Nadya Şiiri - Ahmet Yüksel Şanlıer

Ahmet Yüksel Şanlıer
653

ŞİİR


5

TAKİPÇİ

Nadya

NADYA

Ön söz (arka kapak )

“NADYA” imini koyduğum, bu romanıma ait olan konu, Pontus Rum devleti zamanında bulunan, Ayvalı denen bir köyde geçmektedir.
.Ayvalı köyü halkı, Rum ve Müslüman Türk karışımı Kara deniz bölgesinin, alplerinde bulunan bir köy olup, bu köyde Pontus zamanından kalma, Rum halkı ile Müslüman Türk halkı, yıllarca beraber yasamışlardı.
.Aynı havayı solumuşlardı, aynı sudan içmişlerdi ve aynı toprakları ekmişler hasat edip biçmişler, köyün çocukları, Rum ve Türk ayrımı yapmadan aynı sokaklarda oyunlar oynamışlar beraber büyümüşlerdi.,
.Aynı meralarda hayvanlarını otlatmışlar, aynı köyde cami ve kilisenin yan yana olduğu çan sesi ile ezan sesinin aynı köyde duyulduğu bir köydür.
.Köy halkı arasında, bazen kız alıp kız vermeler olsa’ da bu köyde, bazen ayrı baş çekenlerde olmuş, yaşanmış aşklara engel olanlar çıkmıştır.
Rum kızı, Nadya ile Müslüman olan köy muhtarının oğlu köyün yakışıklısı Ali ‘in, dillere destan olmuş aşkları’ da bunlardan biridir.
.Bu romanda, birbirlerini sevip de, din ayrımı nedeniyle bir türlü kavuşamayan ve mübadele ile 1923 yılında, birbirlerinden ayrılmak mecburiyetinde kalan, biri Rum, biri ise, Müslüman olan, birbirlerine âşık iki köy gencinin, dillere destan olan hayatları anlatılmaktadır.
.Bir solukta okuyup geçeceğiniz, beğeneceğiniz güzel bir roman olduğunu düşünüyorum.
.Saygılarımla.
.Yazar: Ahmet Yüksel Şanlı er

