Gözlerinden uyku akıyordu zavallıların, böyle işin en can alıcı vaktinde çalışan birey, zinde ve görev bilincinde, rızkının peşinde olamazsa, başarıda o nispette zayıf olur elbette.
Böyle bir insan, o saatte gözüne ilişen önemli bir parayı bulsa, inanıyorum ki gözleri fal taşı gibi açılır, uyku falan kalmaz, bunun sebebi nedir illaki belli.
O an bulunan para, her anda kaybolur, yok olur, ter dökmeden, emek vermeden elde edilen her şey bir şekilde buharlaşır.
Dolayısıyla acıkmayan bir insan, oburluğundan eline geçen her yiyeceği, hiçbir sınır tanımadan yiyebiliyorsa, böyle bir insanın irade ve istidat duyarlığı kaybolmuştur.
Binaenaleyh bu gazetecilik mesleği araştırmayı, tahmini, refleksleri, bilgiyi ve en önemlisi de hızı çok sever.
Plan, prensip ve iş disiplini dahilinde zor günleri aşmıştık, çalışan arkadaşların maaşları, günlük giderler ve kira parasını şimdiye kadar kimseye söylemediğim!
Fakat şu an sizlerle paylaştığım, sevgili eşimin göz nuruyla ilmek ilmek,her sırasında besmele çekerek!
Sabahları erkenden kalkarak, beni yolcu ettikten sonra, aile bütçemize katkıda bulunmak için,oturup dokuduğu halıyı satarak karşılıyordum.
Bunu kimse bilmiyordu, ne yiyoruz, nasıl geçiniyoruz, masrafları neşelik de karşılaşıyoruz kimse tarafından merek edilerek sorulmuyordu, zannedilen ise çalışan herkese gazeteden maaş geldiği veya karşılandığı noktasındaydı.
Oysa ki hiç alakası yoktu, ne maaş, ne gazete hiçbir şey yoktu, sadece reklam alınırsa onun bir kısmı veriliyordu.
Daha önceleri İstanbul dan belirli sayıda gazete geliyormuş, fakat bunu da yasal olmadığı gerekçesiyle ana bayi engellemiş, çünkü taahhütleri öyleymiş.
Ben abone sayısını artırmak için çok çalışıyordum, bir Java motorum vardı, on iki ay üzerinden hiç inmezdim, bu bakımdan oldukça hızlı ve dakiktim.
Cenabı Hakka şükürler olsun ki, 150-200 olan abone sayımız 1200 adeti bulmuştu.
Her gün okurumun eline gazetem ulaşsın diye, 11adet olan abonemi, mağdur bırakmamak maksadıyla, motorumla her gün bu11 gazeteyi her gün Taksana götürürdüm.
Bu götürdüğüm gazetelerin, benzin masrafını karşılaması mümkün değildi, fakat ben gazeteyi götürürken şu düşünceyi taşıyordum.
Sıladan, gurbetten, dünya insanlarından sıcak haberleri maksatsız bir ölçüde yazan, çözümler sunan, aynı zamanda eğiten bir mektup veya dostlardan geleceği merakla beklenen haberler ve hareket yelpazesinin bir pusulası olarak telakki ediyordum.
Gazetemiz adeta şaha kalkmıştı, sosyal ve kültürel amaçlı hediyeler vermeye başlamıştı.
Bunlardan halı seccade, battaniye ve üç aşamalı, oldukça güzel kalarmatikler, bunlar aynı zamanda kupon karşılığı verildiği için, fiyatının çok altında okuyucuya ulaştırılıyordu.
Dolayısıyla oldukça hareketli ve yoğun bir şekilde çalışıyorduk, şehrimizdeki gazetecilerin gündemine girmiştik, başarılarımız konuşulmaya başlamıştı.
Ben birkaç gazeteden teklifler almıştım, beraber çalışalım diye fakat bu tekliflerden daha çok beğendiğim, ana bayilik yapan ve Burçak dağıtımın sahibi olan Mustafa beyin şahsıma iltifatta bulunmasıdır.
Dünya gazetesinin temsilciliğini almamı teklif etmesi ve ısrarcı olması benim için önemli bir olaydı.
Teşekkür ederek teklifini geri çevirdim, çünkü biz bu işleri görev ve hizmet bilinciyle yapıyorduk.
