepsini icraya koymuş.
Borçlarını ödemiş bulunan ve bir kısmını ödemeye devam eden, müşterilerin hiç birini ayırmamış, bunu hareketi anlayabilmek tabii ki mümkün değil.
Evlerine icra memuru giden bu insanlar,şaşırmışlar ve sinir küpü olmuşlar, bir insana güvenmişler, borçlarını ödedikleri halde senetleri dahi almamışlar, nereden bilsin bu insanlar, başlarına gelecek bu talihsiz olayı.
Asıl olan, sadece güven noktasında ki zannımız değildir.
Tedbiri asla güvenden ayrı düşünmeyerek, alınması gereken önlem ve olması gereken her şeydir.
Zira insandır bu, nefsine, iblise kapı araladı mı, çıkış yollarının kolay olduğunu, hiç durmazlar,telkin ederek hemen öğretirler.
Dolayısıyla aklını, mantığını, tecrübesini ve özellikle bilgisini bir kenara bırakarak, muğlakta kalmayı başarırlar ve ne yazık ki duygularının emrine girerler.
Netice ne itibariyle, güvenen ve maneviyatına önem veren, bir okur kitlesinin, dini nitelikte sayılabilecek, yayın organı durumundadır.
Bu milli gazeteyi, ahdine vefa göstermeyen, güvenilmeyen, topladığı abone paralarını şahsi borçlarına vererek, gazeteyi ipotek altına aldırmayı başarmış.
Devamlı kendine acındırarak, adam olma vasfını hoyratça harcayan, bir kimlik sahibi ve herkesten medet uman aciz bir vatandaş portresi.
İşte ben temsilcilik yapan Zeki Yılmazı tanıyarak, bu tespitleri yapmak durumunda kaldım ve bu kanaate vardım.
Böyle bir kişilik sahibi bulunan birey, bu gazetenin asla temsilcisi olamaz ve olmamalıdır dedim. Daha sonra ilgililerin maksatlarını ve düşüncelerini öğrendim.
Görüşebildiğim insanların geneli biliyoruz fakat, çaresiz kalıyoruz diyorlardı. Tabi ki bu gerekçeler de manasızdı, sabırla sineme çekildim ve çalışmaya devam ederek, sırlarıma havale ettim.
Organize sanayide kurulacak fabrikanın, temelleri atıldı, bir zaman sonra, beton atma işleri bitmişti ve duvarları örme vakti gelmişti.
Çalışan, elinden iş gelen elemanlar, servis kamyonunun arkasına briketi doldurarak, fabrikaya boşaltıyor ve böylece birkaç servis yapıyorduk, yani kısaca inşaat işleriyle daha çok uğraşıyorduk.
Ellerimiz derileri açıldı, yara oldu, yoruluyorduk, öğle yemeği olarak ta, hiç yağda pişmemiş, eti dahi bulunmayan,yani mideyi tutmayan sebze türlerini yiyorduk.
Mırıldananlar, hak arayanlar çoğalmıştı, bizler amele miyiz ki, bu işlerde çalıştırılıyoruz, o halde yevmiyemizi neden o hesaptan yapmıyorlar, diye haklı gerekçelerle soru soranlar ve bizleri cevap bulmakta yoranlar çoğalmıştı.
Çünkü bu müessesenin sahibi bulunan yönetici insan, vatandaşlar gibi İslâm’ı, sadece bir din olarak görmüyorlardı.
İslâm’ı bir hayat nizamı olarak değerlendirerek, bu düşünceden uzak bulunan insanların, kimlik sorunu olduğunu söylüyorlardı, bu nedenle farklı bir konumda bulunuyorlardı.
Fakat maalesef, iyi çalıştırmanın haricinde, çalışanların lehlerine tezahür edecek, müspet bir adım katiyen yoktu ve bulamıyorduk.
Bu bakımdan, diğer iş yerlerinden hiçbir farkı bulunmuyordu, ben artık arkadaşlara cevap bulmakta tıkanmıştım, bu sebeple sürekli şehir dışına çıkmak istiyordum.
Bunları kime anlatacaktım, nasıl izahat yapacaktım, İslam’ı kimlik olarak almış, belki dinimi daha iyi yaşarım düşüncesiyle, tarikata balıklama atlamış gibiydi.
İş yerinde çalışanların dertlerinden habersiz, zira oldukça ilgisiz bulunuyordu, çalışan elemanları eniştesi Ali Şahan beye, havale ederek yükü üzerinden atmış, ve küçük kardeşi Recep beyi, her şeyden sorumlu idareci yapmış görünüyordu.