NADYA

1

.Bu bölgede, genellikle yılın her mevsiminde olduğu gibi, yine dağları, dumanlar kapatmış, bulutlanmış yer yüzüne, gökten hışım gibi yağan yağmurlar, ortalığı sele boğmuş dereler taşmıştı ve yağan yağmur bardaktan boşanır gibiydi.
.Bulutlardan çevredeki yeşil ormanlar ile kaplı olan, dağlar sisten buluttan görünmüyordu,
.Yayladaki ormanlık alanların arasında üzeri çiçekler ile bezenmiş, geniş otlaklardaki yaylım yapan koyunlar, yağmur bulutlarının içinde adeta kaybolmuştu.
.Dağları saran sis bulutlarından, bakınca hiçbir yer görünmüyor, sadece meralardaki toprak yağmurlarla ıslanmış olduğundan, yağmura doymuş meradaki otların kokusu dağları sarmıştı.
..Koyunların, boyunlarındaki çanlardan garip sesler çıkarıyordu Arada bir sislerin içinden, otlayan koyunların etrafta dolaşan onlardan birini yemek için, fırsat bekleyen, aç kurtlara karşı, koruyan etrafında dört dönen, köpeklerin havlamaları duyuluyordu.
..Bir ara, havadan usul, usul, ince, ince yağan yağmur durur gibi oldu. Dağların görüntüsünü gizleyen, yağmur bulutları, sert esmeye başlayan Kara deniz, yüksek dağ rüzgârlarının arkasından, bulutlar kısmen dağılmıştı.
.Bulutların rüzgârın etkisi ile, dağılmaya başlaması sonucu, kısa bir süre için, ortaya çıkan kendini gösteren hala solu kırmızı, ala renkli güneş, ışınlarını yeşil çimenler üzerinde çeşitli çiçeklerle bezenmiş, üzerlerinde çevreden kovanlarda kendi ballarını yapmaya çalışan çiçeklerden çiçeğe koşan, arıların bulunduğu çiçeklere yansımıştı.
.Bal arılarının kırlardaki, meralardaki çiçekten, çiçeğe koşuştuğu uçuştuğu bin bir renkli çeşitli bin bir çeşit çiçeklerle bezenmiş, çimenlerde güneş kendini az’ da olsa gösterebilmişti.
.Koyunların başındaki, onları otlatmaya çalışan Ayvalı köyü muhtarı Hacı Hasan efendinin oğlu, Ali, elinde kavalı bir kenarda sırtını ağaca dayamış, sevdiği Rum kızı, Nadya’yı düşünüyordu.
.Ali akşamın havanın kararıp olmasını bekliyor eve koyunlar ile beraber dönünce Ali, babası muhtar Ali Hacı İbrahim beyden habersiz, gizlice görüştüğü, Nadya ile nasıl gizlice buluşacağının planlarını yapıyordu.
.Tekrar bulutlar toplanmıştı. Gökyüzünü yeniden kara yağmur bulutları kapatmıştı.
.Bu defa, üzerlerine yağan yağmurlar, hiç’ de duracak, gibi değildi. Yağmur, daha hızlı ve daha çok bardaktan boşanırcasına hızlı yağıyordu.
. Ali önündeki koyunlarını gütmekten vaz geçti. Bu defa koyunları kovalayarak, durmadan onları ağıllarına doğru sürmeye çalışıştı.
.Köpekleri bir taraftan, kendi bir taraftan, yaylanın ağılına doğru koyunları koşturmaya başladılar.
.Yağan yağmurlardan hem kendisi, hem koyunları sırılsıklam olmuştu. Koyunlar, Ali ve köpeklerin kovalaması ile, koşarcasına, yayladaki ağıllarına doğru koşup, ağıllara giderlerken, uzaktan birden ortalığı aydınlatan bir ışıkla, bir ses duyulmuştu.
.Ses ile beraber, ortalık aydınlanıvermiş, sanki gündüz olmuştu.
.Arkasından gelen, kulakları sağır edercesine ses çıkaran, şimşek sesi, Ali’yi ve koyunları korkutmuştu.
.Ali, birden etrafına bakındı. Sonra Ali, şimşeğin karşıdaki merada bulunan, yüksek bir kayın ağacına düştüğünü gördü.
.Ağaç yanıyordu. Yanmaya başladığını gördüğü ulu yüksek ağaç, ortadan ikiye bölünmüştü.
.Yapacak bir şeyleri yoktu, Ali kendi kendine konuşmaya başladı.
-Vay be, iyi’ ki bizim olduğumuz yere falan düşmedi.
-Dedi kendi kendine.
-Bizim koyunların arasına düşmüş olsaydı, şimdi kim bilir, bizim kaç tane koyunumuz telef olacaktı diyerek, kendini teselli etti.
.Ağıllarının olduğu yerler, neyse’ki fazla uzakta sayılmazdı.
“Yağmurun altında geçen, birkaç saatlik bir zaman sonrasında, koyunlar yayla evlerinin olduğu yere varmış ağılara girmişlerdi.,
.Ali’ de, koyunlar’ da yağmurdan kurtulması sonucunda, rahat bir nefes alarak, Ali sırılsıklam olan üstünü başını, ağılın bir köşesinde kendilerinin yaylada iken oturdukları, ağaçlardan yapılma çoban evindeki taştan ocakta yaktığı ateşin başında, üstünü çıkardı.
..Ve Ali, onları yaktığı ocağın ateşinde, kendi’ de ısınıp kurulanırken, onları ‘ da kurutmaya başladı.
.Ocakta yanan güçlü ateşin içine, Ali hiç durmadan, orada önceden hazır olan, kesilmiş yığın halindeki ladin göknar, odunlarından atıyordu. Ocakta yanan ateşin daha çok yanması için uğraşıyor, ateşi canlandırarak, koyun otlatırken bir hayli ıslanmış olan, kendi vücudunu ve ıslak elbiselerini kurutuyordu.
.Ocağın yanında, çay demlemek için bir çaydanlık duruyordu, içine biraz su doldurdu ve yanan ocaktaki demir kazayağının üzerinde kaynayıp içine çay koyduğu demlikteki çayın, güzelce bekledi.
.Ocaktaki çay güzelce kendi kendine demlenirken Ali, ayaklarını ateşe doğru uzattı ve bir taraftan ısınırken, diğer taraftan eline aldığı kavalını çalmaya başladı.