Başka türlü izahı mümkün olabilir mi, hiçbir kazancı olmayan, masrafları cebimizden çıkan, böyle bir işe kimler sahip çıkar ki!
Halı seccadeler gelmişti, üç renkti, en çokta yeşil rengi tercih ediliyordu.
Fakat o rengin sayısı sınırlıydı, tarafımdan yapılması gereken, çuvalların ağzını tam açmadan, sıraya giren herkese, rengini dahi görmeden, kısmetine düşeni almasını sağlamaktı, böylece gayet güzel ve uyumlu gidiyordu, itirazlar kesilmişti.
Bu konuda o kadar titiz davranıyordum ki, bacım dahi geldi, o da herkes gibi kısmetine düşen rengi alarak ayrılmıştı.
Yine bir gün dağıtım devam ediyordu, gürültü duyuldu, elemanlara hayırdır ne oldu diye sorunca, sırayı ihlal ederek öncelik ve ayrıcalık isteyen, biraz tanıdığım, kentimizin elektrik kurumunda çalışan, Abdullah isminde mülayim görünen, aslında hiçte öyle olmadığını hareketleriyle ispatlatan bir insan tanıdım.
Konu neymiş bu beyefendi kardeşimiz, istediği rengi almak durumundaymış, sebepte kendisi bu davanın insanıymış, yani olay bu kadar basitmiş.
Dinledim, sakinliğe davet ettim, örnekler gösterdim, hala ikna olmuyordu,çuvalın içinden beğendiği renge bakarak alacakmış, kabul etmem mümkün değildi, şimdi gidinde başka bir gün, daha sakin olarak gelin dedim.
Fakat ne mümkün, ikna olmuyordu, ben kişilik olarak kavgaya, gerginliğe müsait yapıda bir insan değilim, sakinliği ve huzuru daha çok severim.
Baktım ki insanlar galeyana gelecek, adamı tepeleyecekler, dayanamadım müdahale ettim, derhal burayı terk et, yoksa aşağıya atarım seni diye bağırdım.
Adam şaşırmış olmalı ki, gözlerime baktı ve hiç seslenmeden bir adet halı alarak, kafasını sallayarak bunu unutma, sana gösteririm der gibi kafa sallayarak ayrılıp gitti.
Bizim arkadaşımız olduğunu söyleyen bu enteresan insan, bize göre yanlış tutumuna göz yumulmadı diyerek selamı ve konuşmayı yıllarca kesti, bir mecliste karşılaşırsak bile hala kinle,husumetle bakıyor.
Ne enteresandır ki, bu insan yıllarca, Hak geldi, batıl zail oldu diyebiliyordu, ne hazindir ki, ben samimiyetine kesinlikle inanmıyorum, böyle bir insanla paylaşacak, ortak bir paydam bulunamazdı.
Gazetenin genel merkezinden İstanbul’a davet edilmiştik.
Her ay mutat olarak, il temsilcileri toplantısı yapılıyordu, o nedenle de epeydir gitmediğim fetih ve dünya kenti olan şehre yine gidiyordum.
Terminalden otobüsle ayrılmıştık, yanımda oturan arkadaş, kalabada bulunan kireç fabrikasında çalışıyormuş, elektrik mühendisi olduğunu öğrendiğim bu insan, orta boylu, biraz kumral ve konuşmaya müsait bir yapıya sahipti.
Epey sohbet yaptık, bazen uyukladık, zamanla çaylarımızı yudumladık, yolda seyir halindeydik.
Aracın kaptanı iki koltuk önümüzdeydi, arkasında oturan bayanla öyle sulu bir sohbete dalmıştı ki, tüm yolcular dikkat kesilmiş onları dinliyorlardı.
Aracın arka koridorundan bir adam geldi ve şoföre doğru yönelerek,ön kapının basamağında ayakta duruyordu, niçin orada durduğunu doğal olarak merak ediyordum, bu yüzden dikkat kesilerek bakıyordum, mavinden ikinci kaptan olduğunu duyarak öğreniyorum.
Bu arada araç aniden öyle bir sarsıldı ki, ön kapının orada duran ikinci kaptan, kolunu ve başını şiddetli bir şekilde ön göğüse çarptı, tabi olarak yaralandı ve kanın aktığı ön koltukta oturanlar tarafından görüldü.