Oldukça çalışkan, sabah erkenden kalkan, sürekli araştıran, insanları kırmaktan sakınan, sabrı kuşanan, iyi huylu, oldukça uyanık, ibadetine düşkün, kıyafetini yakıştıran, hafızasına güvenen ve bol hırsı olan, bir insandı Şaban ağabey.
Ablam, eniştem artık benden haber bekliyorlardı, onlara buradan bir ev tutarak, Ankara dan, Kayseri ye gelmelerini sağlayacaktık, enişte beye iş buldum, bekleniyordu fakat, çok zorlanıyordum kiralık ev yoktu.
Sabah namazından sonra Mükremin hocama, sevgili hocam, ablamgili Ankara dan getireceğiz, lakin acilen bir kiralık ev bulmamız gerekiyor, bize bu konuda yardımcı olursanız, büyük sıkıntıdan kurtarırsınız dedim.
Sağ olsun hocam da, ne demek, elimizden geleni esirgemeyiz, hemen eşe dosta haber vererek arayalım, ama çok acilse, bizim bir bodrum var birlikte bakalım deyince içimde çok rahatladı.
Çünkü her kiralık evi tutabilecek durumları yoktu.
Bodruma baktık fena değildi, hiç yoktan iyiydi ve idare eder gibi görünüyordu, yanız hocamın bizden bir ricası vardı.
Bu rica şu imiş: televizyon seyretmek tamamen yasak ve radyoyu da yüksek sesle dinlemek, mümkün değil diyordu.
Enişte beyle bu sorunları konuştum, bu koşullara rağmen şartları kabul etti ve kira bedeli karşılığında hocamın evini tuttuk.
Henüz iki gün dahi geçmeden, eşyalarını yükledikleri bir kamyonla, sabah erkenden çıkıp geldiler.
Sabah saat 05 ten sonra aceleyle hemen, iş kıyafetimi giyerek hızlı bir şekilde, Hafız Mükremin hocamın, oturduğu apartmanın önüne geldim.
Kiraya tuttuğumuz evin, anahtarını hocamlar dan alarak, eşyaların taşınmasına müsait hale getirecektim.
Apartmanın bahçe kapısı olan, metal dış kapıyı açarak ilerliyordum ki, karşıma aniden bir bayan çıktı. Çok kısa süren ve bir anlık diyeceğimiz karşılaşmada, bayanın dikkatimi çeken tarafları şöyleydi:
İnsana suhulet rahatlığını veren bir yüz ifadesiyle, üzerine yeşil ağarlıklı, beyaz ve füme renklerin desen halinde serpiştirildiği emprime kumaştan bir elbiseyi giymiş bulunuyordu.
Hiç görünmeyen saçlarını, renkli bir yazma ile kapamış, elbisenin etek uzunluğundan artan bölümü, pazen bir pijamayla tamamlamış görünüyordu.
Ayağına terlik giymiş, fakat çorap bulunmuyordu, böyle bir vaziyette, karşıma aniden çıkan aynı bayan.
Zayıf olmayan, yüzü kızaran, konuşmakta zorlanan bu güzel kızcağız, elindeki anahtarı uzatarak, hacı abi,evin anahtarını getirdim buyurun dedi.
Belki gariptir fakat o an, oldukça hoş bir his ılık, ılık içime aktı.
Peki bacımız teşekkür ederim diyerek, anahtarı elinden aldım ve geriye dönerek beni bekleyen çalışmalara koyuldum.
Eşyaları indirerek yerleştirmeye gayret ediyorduk,ablamlar aniden ve erkenden geldikleri için, kimseye de söyleyememiştik, dostlar nasıl yardıma gelinsinler.
Saat 10.00 civarıydı,annem soluk soluğa gelerek,beni bir kenara çekti, oğlum kızmazsan, sana bir şey söyleyeceğim dedi.
Tamam anne söyle kızmam dedim,
Söz ver demesin mi,ya anacığım her neyse haydi söyle,işimiz çok, bunu sende biliyorsun ve hala beni oyalıyorsun bak deyince bir solukta.
Bak oğlum, hocanın evindeki hanım kızla tanıştım ve hocanın kızı olduğunu öğrendiğim.
Çok beğendim bu kızı, kibar mı kibar, hanım hanımcık,cana çok yakın öyle tanıdım, sende bir şekilde gör, benim şimdiye kadar, hiçbir kıza böyle içim ısınmamıştı, ne olur beni kırma diyerek yalvarınca.
Anacığım belki yanılıyorsun, hocanın kızı falan değildir, belki gelinidir, kendini boş yere heveslenerek yorma.