.Nadya için kendi yazıp, kendi bestelediği parçayı çalarken, kavalın çıkardığı sesten yan tarafta ağılın içinde bulunan koyunlar, birbirine sokulmuş halde, sessizce onu dinliyor, Köpekler dersen iki’ de bir, evin kapısını yoklayıp açılması için, kapıyı tırmalayıp duruyorlardı.
.Ali, ertesi günü bekliyordu. Çünkü ertesi gün babası ve annesi onun bulunduğu yaylaya geleceklerdi. Kendi ise köye inecekti. Köye inmek için adeta can atan sabahın olmasını iple çeken Ali, biliyordu ‘ki, köyde sevdiği Nadya en az onun kadar, heyecanlıydı ve onunla buluşmak için onu bekliyordu.
.Geceyi çoban evinde geçiren Ali, sabah kalktığında dışarıda o gün sabah, beklediğinden daha güzel bir hava vardı.
.Gökyüzünde akşamki yağan o, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurlardan ve yağmur bulutlarından ortalıkta eser kalmamıştı.,
.Masmavi gökyüzünde, pırıl, pırıl parlayan tatlı bir güneş açmıştı. Çayırlar, çimenler güneşten aldığı ışınlarla, sanki yeniden canlanmış, yüzleri gülmeye başlamıştı.
.Otlar, bu gün daha canlıydı. Onların içindeki çiçekler bile, daha da canlıydı. Çiçekler yeniden açmış, renklenmiş sanki çoğalmış gibiydi,
.Üzerinde çiçekten çiçeğe koşan, bal arıları desen sanırsın, bir orkestranın müzik topluluğunun sazlarını çalan, orkestranın elemanları gibiydi.
.Yüksek Ladin ağaçlarının başlarına, dallar arasına yerleştirilmiş, içi bal dolu, kütük kovanlarına, sürüyle ağızlarında polen yüklü gidiyorlar, sonra onları kovanlara yerleştirdikten sonra, arılar, yeniden polen toplamak için çiçeklerin bu sabahtan daha bol olduğu, otlaklara çiçeklere doğru, yeniden dönüyorlardı.
.Geceden yaylaya gitmek için, yola çıkan, muhtar Hacı Hasan efendi, koyunlar bu sabah otlağa çıkmadan önce, yaylada kendisini bekleyen oğlunun olduğu eve gelmişti.
“Hasan dayı, Ali’ in babasıydı. Zengin sayılırdı. Köyündeki insanları arasında, en çok koyun bir tek onda vardı.
.Hali vakti oldukça yerinde olduğundan, birkaç defa hacca gitmiş gelmişti.
Namazını hiç kaçırmadan kılan, ramazanda orucunu tutan, devlet memurlarından köyüne gelenleri, en iyi şekilde köy odasında değil, köydeki kendi konağında ağırlayan biriydi.
.Memura, devlet görevlilerine, hiçbir zaman saygıda kusur etmeyen, onlara hizmetten asla çekinmeyen, köyünün her derdine koşan, halkının derdine çare arayan, çare bulan halkının arasında oldukça saygın olan biriydi.
.Kuşluk vakti, yaylaya geldiğinde, hala evinde olan, oğlunun, ağıldaki koyunların otlağa çıkarılmadığını gören Hasan dayı, oğluna sinirlenerek içeri girdi.
-Bu koyunlar, hala niçun, otlağa gitmedi oğlum?
-Zaman baksana, neredeyse öğlen olmuş, bu koyunlar hala ağıldalar, oğlum, koyun dediğin koyun, sabahın erken saatlerinde yaylıma çıkarılır da.,
.Sense bunu bilmez’sin, Ali oğlum neden böyle bir şeyi şeyleri yaparsın, sen da!
.Dedi, oğluna kızarak.
“Ali, babasına üzüntü ile cevap verirken, kafasında köye döneceği, sevdiği Nadya ile buluşacağı konuşacağı zamanları vardı amma, babasına Ali, bunu söyleyemiyor ona yalanlar uyduruyordu”
-Öhö, öhö
-Baba, dün buralara çok yağmur yağdı, koyunları otlatırken ben, fena halde ıslandım. Sanırım ondan olsa gerek, ocağın başında uyuya kalmışım.
-Öhö, öhö.
“Ali, tekrar, tekrar babasını kandırmak için, yalancıktan öksürüyordu.
.Babasına karşı, hasta numarası yapıyordu. Köydeki sağlık kuruluşundan, yararlanmak ve sevdiği Rum kızı Nadya ile buluşmak, bir an evvel Nadya’ın bulunduğu köyüne gitmek için, kendince bir bahane bulmuştu”
-Babasına.
.Baba, baba bak, çok fena öksürüyorum,.
.Sanırım ben, çok hasta oldum. Bu gün ben, bir köye insem olmaz’ mı baba?
-Öhö, öhö.
-Tamam, oğlum tamam, madem sen öyle diyorsun sen bu gün köye git, ben burada kalır, bakarım koyunlara Ha, yarın gelirken evden, bir haftalık azık getirmeyi’ de unutma ha emi.
-Dedi oğluna
“Ali yaptığı numarası sonunda, babasının olumlu cevabı karşısında, neşesi yerine gelmişti.
.Babasına bunu belli etmese’ de buna çok sevindiği onun her halinden belliydi.
..İçinden, içinden, belli etmeden gülüyor, ellerini avuçlarını ovuşturuyor, hala babasının karşısında hasta numarası yapmaya devam ediyordu.
.Babası, dışarıya çıktı. Ağılda bekleyen koyunlarını otlağa doğru otlatmak için ağıla gitti
.Ali, ahırda onu bekleyen, adına çukur dediği, taylıktan bu yana kendisinde olan, kendi elleri ile besleyip büyüttüğü, çok sevdiği, doru renkli atını, ahırda eğerleri golanlarını sıkıca bağladı.
.Sonra onları, elleri ile şöyle bir kontrol ettikten sonra, işlemeli yün heybesini terkisine yerleştirdi ve atına binerek, köyünün yolunu tuttu.