Bu arada aracı sıkıştıran olmamış, önüne çıkan yokmuş, lastik patlamamış, çukur çıkmamış, peki ne oldu da araç böyle aniden sarsıldı, diye merak ederken!
İkinci kaptan kızarak geldiği yöne doğru ilerliyordu, tabi meseleyi tahmin etmemiz çok zor olmadı.
Meşhur kaptan bey, ikinci kaptanın boşta olduğunu anlayınca, direncini ölçmek için böyle bir eyleme kalkışmış, ne diyelim kaptanların duyarlılığını böylece panik yaşayarak anlıyoruz.
Haliç köprüsüne doğru yaklaşıyoruz, hava oldukça sisli, yerler çiğ düşmüş yaş ve tabi olarak kaygan, bizim kaptan için bu tehlikeli durumlar hiç fark etmiyor, sağ olsun arkasındaki bayanla, sohbete devam ediyordu, gülüyorlar, kahkaha sesleri geliyordu.
Artık sabrım kalmadı çok rahatsız olmuştum, ayağa kalktım şoföre ve bayana müdahale edecektim, kendine gelmelerini söyleyecektim, yanımdaki arkadaş, Mustafa bey gel boş ver, zaten az bir yolumuz kaldı dedi.
Kararlıydım, birilerinin keyfi uğruna, daha fazla rahatsız olamazdım, önümüzdeki koltuktan tutarak ilerliyordum ki, birden şoförün feryat ederek bağırdığını ve otobüsü durduramadığını fark ettim.
Kaptan arkasında oturan enteresan bayanla, yaptıkları muhabbetten dolayı dikkati dağınıktı, bu sebeple haliç köprüsünde kitlenen, trafik kazalarını hiç fark etmemiş, çok geç kalmış.
Frene dokunmuş ama ne mümkün, araç durmuyor kayıyor, hızda zaten mevcut, mübarek sanki kör gibi vardı, demir yüklü kamyona arkadan güm diye vurdu.
Şiddet ve sarsıntı oldukça fazlaydı, ön camlar kırıldı, direksiyon eğildiği için kaptan sıkışmış bağırıyordu.
Yol boyunca şoförün konuştuğu, fakat kimin nesi olduğu belirsiz bayanın, ağzı kanıyordu,fakat bu arada bağırarak terliğini arıyor, yolculardan ağzı, burnu kanayan, kolu kırılan oldukça fazlaydı, takriben kırk civarında araç birbirine girmişti.
Devrilen, deposu delinen, can çekişen, araçların altında kalan, çok sayıda insan vardı, aman ha sigara yakmayın benzin ve mazot depoları patlar diyerek anons yapıyorlardı.
Benim en çok dikkatimi çeken, seyir halindeyken, kimseyi umursamayan, kaptanla lâkırdı yapan bayanın, bir anda şoförü en büyük hain ilan etmesiydi.
Şoför can çekiştirirken, kemerinden aşağısına direksiyon kitlenmiş kıvranıyordu, yardım istiyorken, yol arkadaşı meçhul bayanının, bunları gördüğü halde, umursamadan sarsıntı nedeniyle, şoförün yanına düşen terliğini almak için, benden yardım istemesiydi.
Kaptanın feryadını duyarak, ben ne yapabilirim diye düşüneceğine, hiçbir öneme haiz olmayan terliğinin derdine, düşmesine ne demeliydi.
Dayanamadım, bağırıp durma behey kadın! Eğil ve dizini kır, terliğini şu aradan al, demek durumunda kaldım.
Fakat seyir halindeyken, bir hanımefendi gibi olabilseydi, tabi ki bende hiç tereddüt etmeden, terliğini alır kendisine verirdim.
Elimizden ne geliyorsa esirgeyemezdik, herkese yardıma koştuk, daha sonra kaza mahallisinden ayrılarak, gazetenin top kapıdaki, genel merkezine gitmek için, hedefime doğru yöneldim.
Ben genel merkezi iyice tanımak ve kanaat sahibi olmak için geziyordum,elimi yüzümü yıkadım yemek haneye çıktım ve çok şaşırdım.
İnsanın midesiyle alakalı bir mekanda bir tebessümü, neşeyi veya hoş geldiniz, nasılsınız demek hasletlerini hiç göremedim, adeta buharlaştığını, rafa dahi kalkmadığını yakinen gördüm.
