Nakış Pencereli Konak

Halime Erva Kılıç
100

ŞİİR


1

TAKİPÇİ

Nakış Pencereli Konak

“Eyüp’ten aldığım yolcular; buranın manevî, temiz, huzur dolu bir dua kenti olduğundan bahsederken; Mecidiyeköy’den, Şişli’den, Cevahir’den, Beyoğlu’ndan aldığım yolcular; iş hanları ve olağan iş temposundan, alışverişten, sinemadan, vitrinlerden, sabah ve akşamının yoğun trafiğinden hatta havasından, suyundan bile şikâyet edip dururlardı. Çamlıca’yı yurt edinen bazı müşteriler; manzaranın saltanatını, iki denizin âşıklar gibi buluşup da hala birbirinden ayrı bir çizgide ve ilk günkü heyecanla karşılıklı çarpıntılarını, şehrin girişinde ve çıkışında uzanan kandillerin bayram neşesini içlerine çekerek hayallerindeki kahramanlarla kendilerine gökyüzünde bir hayat nakşederlerdi.”
Oğluna sanki burada bütün bunları yaşayan kendiymiş gibi kopya çekip, coğrafya dersi çalışan bir talebenin; sözlü sorularına cevap vermesi gibi anlatıyordu. Tabii şehrin yoğun trafiğine, ağır hücumlarına tanık olmuştu ama bunları Fatih’ine anlatmaya bir türlü dili varmıyordu.
•••
Enver Bey (oğlunu okutmak için) İstanbul’da çalışıyordu. İşten her dönüşünde hasret dolu sarılışlara gebe olan bir resmin dilsiz sorularıydı kendisini karşılayan. Daha ayaklarının tozuyla hanesine adım atamadan –Fatih’in gözlerindeki merakı giderebilmek için- elindeki resimleri, pencerenin iskeletine dayanmış olan oğluna göstererek:
_Çok yorgunum, hele bir dur da terimi atayım, abdestimi alayım. Sonra birlikte muhabbet ederiz, dedi.
Kalın parmakları zarif bir dolma kalemi kas kavradı. Hâlâ pencerenin önünde bekleyen oğluna dönerek konuşmaya başladı:
_Oğlum! Bak şu gördüğün gökdelenler var ya şehrin göbeğinde milyonlarca insanı, zamanın belirli bir anına sığdırabilecek kadar geniş ve yutucu. Hele İstanbul’un sarayları içinde eski saray, yeni saray, Topkapı, Dolmabahçe kendini kaybedebileceğin kadar büyük ve görkemli. Ölüsüz bir miras olan dalgaların kıyı bahçelere vuruşu yok mu, İstanbul’un tıpkı birer mavi gözü olmuş. Bizans devrinde Lykos Vadisi diye anılan Bayrampaşa deresi, dünyevî heveslere mendil uzatan Boğaziçi’nin koyları, Çamlıca, Göksu… Öte yandan Maurice Barres’in, uhrevî bir perdede ruhları estirdiğini öne sürdüğü Eyüp. Ah, Eyüp! Yelkensiz bir huzur telakkisi eşliğinde kaç gölgeyle birlikte, umut tecellisini de yüklenerek tasavvuf bahçesine yolun düşer. Güzün gazellerindeki ayaklar, bu havuzu andıran hazanda gezintiye çıkar. Bir gün oralarda babandan daha pir yürüyeceksin.
Boynunu hafif bir teeccüsle eğen oğul, pek bir şey anlamamış olacak ki sadece bakıyordu. Babasının bu anlattıkları bir rüya kentini andırıyordu. (Bu resim,) İçinde kıpırdayan duygularla hayal kurmaya başlamıştı.
•••
Babasını çok büyük bir memur bildi hep. Evet. O çok kapsamlı bir ruha sahip, azimli, çalışkan, fedakâr bir adamdı. Her şeyden önce, babaydı. Maalesef bu statüsünün dışında oğlunun beklentilerine cevap verebilecek güce sahip olmadığını düşünüyordu. Bunun için _en azından_ çocuğunun, yaşamın bu karanlık tuvalini boyayacak fırçalara göz çizmesi, hayal yeteneğiyle mutlu olmasını istemesi, çok olmasa gerek.
Ne mimardı ne mühendis ne de bir memur! Gündüzleri inşaat işlerinde amelelik yapmış ve bir zaman sonra akşamları taksiye çıkmaya başlamıştı. Dolmuş, kamyon, kamyonet, tır… Gömleğinin cebinden ayırmadığı oğlunun resmi hep güç vermişti ona. Kalfasının hakaretlerinden tut amirinin emirlerine, müşterilerin şikâyetlerine karışan velvelelere kadar tek sabrı oğluydu. Yumruklarını her sıktığında onun gözlerindeki masumiyeti görmek için eli cebine gidiyor, birbirine kenetlenen dişleri çözülüveriyordu. Babalık güdüsünün verdiği o yüce duyguyla omuzları, daha da dik ve güçlüydü.
•••
Oğlunun geleceğinin kararması sancısıyla birkaç saatlik uykusunun gerisinde, günlük ihtiyaçları dışında çalışmayı adet edinmişti.
Fatih’e, Heybeliada’da büyük mü büyük bir villada yaşadığını aynı zamanda her ilçede birer evi olduğunu söylerdi. Piyer Loti’deki evinin penceresinden eşsiz manzarayı yeniden çizer, gününü en çok burada geçirip sabahladığından bahsederdi. Şehrin ışıklarını ilk buradan seyrettiğini ve birgün, kendisinin payitahtı olacağı sözünü verirdi.
Birçok ahşap binanın yanarak yerle bir olduğu sıralarda, işçisi olduğu bir konakta büyük yangını yaşamıştı. Bu dehşet verici korkuyla; Heybeli Ada’daki mülklerinin yandığı haberini vermiş fakat şans eseri buranın içinde olmadığını, sadece villanın harabeye döndüğünü söylemişti. Fatih büyüyordu, yavaş yavaş bu yokluklara alışmalı ve hayatın olumsuzluklarını da bilmeliydi.
•••
Fatih İTÜ’yü kazandı. Artık İstanbul’u keşif vaktinin geldiğini düşünürken talihsiz bir kaza geçiren Enver Bey’in naşı jandarma tarafından köye getirildi. İlk defa bu kadar yakın vuruyordu selâ Fatih’in kulaklarına. Babasının ismi yankılanırken üç kere minareden, büyüyen gözleri alevlenerek kül döktü. Başını göğsüne eğdi. Yürüdükçe, nefesini kes kesen taşlar bitti karnında. Hele sol böğrüne yapışan tus tutuk kramplar, bütünüyle okşuyordu sancısını. Uzaklığa razıydı. Yokluğuna nasıl alışacaktı? Cılız bir merasim oldu bu.
_Hani babamın ahbapları? ...
_Son kez göreyim onu.
Göstermediler.
Enver Bey, dualar eşliğinde kabrine yerleştirildi. Herkes birer birer dağıldı. Jandarma, babasının birkaç parça eşyasını Fatih’e teslim etti. Bunlar içinde bir adres, anahtarlık, İstanbul dergisi bir de küçük sandık vardı. Bunu açmadı. Açamadı. Annesiyle birlikte İstanbul’a, babasının payitahtının eteklerine değmek üzere yola çıktılar. İlk defa gideceği İstanbul’u, babasının deyişlerinde anımsadı: “-Mutlaka, koca-yutucu bir şehir olsa da her zerresine kendi gözlerin değmeli bilakis her ilçesi kendine münhasır öyküleri barındırır içinde.”