NADYA
2.

.Ali daha henüz çok gençti. Henüz çenesinin altına doğru, indirmeye çalıştığı kara bıyıkları, yenice terlemiş başlamıştı.
.Kara yağız hali ile, köy kızlarının, kendisine gıpta ile baktığı, köyünün oldukça yakışıklısıydı.
.Köyün halkının köydeki gençlerinin içinde, her hali ile yiğit delikanlı denebileceklerinden biriydi.
.Arkadaşlarının arasında, saygınlık kazanmış, biraz’ da kendisi doğup büyüdüğü Ayvalı köyünün, sayılır zenginlerinden olan aynı zamanda köyünün, büyükleri arasında saygın muhtarının tek çocuğu olmasından kaynaklanan biraz şımartılarak büyütülmüş biriydi.
.Babasının biricik oğlu olmasından kaynaklanan, ünü bey oğluna çıkmış, çevresinde saygınlık gören bulunduğu meclislerde kendisine öncelikli yer gösterilen biriydi.
.Köyündeki akranı diğer gençlere göre, oldukça yakışıklı sayılan, köydeki kızlar tarafından ona, bakarlarken adeta, kızlar tarafından, kapışılmak istenen gösterişli bir gençti.
.Düğünlerde bulunduğu ortamdaki köy kızlarının gözleri, ondan ayrılmazken, Ali bunların hiçbirini önemsemeden, sadece köyündeki, güzeller güzelim dediği, Rum ailelerinden biri olan, Poyraz isimli bir Rum aileden olan bakırcılık yapan bir kişinin, Nadya isimli güzel kızına âşık olmuştu.
.Gözleri, ondan başkasını görmezdi.
.Bu durumu bilen, köydeki onun arkadaşları, çoğu zaman köy düğünlerinde, bunları karşılıklı olarak, Nadya ile oynatırlardı.
.Rum kızı, Nadya’da onu çok sevdiği için, köyünde hiç kimseden çekinmeden, kendi isteği ile, yerinden kalkar, onunla karşılıklı oyunlar oynardı.
.Bazen yanyana, el ele horonlar teperlerdi.
.Bazen kendi gelenekleri olan, öteden beri aileden gelen, öğrendikleri Rum milli oyunlarını, Ali ile birlikte oynarlardı.
.Çünkü Rum, Türk beraber yaşadıkları için, kültürleri karışmış, kaynaşmış, herkes herkesin dilini biliyor, örf ve adetlerinin ne olduğunu biliyorlardı.
.Nadya ve ailesi, yüz yıllardır, Kara deniz bölgesinde, Pontus Rum devletinin var olduğu zamanlardan bu yana, Karadeniz bölgesinin dağlık Alpler denen, bölgelerinden biri olan, ormanlık Karadeniz Alplerindeki Rum Türk karşımı bir köyde yaşıyorlardı.
.Onlar, Ayvalı denen bir köyde doğmuşlar, büyümüşler, ailelerinden, Pontus Rum’ dili olan Romoika dili yanında, Türkçeyi’ de çok iyi kullanabilen, bir aileden gelmekteydi.
..Nadya, köydeki Türk kızları ile çok iyi anlaşabilen bir dile ve kişiliğe sahip sempatik oldukça’ da köyünde diğer kızlara nazaran güzel bir kızdı.
.Ali yaylalarında, babasından izin alarak döndüğü, kendi köyündeki baba ocağı evlerine, daha uğramadan doğruca, sevdiği Nadya isimli Rum kızının oturduğu evin önündeki yoldan atını geçirirdi,
.Atının nal seslerini evinde fark eden, sevgilisi Nadya, derhal bulunduğu yaşadıkları Rum evinin, tavernasına çıkarak kendisini sevdiğine tavernadan gösterdi.
.Ali ile karşılıklı, yaptıkları işaretleşme ile her zaman buluştukları konuştukları evlerinin arkasındaki korulukta onlar yeniden buluştular.
.Korulukta bir ağacın altında, oturdular ve göz göze diz dize oturup yatıp yuvarlanıp, orada hasret gidererek konuştular.
.İki sevgilinin buradaki korulukta buluşması, sanki onlar, aylardır yıllardır, birbirlerini görmemişler gibiydi
.Hasret giderildi, konuşmalar konuşuldu, ertesi gün köydeki davet edildikleri düğün yerinde buluşmak üzere söz verildi ve ondan sonra ayrıldılar
.Köyde ertesi günü, Ali’in bir çocukluk arkadaşının düğünü vardı..
.Ali’ inin çocukluk arkadaşlarından biri, sevdiği kız ile evlenmekteydi onlar bu yapılacak arkadaşlarının düğününe davetliydiler.
.Saten, bunların köylerinde bir düğün falan oldu’ mu, düğünün varlığı, davulcularla davul çalınarak ve düğün sahibinin evinin köydeki çatısına, ucunda bir elma ve bayrak olan, bir sırık dikilerek, köy halkının tamanına o evde düğün olduğu bilirdi. Ve ilan edilmiş olurdu.
.Bu işaretleri köylerinden ve dışarıdan başka köylerden gören, başka kimler varsa, akşam olunca, düğün sahibinden, hiç biri davet beklemeden, düğün yerine giderlerdi.
.Ve onlar düğün evinde, davullu zurnalı yemeli ilçeli düğün bitinceye kadar, onlar yerler içerlerdi.
. Sonra orada, gönüllerince düğün yerinde damat ve gelin ile arkadaşları ile eğlenir, horonlar tepip Rumca Türkçe şarkılar söylenirdi.
.Düğün bitince, düğün yerinde tebriklerden sonra, takılar takılıp, dinlenilir, sonra, yeniden kendi evlerine düğün bitiminde dönerlerdi.
.Bazen, bu düğünlerin bir hafta sürdüğü olurdu.
Hali vakti yerinde olan zenginlerin, çocukları için yapılan düğünler bazen bir haftayı bile bulurdu.
.Ali, çok sevdiği Rum kızı Nadya ile buluştuğu koruluktaki ahlât ağacının dibinde, konuşup birbirlerine olan sevgi bağlılıklarını hasretlerini, konuşarak sevişerek giderdikten sonra, Nadya ayağa kalktı ve elbisesinin bir parçasını yerinden yırttı.
.Ve sonra onu aldı, ahlât ağacındaki bir dala, kendince bir dilek tutarak bağladı.
“Onun bilinen bir tek isteği vardı, kendisine eş olarak köyünün gençleri arasından seçtiği, Müslüman ve Türk olan, muhtarın oğlu Ali ile evlenebilmekti.”
.Ali ve onun aynı köyden sevdiği, Rum kızı Nadya buradaki buluşmalarından sonra buluştukları koruluktan ayrılarak, kendi evlerine, döndüler.