İnanır mısınız, kadavra salonuna mı geldim acaba, diye kendime soru yönelttim, buz gibi bir mekan, muhabbet hiç yok, sanki bunlar dilleri yabancı insanlar, bakımsız odalar beni daha çok hayali sukuta uğratmıştı.
Toplantı vakti gelmişti, bizleri bir salona aldılar, salondaki atmosfer, diğer yerlerde gördüğüm kadar, soğuk değildi, tam tersi bir oluşumdaydı, umduğumuz kadar olmasa da kadavra salonu kadar da değildi.
Sadece bir fark vardı, ilk tespitlerim çalışanlar üzerindeki kanaatlerimdi, ikinci tespitlerim ise idarecilerden oluşan kadrodan ibaretti.
Yine bir çok soru ünlem işaretleri, bir anda zihnimi işgal etmişlerdi.
Gazetenin genel merkezindeki toplantıyı, sahibi durumundaki yönetici Mustafa Karahasanoğlu yönetiyordu.
Ülkü Kumral, Halil Gölve, Necdet Kutsal, Hasan Maden ve bir çok isimlerini yazamadığım yazar bulunmaktaydı.
Mustafa Karahasanoğlu bey açış konuşmasını, tespit ve tavsiyelerini yaparken en çok dikkatimi çeken, mimik ve ifade şekliydi, sanki karşımızda Erbakan hoca oturuyordu onu dinliyorduk.
Başarılı olan il temsilcilerine, söz hakkı veriliyordu.
Kendi illerinde ne gibi bir çalışma yapmışlar ki böyle bir başarıyı yakalamışlar, bu açıdan çalışmaları hakkında, anlatımları sağlanarak diğer temsilciler bilgilendiriliyordu.
Anlatılanların temsilcilere örnek olması ve çalışma prensipleri tarafımızdan özetleniyordu.
İl temsilciliğinde Kayseri, başarı sıralamasında üçüncü şehir seçilmişti.
Mustafa Karahasanoğlu bey özellikle, Kayseri temsilciliğinin, benden önceki tiraj durumuyla ve şimdiki durumun mukayese edilemez, olduğunu söylemesi, beni ayrıca sevindirmişti.
Ve benin için en önemlisi de başarı sıralamasında, ilk iki sırayı paylaşan il temsilcilerinin açık hesapları bulunurken,üçüncü olan Kayseri temsilciliğinin açık hesabı bulunmuyordu.
Bu rahatlık içinde, gazetenin daha çok başarılı olması için, yaptığım tespitleri ve temsilciliklerdeki temel problemleri sıralamıştım, haklı bulundum bu nedenle ilgililer notlarına kaydettiler.
Bizler için çok verimli bir toplantı olmuştu, artık ayrılma zamanı gelmişti.
İstanbul da ikamet eden ve amcamın oğlu olan yaşıtım Mehmet, sağ olsun her gittiğimde yakinen ilgilenir, elinden geleni esirgemez ve böylelikle beni ihya ederdi.
Mehmet beni top kapıdan uğurladığında Mehmet’i ve anılarımı düşünüyordum.
İstanbul’a ilk gelişimdi, Osman ağabeyimin düğünü vardı, o nedenle davetliydik, sevgili babam tek amcalarıydı.
Babam rahmetlik amcamın, iki yaş büyüğüydü, fakat amcam, babamın her işine yıllarca koşturmuş ve bu bakımdan da, babalarının hatırasına olan hürmeti, her zaman gösterirler ve bu konuda kusur etmezlerdi,ayrıca amcalarını da çok severlerdi.
Akşam düğüne gidecektik, vakit çoktu, biraz yorgunluk hissettim, Mahmut paşadaki dükkanın arka bölmesine uzandım, biraz uymuş olmalıydım ki, gürültü ve gülme seslerine uyandım.
Dışarıya çıktım, baktım ki bizim Mehmet ve dükkan komşuları beraberce mum tablalarını kırmaya çalışıyorlardı.
Kalınlığı sekiz santimden aşağıda olmayan, kırk çarpı otuz ebadında bulunan, mum kütlesine vurarak, kırmaya çalışıyorlardı.
Hararet oldukça fazlaydı, iki kişi denedi kıramadı, elleri acımış olmalı ki, ovalıyorlardı.
Orta yaşlı biri beni göstererek, Mehmet’e kim olduğumu sordu, amcamın oğlu Kayseri den düğünümüz için geldiler dedi.