Enver Bey’in son giydiği ceketteki adrese gitmek üzere bir otobüse bindiler.
•••
Şimdi Fatih en çok da babasının “-Pencereden bakınca neşeli, hayat dolu bir tebessüm ısıtır seni, nakış pencereli konağımızda” diye nitelendirdiği Piyer Loti’deki evi merak ediyordu. Büyük bir hayranlıkla Otogar’dan Aksaray’a, Topkapı’ya, Edirnekapı’ya, Şehitliğe uzanan yolları seyrederek babasından kalan mirasıymış gibi olağan bir aitlik duygusuyla İstanbul’u benimsiyordu. Daha önce de bu topraklarda yaşamışçasına tüm inceliğiyle bir harita, gözlerine ilişiyordu. Havasından tut, tüm yollarına kadar İstanbulluydu bu genç.
•••
Bir takırtı duydu. Ayağının üzerine hücum eden sızıyla gözleri buraya döndü. Dağılmış bir kutu. Bu babasından sonra açmaya cesaret edemediği küçük sandıktı. İçinden dışarıya fırlayan birkaç parça eşya Fatih’i şaşırttı. Çünkü kendi elleriyle yerleştirmişti, bagajda duran bavula. Ayağının altına serilen evraklar, toplanmak için bir el bekliyordu. İlginç! Sanki şu kâğıttaki yeşil, dallarındaki yapraklara çağırıyor. Tek tek topladı; kalem, kredi kartı, tespih, resim. Evet, bu Fatih’in resmiydi. Babasının cebinden çıkanla aynı, tek fark diğerinin arkasında adres yazılıydı. Küçük bir defter, son çizgiye kadar dolu yazılar. Ve şu cümle: “-oğlumdasın, oğlum da sende ya ben neredeyim? ”
Fatih, dikkatle bu defterin sayfalarını çevirdi ve gözlerine ilişen cümleleri okumaya başladı:
_Sırtım nasıl da tutulmuş, yaşlanıyorum. Ama direnmeliyim, senin için. Varoluşun yetiyor oğlum, çok özledim seni.
Bugün Cuma. Gültepe’nin trafiği de olmasa soluklanacağım yok, aracım boşta gidiyor. Karşımda senin resmin, ne de ufaksın gözlerimde. Ben ne kadar inkâr etsem de büyüyorsun oğlum! Caddeler senin gibi alnı açık gençlerle dolu. Sırtlarında çanta, okullarına gidiyorlar.
Yine seni düşünürken, aynama yansıyan bir delikanlı ağlıyordu. Yanına gitmek istedim. Nereye park edeyim, her yer araç mahzeni maşallah. Sokaktan geçen bir kızcağıza rica ettim, çağırdı. Çocuk, çiçek düşmüş gözleriyle suratıma baktı.” _Bin” dedim. Burukça kaşlarını çattı, dudağını büzdü ve derin bir nefes aldı. Kapana kısılmış kedinin düşmanına tırnaklarını gösterip savunmaya geçmesi gibi gayet yiğitçe ve alaycı bakışlarla:”_neden? ” dedi. O an öyle utandım ki, benim oğlum olsaydı; hiç tanımadığı bir adam karşısında bu kadar cesur ve temkinli davranır mıydı? Tanımıyorum onu, oğlumu tanımıyorum. Nasıl bir babayım ben, kim bilir belki o da ağlıyor.
Kabuğuna gizlenen kaplumbağa gibi içerlersin evladım. Kızarsın bana.” _Sen büyük şehirlerde gez, toz, hava at baba. Ben ceketinin eteklerine yapışıp “ beni de götür”, dediğimde tüm asık suratının beyaz ruhunu değiştirip almazsın beni yanına, götürmezsin.”deyişini, duyar gibi sızlar kemiklerim.
Fatih, burada derin bir iç çekti ve _baba, deyiverdi. Uyuklayan annesi sıçradı _Enver, dedi. İkisinin de gözleri doldu. Sarıldılar. Sevdiğinin topraklarında, sevilen olmadan… Bu topraklar her ne kadar kaldırımlarla bezenmiş olsa da bölünmüş yolları süsleyen laleler, sevdiklerimizi hatırlatıp gülümsüyor, gülümsetiyor da.
Arada bir gözleri babasının el yazmasına kayan Fatih, birden şaşırdı:
_Maslak; askeriyeden sonra Ayazağı’na yanaşan bir durak, önce korkuyorum. Bu gürültülü şehrin ortasında bir üniversite, İTÜ biliyorum, oğlum burada okumak istiyor. Şu çılgın binaların ortasında nasıl güveneceğim. Bu düşüncelerle bir kız çocuğunu kampusa götürüyorum. O da insan evladı.