.Ali henüz, uğramadığı, kendi evlerine doğru dönerken, yanındaki Rum kızı, güzeller güzeli Nadya’da ormanın karanlıkları içinden evlerine doğru süzülerek, gizlice kendi evlerine girdi.
.Ali, eve gelince, onu annesi Fadime hanım, evinin kapısının önünde onu bekliyordu..
.Ali atından indi ve atını evlerinin önündeki bir ağaca bağlayarak, annesine doğru yöneldi.
.Gider gitmez, kendisini bekleyen onunla, daha eve girmeden, yol üzerinde konuşmaya başladı.
-Niye bekliyorsun, anne?
“Annesi kızgın bir şekilde cevapladı”
-Seni bekliyrum, oğlum kimi olacak da, bana senun köye at üzerinde , bizum yayladan senun köye girdiğünu söylediler amma, saatler geçti sen eve gelmedin da.
“Saatlerdir sen ortalıkta yoksun, be oğulum dedi ve annesi kızarak konuşmasına devam hala devam ediyordu”
.Senin başına bir şeyler gelmesinden korktum oğul, neredeydin bu saate kadar hele söylüyüver bana bir kakıyım oğlum!
-Neredeydun?
-Biraz dolaştım arkadaşlara rastladım, onlara takılıp kalmışım merak edecek bir şeyim yok.
-Dedi Ali.
“Öyle diyerek, kendisini bekleyen annesini teskin etmeye çalışan, onu inandırmaya çalışan, Ali merak içindeki annesini teskin etmişti.
.Sonra, atından indi ve atının üzerinden işlemeli halı heybesini eğerin üzerinden indirdi ve onu, omzuna aldı, yanındaki kendisini merak edip bekleyen annesinin koluna gitti.
“Her ikisi de birden, anne oğul, buluşmanın sevinci içinde neşeli bir halde, evlerinin havlusu içinden içeriye girdiler.
“Annesi sadece bir çocuğu olan biricik oğlunun, sağ salim, evine dönmesinden memnun önceden hazırladığı mısır ekmekli tere yağı ve balların olduğu yer sofrasındaki kahvaltılıkları yerken, Ali’in keyfine diyecek yoktu.
.Ali çok neşeliydi amma, annesi Fadime kadın, olan bilenin farkında değildi. Bir bilse, bu buluşmaya annesi karşı çıkar onu azarlardı
..Çünkü oğlu Ali, Müslüman idi. Sevdiği kız ise, bir Ortodoks bakırcının kızı olan, Ortodoks Rum kızı Nadya idi. Üstelik onun akşamları meyhaneden çıkmayan, kendi inançları gereği yapması gerekli olan Kilise ayinlerine bile ayda yılda nadiren giden bir babası vardı.
.Bunu bildikleri için, bunun kızının güzelliği onların umurunda değildi, onlara göre Ali’nin evleneceği kızın Müslüman birinin kızı olması gerekti.
.Oğulları Ali’in, evlenebilmesi için, kızın Müslüman birinden olması şartı ve gerekli olduğu düşünülüyordu.
.Ali öz ailesinin, kendisine bu konuda muhalefet etmesinden çekindiği için, bu yüzden sevdiği kızı kendi ailesinden şimdilik saklamaya çalışıyordu.
.Kendi ailesine evde iken, ondan bahsetmiyor, ancak düğünlerde ve nişan merasimlerinde falan Nadya ile karşılaşmış olsalar, sanki bunu bir tesadüfmüş gibi gösteriyordu.
.Köy halkından konuşmasında hiçbir engel olmayan, bir komşunun kızıymış gibi davranmaya çalışıyor öyle’de, devam ediyordu.
.Çoğu zamanda, aralarında mektuplaşarak konuşuyorlar, yazdıkları mektupları, kendisini ve Nadya’yı çok seven, köyün sevimlisi Mıstık ile yapıyorlardı.
“Mıstık, onların birbirlerine yazdıkları mektupları, para ve ödül karşılığında, karşılıklı götürüp getiriyordu.”
.Akşam olmuştu.
.Bütün köy halkı, din mezhep Rum Türk ayrımı yapmadan, köyün bütün halkı düğün yerinde toplanmış gece yapılacak düğünde eğlencenin başlamasını beklediler.
.Bir taraftan davullar çalınıyor, bir taraftan horonlar oynanıyor, kemençe ve tulum sesleri köyün her yerinden rahatça duyulmaya başlamıştı.
.Nadya, bakırcı ailesi ile birlikte süslenmiş püslenmiş bütün güzelliği ile, düğün yerine geldiğinde oradaki gençlerin ona karşı alıcı bakışları ve yüksek sesli alkışları ile karşılanmıştı.
.Nadya’n gözleri, gençlerin içindeki sevdiği genç olan Ali’yi aramaktaydı.
.Köy halkı, Nadya’ın sesinin kendi kadar güzel olduğunu bildiğinden, ondan önce, birkaç Romaika dilinde, türkü söylemesini istiyorlar, Nadya, Nadya diye tempo tutuyorlardı.
.Nadya onları kıramadı, tulum ve kemençe çalanların bulunduğu yere doğru gitti.
,Onlardan, bildiği türkülerin müzüğünü çalmalarını istedi.
.Pontus Rum dili, Romaika dilinde söylediği, şarkılarla, düğün yerine gelenleri adeta büyülerken, ona kemençe ve tulum eşlik eden halk, yerinde duramıyordu.
.Nadya’ın, istek üzerine söylediği Romanika dilindeki güzel şarkılarının bitmesinin arkasından, başlarında siyah peçeleri ayaklarında siyah yumuşak derilerden yapılmış körüklü çizmeleri üstlerinde ceplerinden zincirlerin sarktığı yelekleri ile Türk ve Rum gençleri karışık bir halde, ortaya çıkarak Pontus horonu çekmeye başladılar.
“Köy halkının, onlara ayak uydurması ile düğün yeri adeta bir panayır yerine dönmüştü.
.Köyün kızları, kızanları gençleri düğün yerinde kimler varsa, yaşlısı genci demeden hepsi orada düğünde eğleniyorlardı.
.Aralarında ırk mezhep ayrımı yapmadan, hepsi birlikte sabaha kadar horon tepip oynadılar..
.Bir ara düğün yerindeki Nadya’ ın sevgilisi muhtarın oğlu Ali, arkadaşları ile beraber kalkarak ortaya çıktı ve kıvrak hareketleriyle, en başa geçip, onlarla horon tepmeye başladı.
.Nadya düğün yerindeki kalabalığın içindeki bir kenardan, onları izliyordu.
.Yerinde duramıyor, onlara katılmak için yanındaki kendileri ile samimi olduğu kız arkadaşlarından Alina ve Elsa’ya bir şeyler söylüyordu.