Adam çok uyanık birine benziyordu, ana doludan gelen yiğitler sıkı olurlar, birde arkadaş denesin demez mi!
Ben zaten şaşkınlığımdan onlara bakıyordum, ne yaptıklarını anlamaya çalışıyordum.
Böyle bir teklifi hiç beklemiyordum, Mehmet bana şöyle bir tereddütle baktı, sen bilirsin dercesine sessiz bir şekilde kaldı.
Mehmet’in o masum hali olmasaydı, kesinlikle denemeye kalkmazdım, fakat neye mal olursa denemeye karar vermiştim, hedefim olan mum tabağına yaklaştım, nefes aldım, gücümü topladım, bu arada hiç kimseden çıt çıkmıyordu.
Gücümüm yoğunlaştığı kolumu, dolayısıyla bileğimi tereddütsüz bir şekilde, var gücümle öyle indirdim ki, insanlar daha da şaşırmış vaziyette bana bakıyorlardı.
Maalesef mum kırılmıştı, Mehmet bana sarılmıştı, bende hiç bozuntuya vermeden köşeme çekilmiştim.
Kimseye söylemiyordum fakat, bileğim ve elim iyi ağrımıştı, hiç sevinememiştim, bir müddet sonra ağrı azaldı ve böylece unuttuk gitti.
Akşam dükkanı kapatmıştık, herhangi bir mağazaya giderek Mehmet’e takım elbise alacaktık, birkaç yere baktık, sonunda bir yerden, beyaza yakın olan bir renk beğenerek, pantolonun hazır hale gelmesini bekledik ve nihayet aldık.
Düğün bitmişti, sabah Mehmet beni Ataköy plajına götürmek istiyordu, benim denize girmek adına ilk tecrübem olacaktı.
Olur gidelim diyerek ayrıldık, nihayet plaja girdik, üzerimizi değiştik, benim tenim hiç güneş görmemiş olduğundan, adeta bağırır gibi ortadaydı, fakat bu kimin umurundaydı.
Bu benin denize ilk girişimdi, fakat yüzmeyi biliyordum, yılana sarılmamak için öğrenmiştim, samırsaklı ırmağında, oysaki yüzmeyi öğrenmek oldukçada basitmiş.
Öğrenmek için ne yapmıştım, Ahmet’ten, Mehmet’ten yardım istememiştim.
Su yüzünde yüzerken gördüğüm, beyaz fıs fıs diye bilinen, beyaz eşyaları korumak maksadıyla aralarına konan, suyun batırmaya gücünün yetmediği nesneyi, karnıma kemerle bağlayarak, kendimi suya atmıştım.
Öyle yüzüyordum korkum yoktu, saatlerce sudan çıkmıyordum, yorulmuştum dinlenmek niyetiyle sudan çıktım ki, karnıma bağladığım fıs fıs yoktu.
Şaşırdım kaldım, ne zaman çıktığını hiç fark etmemiştim, hemen tekrar suya daldım ki, yüzmeyi aslanlar gibi öğrenmiştim ve buna da çok sevinmiştim, dolayısıyla kendime olan güvenimi tazelemiş ve ayrıca kuvvetlendirmiştim.
Plajda rasgele yüzüyorduk, ilk defa bayanları plaj kıyafetiyle görüyordum, ama inanın hiçbir cazibesi bulunmuyordu, rahatsız bile oluyordum.
Böyle kendi halimde yüzerken, sırtımdan birisi aniden bastırınca, ilk defa deniz suyunu yutmak zorunda kalmıştım.
Deniz suyu, biraz tuzlu ve balık kokusunu içinde barındırıyordu, yutmak zorunda kalanlar için, hiçte keyifli olmayan bir durumdu, rahatsız olmuştum, böyle gafil avlanmak, benim hiçbir zaman tarzım değildi.
Sağ olsun amcazadem Mehmet zahmet buyurmuş ve beni sırtımdan suya batırmış, içimden tamam canın sağ olsun diyerek yüzmeye, o unutana kadar, devam ettim.
Suyun içinden giderek ters döndüm ve Mehmet’in göbeğinin altına geldim, belini kavrayarak onu dibe çektim ve bir müddet sonra bıraktım.
Mehmet çok korkmuş olarak dışarı çıktı, birazda su yutmuş tabi.