Üniversitenin kapısından içeriye girdiğimde, açılan ağzımın farkında bile değildim. Burası yağmur ormanlarını andırıyor. Evet! Ağaçların çevrelediği, koca bir orman. İçinde; beyaz mermerleri peyda eden şu asırlık ağaç; şekil değiştiren kabuklarıyla bir kitabeyi andırıyor. Hatta az aşağıda gölet bile var. Buranın, bizim köyün nefis havasından, başka bir şehrin metrekaresinden farkı ne? İşte şimdi rahat bir nefes alabilirim. Tüm gürültüyü ardında bırakıp, inzivaya çekilen bir yolcu gibi uzanıyorum.
Serçelerin ötüşü bu sessizliğe ninni oluyor. Gökyüzünün mavisine uzanan yeşiller, busesini uzatıyor çimenlere. Kahverengi toprağın en dirisi burada olmalı.
“Biliyormuş, gideceğim fakülteye kadar babam benimleymiş. Benimle. Bu defteri saklayacağım ve seni hiç unutmayacağım babacığım. “
_Oğluma gidiyorum bugün İstanbul! Bilirsin, seni de onun kadar severim. Bunun için ona en güzel hediyeleri senden ikram etmek istiyorum. Eminönü; Mısır çarşısı, Kapalı çarşı… Açın kapılarınızı! En güzel hediyelerinizi sunma vaktiniz geldi, gerçi içlerinde beğenmediğim de yok.
Bu gün de çok kalabalıksın. Oğluma kokunu götürmeliyim. Seni yerinden sökemem ya, en iyisi bir atlas. Hayır, sana özel bir harita olmalı. Nuran’ıma da ipekten bir entari alayım. Birkaç parça İstanbul hatırası belki sığar çantama. Ya seninle yaşadıklarımız Ey İstanbul! Saçlarıma değen bulutların öyküsü, ne biter ne de bırakır yakamı.