-Bre kızlar, biz neye duruyoruz, haydü bre kızlar haydi ortaya dedi.
.Ve kızların kolundan tuttuğu gibi onları erkekler ile beraber horon oynamak için ortaya çıktı.
Onların ortaya çıkması ile, düğün yeri daha’ da şenlenirken, kemençe ve tulum eşliğinde oynadıkları hıoron halayından, sanki oradaki yerlerde yer sarsılıyordu ve deprem olur gibiydi.
.Erkekler bir taraflan, kızlar bir taraftan el ele, yan yana birlikte çektikleri horon, düğün yerindeki damat ile gelinin neşesine neşe katıyor, bazen’ de kalkıp arkadaşları ile birlikte onlarda horon tepiyorlardı.
.Yan yana, erkekli kızlı yapılan bu horon tepme sırasında Ali, sevdiği kızın yanından ayrılmıyor onunla yan yana horon tepiyor sık, sık sevdiği Nadya kızın gözlerinin içine bakıyor, arada bir onunla konuşmaya çalışarak fısıltı ile ona bir şeyler söylüyordu.
.Nadya’nın bir kenarda duran annesi, Elenor, her şeyin farkında olmasına rağmen, kızı ile Ali arasında olan bitene karşı gelmiyordu.
.Elanor, kızının muhtarın oğlu Ali ile konuşmasına, hatta bunu bildiği halde, gizli, gizli ormanın karanlık köşelerinde Ahlât ağacının altında buluşmasına bile mani olmuyor, onların buluşmalarına göz yumuyordu.
.Elenor Türkler ile beraber, aynı köyde yıllardır ailesi ile birlikte yaşayan bu köyde doğmuş büyümüş Pontuslu bir Rum kadıydı.
.Boş zamanlarında, bakırcılık yapan Poyraz adındaki eşine, gidiyor ona yardım ediyor, dükkânda ocak başında körük çekiyor, bazen eşi gibi bakır kapları kalaylıyor, dükkânda ortalığı silip süpürüyor, kendi gibi Rum olan eşi Poyraz’a yardım ediyordu.
.Sık, sık bakırcı dükkânına ilk o gelip, dükkânını o açtığından, köy halkı tarafından sevilmiş Ortodoks bir Rum kadıydı.
.Yine günlerden bir gün, sabah erkenden gelmiş, gitmiş, dükkânının kapısını kendi açmıştı. Ortalığı silmiş süpürmüş toplamış, dükkânın önüne oturarak, köyde nadiren görünen, sabah güneşinden faydalandığı bir günün, sabahıydı.
.Dükkânın önünden başında bir kadın önünde birkaç inekle, bir kadın geçiyordu.
-Elenor balika, bakıyorum yine erkencisin!
-Dedi kadın.
“Elenor kapının önünden sığırları ile geçen kadına Romanika dilinde, cevap veriyordu”
-Poyraz bu akşam yine çok içmiş, evde sızdı kaldı. İş başa düştü. Ben de erkenden geldum, ne yapacaksun
-Diye cevap verdi yoldan geçen kadına.
-Kadın önündeki ineklerini, otlağa doğru sürüp uzaklaşıp oradan geçip giderken, uzaktan görünen Poyraz sallana, sallana dükkâna geldi.
-Yine erkinden gelmişsin, bre Elenor!
-dedi eşine..
“Yarı ayık bir vaziyette, geç saatlerde dükkâna gelen Poyraz, dükkâna girdi içerdeki ocağı yaktı ve bir gün önceden yarım, yarım kalan, işlerini eşi ile beraber yardımlaşarak yapmaya başladı.
.Elenor onu dükkânda işi ile bırakarak daha sonra, kendi evine döndü.
.Kızı Nadya, odasındaki uykusundan uyanmış, evlerinin önündeki ocakta mısır unundan, ekmek yapıyordu. Onları pişirmeye çalışırken.
-Annesi ona, Romaika diliyle seslendi.
-Nadya kızım, beni bekleseydun ya, neden beklemedun kızım.
-Dedi.
.Sonra onlar birlikte yaptıkları, mısır ekmeğinin, yanına biraz tereyağı, biraz taze peynir biraz bal koyarak, sabah kahvaltılarını beraberce yaptıktan sonra, Nadya sofradan kalktı ve kendi odasına çekildi.
.Nadya odasında, köylerinden sevdiği Türk delikanlısı, Köy muhtarının tek oğlu olan, Ali’ ye mektup yazmaya başladı.
.Mektubunda Nadya, daha fazla dayanamayacağını, bu kaçamak konuşmalardan, artık bıktığını kendisini bir an evvel, gelip vakit geçmeden, bakırcılık yapan ailesinden, istemesi gerektiğini yazıyordu.
.Yazdığı mektubu kıvırdı katladı, sonra kendi elleri ile işlemiş olduğu bir ipek işlemeli mendilin içine güzelcene koydu,
.Sonra, doğruca elindeki içinde mektup bulunan bu kendil ile, mektubu sevdiği genç olan Ali’sine götüreceğini, düşündüğü Mıstık’ın evine gitti.
.Mıstık, sabah erkenden sokağa çıkmış, arkadaşları ile evlerinin önündeki sokakta, oyun oynuyordu.
.Bir el işareti ile oyun oynayan Mıstık’ı yanına çağırdı ve ona biraz para vererek, sıkı, sıkıya tembihler ederek, kimseye yolda giderken yakalanmadan, yazdığı, mendil içindeki mektubunu götürüp sevdiği Ali’ ye vermesini istedi.
.Mıstığın avcunun içine birkaç kuruş daha fazladan para bırakarak, onun gönlünü aldı.
“Mıstık sevinerek oradan arkadaşlarından ayrılmış, uzaklaşmış, doğrucana Ali’in evini tutmuştu.
.Onun eve doğru geldiğini gören, Ali’ nin Annesi muhtar Hacı Hasan amcanın eşi ise, öteden eve doğru gelen Mıstık’ı, Fadime teyze, gördü ve onu yanına çağırdı, onunla konuşmaya başladı.
-Hayrola Mıstık, sabah, sabah, ne bu telaşın, bir şey’ mi oldu yoksa Mıstık, buraya neden geldin”
-Dedi.
-Mıstığın birden yüzleri kıpkırmızı kızardı, bozardı ona ne diyeceğini bilemedi kekeledi.
-Şey, Fadime Teyze şey, Ali abim için geldim, ona bir şey diyecektim’ de diyerek, Mıstık kekelelerken eli ayağı titriyordu.
“Fadime teyze, onu sıkıştırıyordu., Acaba, Mıstık, oğluna ne diyecekti.
.Ondan bunu ısrarla söylemesi için sıkıştırıyor, onu zorluyordu.
.Mıstık ise şaşırtmış, ne yapacağını bilmeden, yerinde kıvranıp, bocalarken, bir ara, Nadyanın yazdığı cebindeki mendilin içindeki mektuplu mendil yere düştü. Ali’in annesi düşen mendili gördü.