Misafir olduğum ve birazda yufka yürek taşıdığımdan, onun kadar acımasız davranamazdım, fakat ilk tecrübem olduğu için bu olayı hiç unutamam.
Artık vakit gelmişti, Kayseri’ye dönüyordum, yanımda hürriyet gazetesinin muhabiri olduğunu söyleyen bir arkadaş oturuyordu, birlikte seyahat ediyorduk.
Gecenin bir vaktinde gözlerimi nispeten dinlendiriyordum, saat 03.45 gösterdiği bir zaman diliminde, araçta bir hareketlilik olduğunu, kulağıma gelen farklı ve ahenk siz seslerden fark ettim.
Göz kapaklarımı aralayarak bir baktım ki, ters yönde duran bir araç, yolun ortasına usulsüz durmuş, üstelik uzun farlarını yakmış ve böyle bir vaziyette, el kol hareketleri yapıyordu, telaşlandık, bir şeylerin ters gittiğini anladık.
Nihayet otobüs durdu ve biz araçtan aşağıya indik, el ve kol hareketleri yapan adamın, şaşkın bir vaziyette işaret ederek gösterdiği istikamete doğru yöneldik.
Aşağıya baktık ki ne görelim, karanlık olmasına rağmen, bir yolcu otobüsü, yolun kayganlığından, takriben 70-80 metre derinliği bulunan ve oldukça keskin olan bu uçuruma, takla atarak bir çırpıda yuvarlanmış ve sonunda gideceği bir başka yol olmadığından, en dip kısımlarda bulunan sıra selviler dediğimiz, kavak ağaçlarına dayanmış ve böyle bir vaziyette en nihayet durabilmiş.
Aşağı kuytu yerden gelen seslere göre, bağıran, ağlayan, aracın altında kalan ve ölen, o kadar çok insan var ki, ne yapacağımızı şaşırdık kaldık.
Böyle vahim ve hazin olaylar karşısında, neler yapabileceğimizi öğreten, herhangi bir sivil savunma kursu almamıştık.
Bu bakımdan çaresizlik hat boyuna çıktı, aşağıya inenin tekrar yukarı çıkması mümkün görünmüyordu, çünkü aşırı dik ve bir o kadarda kaygan olan toprak yapısı, çamur olduğundan ayaklar, yer tutmuyordu.
Karanlıktan pek fark edilmiyordu lakin, o kadar hızlı ve dik uçuruma, otobüs yuvarlanırken, şiddet ve sarsıntıdan doğal olarak tüm camlar kırılmış.
Dolayısıyla, camın boşalttığı çerçevelerden dışarıya fırlayan insanları, farklı yerlere savrulmuş cesetleri görüyorduk.
Ayrıca canı yanan, yaralanan, en yakınını kaybeden insanların feryatları, yüreğimizi dağlıyor, içimizi burkuyordu.
Bu dramatik durum karşısında, tereddüt etmeye fırsat dahi bulamadan, yuvarlanarak aracın yanına geldim, fakat durumun aşağıda, çok daha vahim olduğunu, yakinen görerek öğrendim, bu halde ben ne yaparım telaşına düştüm.
Yardıma koştuğumuz arkadaşlarla,yaralıları bir taraftan yukarıya gönderiyoruz, diğer yandan cesetleri bir kenarlara çekerek, aracın makaslarının altında sıkışan, bu nedenle de çok acı çektiği için bağıran, yaralının yanına doğru eğildim.
Yaralı yan vaziyette yatıyordu, aracın makası kaba etine oturmuş, kıpırdaması mümkün değildi, öylece bağırarak duruyordu, tek bir çözüm gözüküyor, oda aracın kriko marifetiyle kaldırılmasıydı, fakat ne mümkün, nasıl kaldıracağız, kriko aklımıza geliyor, getirtiliyor ve deneniyor fakat son derece yetersiz kalıyor.
Dört kişiyi buraya görevlendirdik, yukarıdan kamyon ve araçlarda ne kadar kriko varsa hemen aşağıya getirmelerini bağırarak söyledik.
Çok acele ederek,yaralıları yukarıya taşımaya çalışıyorduk, fakat o kadar çok zorlanıyorduk ki, gücümüz ve takatimiz kalmıyordu, ayaklarımız durmadan kayıyordu, ama yinede yılmadan bu işi, hakkıyla başarmaya çalışıyorduk.