“ _Saat sabahın dördü, Pendik’ten Etiler’e sosyete yolcularımı bıraktım. Programları varmış. Ne yapsınlar ekmek parası. Bizim direksiyon sallamamız da bu yüzden değil mi? Oradan Beşiktaş’a geçtim, bu saatlerde sakin, sessiz, karanlık. Hırçın dalgalar sanki sorularıma cevap veriyor. Tanıdık bir ses:”-gel” diyor. Bir banka oturuyorum. Oltasını kapmış birkaç adam, üşenmemiş, balıkları uykusundan çeviriyor. Kediler bile uyanık, bereketli denizden alıyorlar nasiplerini. Sabahın ilk nimeti düşüyor midelerine. Vapurlara karışan martı sesleri, uzaklarda uyuyan bir çift gözün hasretiyle bağrımı kandırıyor. Biliyorum ki onun için en iyisi bu. Huzurlu ve annesinin göğsüne yaslanmış. Hava soğuk. Ne kadar kabanıma sarılsam da üşüyorum. İnsanlar yoruyor. Şu muhteşem doğanın sırrı ne ki üzerimdeki karabasanları ter döker gibi atıveriyor. Peronlara koşuşturan ayaklara bakılırsa, çoktan sabah olmuş İstanbul! ...”
•••
_Beşiktaş peronlarında otobüs kalkış saatlerinin arasındaki dakika farkını hesap edersek, durakta beklemek yerine bu mavinin gölgesine düşüp çekici dalgalarda hangi hülyalara dalmak? Seferinden dönen her vapurun doymayarak, bir kuş hafifliğiyle sanal kanatlarının -çok uzaklara olmasa da- açılması, insanı bu kadar mı düşünceye sevk eder? Derin bir oksijen tokluğuyla iç çekiyorum. Yolcular. İnenler ve binenler. Karşı ilçelere geçmek için kuyruğa girip bu halata malzeme olmak gerek. Her gün telaş içinde bocalayan akın akın insanlar, her bir yanı motorlu taşıtlarla bezenmiş, karşı kaldırımın eteklerine yetişebilmek için kendilerine çizilen yaya yoluna hücum ediyor. Bir köşede, geçimini sağlamak için “_simitçi, simit” diye bağıran adamlar, hemen karşısında rengârenk bir çemberin içinde sokağı süsleyen çiçekçiler… Kimi mini etekli, kimi kısa pantolonlu, kimi yerli, kimi ecnebi, türlü türlü beşer.
Bir arı, çeşit çeşit çiçeği keşfederken milyonlarca insan bir kenti dolaşmaya (gezmeye) güç yetiremiyor. O kent ki kaç köye, kasabaya kucak açmış, kanatlarının altına almış? İstanbul! Bir yanım Dolmabahçe’ye uzanan kollarda, eski ve paslı, büyük ve kullanışsız toplarla deniz müzesinin etrafını süslüyor. Kabataş’a kadar varıyor da bitmiyor yollar. Kalın gövdeli ağaçların, ataya selam duruşu ve caddeleri süsleyen o muazzam posterler. Kemal’imin ışığı mı, kalbimden zıplayan bu mücevher? Öyle olmalı. Öyle.
Önce, üç-beş ağacın sahte meyveleriyle seviniyorsunuz. Anayolun üzerinde yaz-kış etkilenmeyen, canlı ve diri meyveler. Sonra, o taze-cıvıl cıvıl, hayat dolu görünen bir serabı içinize çekmek için yanaştığınızda; şişme, boyama ve elektrik direğine bağlı, gövdesiz olan bu gökdelen ağaçlar ne de şakacı lâkin güldüren tipten değil.
Gözleri ağma bir vokalistin sesi ve müziği, ruhunuzun dokunulamayan her uvzusuna işliyor. Balıkçılar çarşısı yine mesken tutulmuş; taze balıklar, sebzeler, anketörler, esnaflar…
Bir koşuşturma içinde, büyük ayakları görüyorum. Öyle büyük ve çok ki küçük olanlar yer bulamamış araya girmeye yahut bu kalabalık, içine kabul etmemiş. Yolcular. Kimi bu ilçeye giriyor kimi terk edip tekrar dönüyor. Kitapevleri, bankalar, mağazalar hele de pasaj içlerine sinmiş; dershaneler, vitrinler, kuyumcular, kunduracılar… Deyim hep aynı; her şey ateş pahası.