-Bu düşen mendil neci Mıstık.
-Şey, Fadime teyze, şey!
“Fadime teyze, bunu görmüş, Mıstıktan evvel, eğilip onu yerden anlamıştı. Sonra mendili açtı, yerden aldığı mendilin içindeki, Nadya’ya ait olan mektubu okudu ve Mıstığın gözlerinin içine baktı.”
-Bunu seninle, Ali abine Nadya’ mı gönderdi? Bizim Ali’ye’ mi verecektin bunu Mıstık sen?
-Dedi ve sonra bir el işareti ile onun gitmesini söyledi.
“Sen haydi evine git Mıstık, sen hiç merak etme, ben bunu, Ali abine veriririm, Ali abin dün düğünde, horon teperken, çok yorulmuş, henüz yataktan kalkamadı sen şimdi git ben ona bunu veriririm
-Dedi ve onu evlerine gönderdi.
“Mıstık, çaresiz ve biraz’ da üzgün, bu olaydan sonra oradan ayrılmak zorunda kalırken, Fadime teyze ise, elindeki yerden aldığı dikkatleri üstüne çeken işlemeli mendil ile içindeki mektubu aldı götürdü sonra oğlu Ali’in olduğu evine girdi. Doğruca Ali’in yattığı odaya çıktı. Onun kapısını çaldı ve sonra içeriye girdi”.
-Ali hala kalkmamış yatıyordu. Gözlerini ovuşturarak çalınan kapıyı açtı, karşısındaki annesine baktı.
-Ne var, anne?
-Ölün körü var oğlum.
-Kalk haydi, kalk oğlum, kalk. Yeter artık yattığın, kalk seninle benim önemli konuşacaklarım var diyerek, elindeki, Nadya’ın ona yazdığı işlemeli mendil içindeki mektubunu oğluna uzattı.
.Ali, olan bitenden oldukça şaşkın, gözlerini ovuşturarak yerinden birden fırladı ve kalktı.
“Eline verilen mektuba, şöyle bir baktıktan sonra, annesine kızmaya başladı.”
-Anne bu mektup senin eline nasıl geçti?
-Okudun’ mu sen bunu yoksa!
-Dedi.
“Annesi, evet oğlum okudum, oğlum okudum. Onun için seninle konuşmam lazım diye, oğluna bakarak ona daha çok kızmaya başladı.
-Bu mektuptan babanın haberi olursa var’ ya oğlum, bilesin âlim Allah, baban, dünyayı başımıza yıkar, kalk’ da, şu mektubun aslı astarı neymiş, senin bu Nadya denen Rum kızı ile ilişkinin dereceleri nerelerde bana bir söyle’ de ben bir bilelim bakalım dedi”
-Ali, olayı inkâr edemeyecek hale düşmüştü. Yattığı yataktan kalktı, her şeyleri olduğu gibi, hiç saklamadan, oradaki kendisini dinleyen annesine yaşadığı gerçekleri kendisinden öğrenmek isteyen annesine anlattı.
“Rum kızı, Nadya’yı, çok sevdiğini, onunla mutlaka evlenmek istediğini, hepsini annesinden çekinmeden korkmadan annesine anlattı.”
-Annesi!
-Olmaz oğlum, bu olmaz, olamaz, Baban bunu bir duyarsa dünyayı başımıza yıkar dedi.
Bu kız ile evlenmeni kesinlikle istemez, bir Rum kızını. sana gelin olarak alınmasına ne yapar, yapar, baban mani olur oğlum, bilmez’müysun oğlum babanı, sen babanın huyunu, o her zaman demez’ miydi “davul bile, dengi dengine çalar” Şimdi biz babana ne diyeceğiz, babana oğlum!
-Dedi ve devam etti.
-En iyisi baban, bunu duymadan gel sen oğlum, bu kızdan bu sevdadan vaz geç oğlum, bu sevdadan vaz geç, diye annesi oğluna yalvardı, yalvardı.
“Oysa Ali’in, Rum kızı Nadya’dan, hiçbir zaman vaz geçmeye hiç niyeti yoktu.
.Köyünün en güzel kızı olan, Rum kızı Nadya’ın güzelliğinden çok etkilenmiş, onunla gizli, gizli bazen ormanda, bazen koyun güddükleri meralarında, yayla evlerinde, gizlice buluşuyorlar, birlikte hoşca vakit geçirip konuşuyorlar, kendi gelecekleri için, düşüncelerini paylaşıyorlardı”