Eğer hocanın kızı olsaydı, mutlaka benim duymam lazımdı,haydi ben duymadım diyelim, fakat en azından Mehmet duyardı,dedim.
Annem, benin kararlı ve kendimden emin tavrımı görünce, tereddüde düşerek,üzüntülü bir vaziyette yanımdan ayrıldı, ben yeniden işlere daldım.
Belki kırk beş dakika sonra,annem yeniden,yukarı kattan hızlı indiği için, nefes nefese büyük bir sevinçle,yine yanıma geldi ve oğlum inan ki bak, hocanın kızıymış, gelini değilmiş,tekrar tekrar sordum aynısını söyledi bana dedi.
Baktım ısrarlı ve çok kararlı,nereden biliyorsun,nasıl tanıyorsun,bu tespitleri ne zaman yaptın deyince.
Evladım siz eşyaları indirirken, beni evlerine davet ettiler,bende olur diyerek yukarıya çıktım, hocayı göremedim, neredeyse yok, ailesiyle tanıştım.
Mutfakta sizlere kahvaltı hazırlamak için,kızartma yapan hanım kızla, usulca konuştum,bizzat ona sorarak,hocanın kızı olduğunu öğrendim.
Hocanın evinde bekar üç kızı varmış, bir de tanıdığım kızın, küçüğü olan oğlu varmış, toplam sekiz kardeşlermiş, ağabeyleri ve üç ablası evliymiş,diye söyleyince.
Şaşkınlık annemden bana geçti,tamam anacığım iyice,eksiksiz neyin ne olduğunu iyice öğrenelim ve daha sonra karar verelim dedim.
Ama emin ol anne,bana söylediklerin doğru çıkarsa ve geçineceğine inanıyorsan benim hocamın kızını görmeme gerek bile yok dedim.
Böyle bir insanın kızını, gözlerim kapalı olarak ve büyük bir huzurla kabul ederim, sen merakta kalma olur mu diyerek ayrıca tembihledim.
Allah razı olsun kısa bir zamanda çok güzel hazırlık yapmışlar, fevkalade bir sofra hazırlamışlar.
Üzerine kıyma serpilmiş, biberlerle süslenmiş, domateslerle diriliği sağlanmış, patateslerle donatılmış enfes bir kızartma, yanında yumurtalar haşlanmış, peynir ve çeşitli nevalelerde cabası.
Bu sofranın hazırlanış biçimi dahi, mutmain olmama,huzur bulmama yeterli bir sebepti, zira bayanların, hanımefendi olma istidatları, her bir eylemlerinde ve özellikle hizmetlerinde en bariz şekilde kendini gösterirdi.
Zarafet,estetik,dizayn ve mükemmeliyeti sağlayan faktörler, eğitim alınmadan ve düşünülmeden bir araya gelmeleri mümkün değildi.
Bizler ise düşünen insanlara hasret kalmıştık.
Çünkü toplumda mantıklı ve anlamlı yaşamanın eksikliği, o kadar fazla gözleniyordu ki, manasızlık ve malay anilik, alelâdelik ve tembellik, sanki at başı, yarışına çıkmışlardı.
Ben henüz askerliğimi yapmadan, kesinlikle evlenmeyi düşünmüyordum,şartlarım elvermiyordu ve kanaatim bu yöndeydi.
Fakat öyle enteresan ki, şimdi farkında bile olmadan, evliliği düşünmeye ve hayalini kurmaya başlamıştım.
Evet annemin söyledikleri aynen doğruymuş,hocamın kızıymış o nedenle, fazla söze gerek yoktu, kararımı vermiştim ve anneme dedim ki;
Anacığım hiç çekinme artık önün açık,benim kızı görmediğime tasalanma sen, gönlüm huzurlu,içimde hiçbir kaygım yok emin ol dedim.
Hocam gibi bir insanın kızına talip olmam ve bu yönde kısmetimin çıkması, oldukça manidardır.
Özürlü dahi olsa kabulümdür, yeter ki yaptığı her bir şeyi Allah rızası için yapsın ve her yaptığının bilincinde, farkında ve şuurunda olsun, bundan daha fazla ne isteyebilirim diyerek devam ettim.
Sen hangi vakit, uygun görürsen, hocamın kızına talibim, damatlığına aday olduğumu, tez zamanda söyleyin,diyerek müsterih olduğumu ifade ettim.
Benim ve annem açısından bir mesele kalmamıştı ve artık karar verilmişti,hocalara dünürcü gidilecekti.
Baharat sevkıyatı için, Adana istikametine gidecektim.
(devamı nakşeden izler 8 de)

Mustafa Cilasun
Kayıt Tarihi : 5.7.2007 11:00:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Mustafa Cilasun