Hala yukarda şaşkın bir vaziyette bekleyenlere,sesleniyorduk neden hala bakıp duruyorsunuz, niçin yardıma koşmuyorsunuz ve neyi bekliyorsunuz diye kızınca, üç beş kişi dayanamadı aşağıya indi, yardıma muhtaç o kadar insan vardı ki.
Saatler geçtiği halde, maalesef ambulans ve kurtarma ekiplerinden, hiç kimseler yoktu, yaralıları diğer küçük araçlarla sevk ediyorduk, tekrar aşağıya indim, ve bir arkadaşla, sekiz civarında cesedi kenara çektik.
Aracın makasının altında kalan, yaralının sesi kısılmıştı, lakin iniltisi hala duyuluyordu, fakat bu arada yardıma koşan, elinden geldiğini esirgemeyen insan sayısı, diğer araçların durmasıyla daha çok artmıştı.
Belirli yerlere krikolar ve halatlar takılarak, oldukça hassas bir şekilde, dengeli hareketlerle, aracı kaldırarak, yaralı insanı kurtarmayı ve aracın altından çıkarmayı başarmıştık.
Bu duruma o kadar sevinmiştik ki, bizlere moral bakımından adeta ilaç oldu, cesetlerin durumunu bir anda unuttuk, anladığım kadarıyla yolcular kıyafetlerinden, genel olarak dar gelirli ailelere benziyordu, öğrendik Kahramanmaraş’a gidiyorlarmış, çoğunun kıyafetleri yöresel izler taşıyordu.
Üç saatten fazla bir zaman diliminde orada kalarak, kazazedelerin yardımına koşmaya ve derman olmaya çalışmıştık, biraz faydamız olduysa, ne mutlu bize, en azından vicdanen acı çekmekten kurtulmuştuk.
Boşa söylemediler herhalde”iyilik yapmak, vicdanı acı çekmekten kurtarır “diye;
Hürriyet muhabirinin, aşağıya inmeye tenezzül etmeden, sadece bakması ve hiçbir yardımda bulunmaması, çok garibime gitmişti ve beni oldukça düşündürmüştü.
Kayseri ye nihayet geldiğimde, telefonla haberin özetini izah ederek, olay haberin, ilk olarak bizim gazetede çıkmasını başarmıştım.
Böyle görevli olarak, şehir dışına çıktığım zamanlar, büromuzda çalışan görevli arkadaşlar, gazeteyi bayiden alarak, abonelere dağıtımını yaparlardı.
Yine bir gün elleri boş olarak, gazeteyi almadan gelmişler, “hayırdır gazete mi gelmemiş” diye sordum, hayır gelmiş fakat, bayi sahibi Mustafa bey, bir gün ödemeyi geciktirdik diye, gazeteyi vermiyor dedi.
Peki neden ödeme yapmadınız diyerek sordum, abonelerden paraları toplayamadık, onun içinde bayi ye ödeme yapamadık dediler.
O zaman daha çok canım sıkıldı, ben buradayken sorun yaşanmıyor, ayrılınca problem başlıyor, bunu bana nasıl izah edeceksiniz, söyler misiniz dedim ve cevaplarını dahi beklemeden, hemen hızlı bir şekilde bürodan uzaklaşarak, motoruma atladım ve ana bayi ye bir solukta vardım.
Gergindim, içeriye hızlı ve sert bir şekilde girdim, iki kişiydiler konuşuyorlardı, selam verdim mukabelede bulundular, gözlerime baktılar, önce seslenmedim mevzuları bitsin diye, lakin ısrarlı bakışları müdahale etmemi kaçınılmaz kıldı.
Mustafa beye, siz nasıl ve hangi mantıkla, 1250 aboneye ulaştırılan bir gazeteyi, komik bahanelerle elemanlara vermiyorsunuz ve böylelikle dağıtımına engel oluyorsunuz diyerek sözlerime devam ettim.
Benim şehir dışında olmam nedeniyle, elemanlar ödemeyi bir gün geciktirmişler, bu günlük bir gazetenin verilmeme nedeni sayılamaz, sizi bu tavrınızdan dolayı kınıyorum diyerek konuşmama devam ettim.
Sakın bir daha böyle bir tutuma şahit olmayayım, aksi taktirde şu ana kadar gelişen ve müspet olarak seyreden hukukumuzu, gözden geçirmek zorunda kalırım, deyerek gazeteyi ücretini ödemeden aldım ve oradan hızlı bir şekilde ayrıldım.