_”Gündüzleri lânet yağar, geceleri rahmet yağar” derdi dedem, İstanbul için. Yağmur bastırdı. Vakit ilkindi. Şimdi hangisi oluyor ki? ”
•••
Birazdan diyordu Fatih, birazdan nakış pencereli konağımızda olacağız. Elindeki adresi öpüyor, karnındaki hafif sancıyla İstanbul’a gülümsüyordu. Taksici sağa saparak bir caddede durdu. Fatih manalı manalı bakarak:
_” Neden durduk? ”
_Verdiğiniz adres burası!
_Nasıl olur Piyer Loti’ye varmadık hem, ters de gittik.
_Piyer Loti’ye ters gittiğimizi iyi bildin delikanlı. O çok yukarıda kaldı. Verdiğin adres bu, tabii isterseniz oraya da götürürüm.
Fatih, biranda yerinden fırlayacak gibi olan göz yuvalarını ovdu. Silkelendi,”_ İstanbul “dedi. Uyuklayan annesini uyandırdı. Kadın gülümseyerek:
”_Geldik mi, hadi inelim de sana sıcacık bir çorba kaynatayım”,dedi.

Birbirine bitişik gecekondular, kenar mahalleleri(varoşları) andırıyordu. Belediyenin yıkmaya hazırlandığı bu binaların arkasında yeni yapılanmış lüks daireler peyda oluyordu. Fatih: “_baba, deyiverdi _baba, hangisi bizim nakış penceresinden bakınca hayatı seyredeceğimiz konak? ”

Pek dik bir merdiven çıktılar. Az ilerideki mezarlığın bitişiğinde sıvasız, kiremitsiz, pencere bölümüne tahtalar çakılmış bir virane gördüler.
İçeriye girdiklerinde kendilerini karşılayan, on beş yaşlarında bir çocuk vardı. Hareketsiz, sessiz… Bakıştılar. Ama o, konuşmuyor, hissetmiyordu. Pencerenin iskeletine yapışmış, Enver Bey’i dinliyordu. Kanepenin kenarında bir kalem ve sandıktaki defterden birkaç tane daha vardı. Bir ses:
“_Nakış pencereli evimiz” deyip, Fatih’in omzuna dokundu. Burnunun direğini okşayan sımsıcak çorba kokusu her yere yayılmaya başladı. Pencerenin ensesindeki çocuk, bunu hissedebilir miydi?

Halime Erva Kılıç
Kayıt Tarihi : 21.2.2010 11:35:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Halime Erva Kılıç