O günlerde son derece kararlıydık ve birilerine karşıda, bir o kadar ön yargılıydık, fraksiyon çatışmaları çok ön plandaydı.
Bizim gibi düşünmeyen her kim varsa, zavallı, tebliğe muhtaç, kalb gözleri kapalı insanlar alarak telakki ederdik, çünkü bizlere öğretilen bunlardı, inanıyorduk.
O kadar enteresan ki, bir kimse içkimi içiyor, altın yüzük mü takıyor, bayanlar açık mı giyiniyor, hemen yargımız kati ve çok kesindi.
Namaz kılmıyor mu, haremlik selamlık uygulamıyor mu, kağıt, tavla veya okey oynuyor görüyoruz işte tamam yargımız kesindi.
Bizim dışımızda kalan insanlara, böyle çarpık bir düşünceyle bakmamızı, kimler önerdi, bu kanaat bizlerde nasıl oluşmuştu, yalnızca bizim söylemlerimizin doğruluğunu neye göre, tespit ediyorduk, ayet-hadis deniyordu ama biz bilmiyorduk.
Bizim insanlara şu veya bu şekilde diyerek, ön yargıyla bakmamız, onlardan uzak kalmamız, bizlere ne kazandırıyordu, hala merak ederim.
Asabiyet ve gerginlik dışında, tefrikaya sebep olan bu nevi davranışlar, bir ilahi din öğretisi olabilir mi, o zamanlar ağabeylere inandığımızdan pek anlayamıyordum.
Bizim insanları dinlemeden, sosyal ilişkilere girmeden, ne demek istediğini ve ne düşündüğünü bilmeden, tercih etmek en doğal hakkı olduğu halde, bizim düşüncelerimizi paylaşmıyor diyerek, onu haksız görmemiz ne ile alakalıdır.
Bizim insanları yargılama hakkımız var mı, böyle bir hak bize verilmiş mi, sürekli başkalarını mahkum ediyoruz fakat, şunu da biliyoruz ki, hiç kimsede mahkum olmak istemez, buna rağmen en az yaptığımız şey iç muhasebemizdir.
Yani, aklımızı, izanımızı, tecrübemizi, mukayesemizi, muhakememizi, insan olabilmek sürecindeyken, elde ettiğimiz bilgileri değerlendirmez isek!
Bunun nedenli önemli olduğunu bilmeden, merakı ve öğrenmeyi askıya alırsak, başkaları daha iyi bilir diyerek, düşüncelerimizi bir şekilde dondurur isek!
Hayat ve nizam ölçüsünü, çok değişken ve farlı yazan yazarların kitaplarından, belirli kalıp ve ölçülerde okuyarak, bulunduğumuz şartları tanımadan, gelişim ve değişimleri özümsemeden, uygularsak!
Nasıl bir hayatın, bizleri beklediğini görmek için, zorlanmaya asla lüzum yoktur, zira bu denli açık bir tehlikeyi göremeyenin, basireti kapanmıştır, dolayısıyla böylesi kronik kişilerden, ne bağ olur ve nede bahçe. İlahi adaletten uzak, bir hayalin peşinde olduğumuzu, hiç düşündük mü, hayır çünkü bizim için düşünenler var zaten.
İşte böyle garip ve anlaşılmaz olunca, birey kimdir, kul nasıl olmalıdır, hak ve yetkilerimizin sınırlarını nelerdir?
Bunları tespit etmeden, yaşadığımız hayatın koşullarını tanımadan, inancımızın gereklerini anlamadan yaşıyor isek?
Bilgisizliğimizden kuşkular ve zanlar peşimizi asla bırakmazlar, dolayısıyla iliklerimize kadar bizleri kuşatarak, bizim tek yol pusulamız olan, akıl, mantık, idrak böylece dumura uğrarlar.
Bir zamanlar haremlik selamlık, en katı biçimiyle uygulanırken, futbola ve dolayısıyla topa farklı anlamda yaklaşırken, bayanın sesi haramdır diyerek, peşin hükümlü karar alırken, ne oldu da birden bire, bu tavırlardan vazgeçtik?
(devamı nakşeden izler 11 de)
Kayıt Tarihi : 5.7.2007 11:09:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!