NADYA
3

.Ali, annesinin kendisine bütün yalvarmalarına yakarmalarına gerçekleri söylemesine rağmen, muhtarın oğlu Ali’in Rum kızı Nadya’dan, vaz geçmeye hiç niyeti yoktu.
.Annesi, Nadyanın mektubunu yakaladığında oğlu Ali’ye, o kadar çok yalvarmasına rağmen, Nadya’ın yerine daha güzel daha ahlaklı bir Türk ve zengin Müslüman birinin kızını gösterip, onunla evlenmesini istemesine rağmen Ali, Nadya diyor, başka bir şey söylemiyordu.
.Olan bitenden habersiz, muhtar Hacı Haasan amca, yaylada onun tembihlediği azık çantası ile beraber, geri dönmesini bekliyordu.
.Babasının yaylada kendini beklediğini bir anda hatırlayan Ali’in, yayladaki babası aklına gelince, onun babasının yaylada acıkmış olabileceğini düşündü.
“Annesine azık çantası hazırlamasını söyledi”
.Anne, anne babamın yaylada yiyeceği kalmamıştır, bu konuları şimdilik bırakalım’ da, sen bir azık çantası hazırla ben onu babama götüreyim dedi Ali.
.Annesi bunu daha duyar duymaz, yayladaki eşinin, azığının bitmiş olabileceğini düşündüğünden, acele ile yerinden kalktı ve yaylaya götürülmek üzere, içi yiyecekler ile dolu azık çantası hazırlıklarına başladı.
.Hacı Hasan amca ise, bu sıralarda, yaylada koyunları otlatmakta oğlunun yanına dönmesini beklemekteydi.
.Koyunlardan birini ormanın içinde, kurda kaptırmış canı çok sıkkındı.
.Çok güvendiği kendisine sadık köpekleri sürüyle gelen kurtlarla baş edememişti.
.Sonunda sislerin içinde, kaybolan sürüden ayrılan bir koyununu kurtlara yedirtmişti.
.Kendi kendine dağın başında konuşuyor, kurtların karşısında çaresiz kalan çomara kızıyordu.
-Ülen çomar, bunu bana yapmayacaktun da, köpeklerin içinde, oysam ben en çok sana güvenirken, sen’ de kurtlarla baş edemedin be çomar
-diyordu..
.Gerçekten’ de kurtların kuzuyu aldığı o gün, hava birdenbire yeniden bozmuş ve dağlarda her tarafı yoğun sisler sarmıştı.
.Sislerin arasında otlamaya çalışan koca bir koyun sürüsü, neredeyse sisten görünmez hale gelmişti.
.Köpeklerine çok güvenmesine rağmen, yine ‘ de Hacı Hasan amcanın, önündeki otlatmakta olduğu koyun sürüsünün içinden, biri siste kaybolmuş, koyunu kurtlar kaparken, birkaçını’ da kurtlar yaralamışlardı.
“Koyunlarının kimi kurtlar tarafından, ayağından yaralanmış giderken toparlarlarken, kimi’ de başka yerlerinden derin yaralar almıştı.
.Kanlar içinde, zavallı hayvanlar bitkin bir halde, otlakta dolaşıyorlardı.
.Hasan amca, bir taraftan kurtlara kızarken bir taraf tan’da gelmekte geciken bir bahane ile gidip’ de, geri dönmeyen biricik oğlu, Ali’ ye kızıyor, kendi kendine homurdanıyordu.
.Ulan Ali, ulan oğlum, yetiş be nerdesunn, ben bu kurtlarla baş edemeyeceğim yetiş be oğlum nerede kaldın, neredesun oğlum
-diyordu.
“Hacı hasan amca yaşlıydı, yaşı altmışın üstünde olan Hasan amca, artık işten güçten elini eteğini çekmek istiyor, tarla, bağ bahçe ve koyunlarla olan işleri tamamen oğlu Ali’in bakması istiyordu.
.Bir de onun, Müslüman bir Türk kızı ile evlenmesini, çoluk çocuğa kavuşmasını istiyordu. Torun torba sahibi olmasını istiyordu.
.Ülke henüz, bazı savaşları kazanmış olsa’da kurtuluş savaşlarından tam kurtulamadığından, yeniden savaşların çıkmasından korkuyor, elindeki tek oğlunun’ da bir gün saskere alınmasından, hala sürüp giden bitmez savaşlara götürülmesinden korkuyordu.
.Tek çocuğu olduğu için, Ali o güne kadar, askere alınmamıştı amma, Ali, mecbur kalınıp askere alınırsa, Hasan amca, köyde işleri ile yalınız kalacak ve işlerini tek başına yalnız yapmak mecburiyetinde kalacaktı.
.Bundan korkuyordu.
.Bütün bu korkular yetmezmiş gibi, bir de kendisinde devletin verdiği muhtarlık görevi vardı üstünde. Devletin köylüden alacağı, toplayacağı vergilerden ve gelip gidenlere bakmaktan, bir o sorumluydu.
.Çünkü. Hacı Hasan Efendi, bunları düşündükçe, içinde bir korku oluşuyor, bir an önce oğlunun, kendisinin istediği güzel Müslüman ve dengi olabilecek bir kızla, onun hemen evlenmesini ve oğlunun kendinden işleri devrelmasını istiyordu.
.Artık bahar gelmiş, halkın, köylerinde oturmanın zamanı değildi. Sürüsünü sığırlarını önüne katan, aileler yayla yoluna dökülmüş, birer ikişer derken, yayladaki yazlık ahşaptan yapma evler dolmaya başlamıştı.
.Yayladaki ağaçların üst üste yerleştirilmesi ile yapılmış evlerinin, bacalarından çıkan gri dumanlar, soğuktan olduğu yerde buza dönüşürken, gökyüzünde helezonlar çizerek dolaşması karşısında, Ayvalı köyünün muhtarı Hacı Hasan efendi amcanın yalnızlığı da bitmiş, kendi ailesi olan Fadime kadın’ da yanında oğlu ile beraber, önlerinde köyde katmış oldukları inekleri beraberinde, yaylaya göç edip geldiler.
.Artık bütün köylü, yaylada idi, Nadya’ın ailesi olan bakırcı Poyraz ve eşi Elenor’ da yaylaya göçmüşler, kar yağıncaya kadar buradaki ağaçlardan yapılma yayla evlerinde kalacaklardı.
.Meralarda köy halkı, hayvanlarını otlatacaklar, yayla şenlikleri yapacaklar, son baharda kar düşmeden evvel, yeniden köylerine döneceklerdi.
.Ali bu defa, sevdiği Rum Kızı Nadya ile olan buluşmalarını, koyun sığır otlatırken yayladaki ormanlık alanlarda yapacağı için memnundu.
.Beraber onunla meralarda koyun otlatacaklar, kaval çalacaklar, kemençe ve tulum eşliğinde yaylanın düzlüklerinde beraber horon tepeceklerdi.
.Şenlik içinde gececek olan bir yaza giren köylülerin pek çoğunda, arı kovanları olduğundan kovanlarını gelir gelmez, ladin agaçlarının dalları arasındaki yüksek yerlere yerleştirdiler.
.Etraftaki ormanlarda, ayıların çok olduğunu biliyorlar ve bu ayıların balları çok sevdiğini arıcıların bildiklerinden, arıcılar içinden bal alacakları kara kovanlarını ayıların çıkamayacağı çıkılması çok zor olan, yüksek ağaçlardaki dalların arasına yerlere yerleştiriyorlardı.
.Ormanların içindeki boşluklarındaki yeşilliklerde, bol miktarda çeşitleri çok fazla olan, çiçeklerden elde edilecek ballar hastalar için bir şifa kaynağı olacaktı.
.Köylü besiciliğin yanı sıra, arıcılık’ da yapmakta bu kovanlardan elde ettikleri balları pazarlarda en yüksek fiyatlardan satıp, elde ettikleri para ile çay şeker, un ve bunun gibi diğer ihtiyaçlarını karşılamayı düşünüyorlardı.
.Kıştan kalma karlar, her ne kadar dağların Karadeniz alplerinin doruklarında hala görünseler’ de, pek baharın gelmesi ile çoğu erimiş, sular çoğalmış pınarlardan akan sular buz gibi akarken, onu pınar başlarında karşılıklı dedi kodu yaparak su dolduracak delikanlılar ile buluşacak, Rum ve Türk kızlarını bekliyordu.
.Evlerde içme suyu olmadığından, yayla evlerinin yakınlarında bulunan, önüde yaylacıların hayvanların’ da su içebileceği ahşap oyma oluklu pınarlardan sular akıyor, önündeki çimenlerdeki çiçeklerdeki polen toplayan ve sularını içen arılar adeta, çiçekler üzerinde sesler çıkararak danslarını yapıyorlardı.
.Karadeniz alpleri, kıyı ve dağ köylerinde birlikte huzur ve barış içinde yaşayan, Rum ailelerinin ve sonra Türk ailelerinin, yazın çıktığı yaylalarıydı.
.Her sene, yazın ilkbahardan itibaren, bu kara deniz alplerindeki yaylalardaki kendi yaptıkları üst üste konulmuş ağaçlardan, yapma ahşap evlerde oturup, meralarda veya ormancılık işlerinde, çalışacaklardı.
.Zamanlarını onlar, yaylalarının geniş otlaklarında köylerinden getirdikleri küçükbaş veya büyük baş hayvanlarını otlatarak, hayvanların sütlerinden kendi geleneklerine göre atalarından öğrendikleri yağlar çeşit, çeşit peynirler yaparak geçirirlerdi.
.Sonra, evlenme çağı gelmiş olan, gençlerin birbirleri ile yayla şenliklerinde tanışıp zaman, zaman horonlar eşliğinde düğünler yaptıkları yerlerdi.
.Sonra çevre yaylalardan, köylerden gelen halk buralarda toplanır, toplanan halk, yayla yerinde topluca yayla şenlikleri düzenlerlerdi.
.Bu yayla şenliklerinde güreşler yapılır, halaylar çekilir horonlar oynanırdı.
.Bu adet onlara, gelip geçmiş atalarından kalma, vazgeçilmez bir gelenekti.
“Onlar için yayla demek, bir araya gelmek horon çekmek demekti, horon çekmek demek, kemence çalmak demekti, kemençe çalmak demek ise, tulum ve onların önünde, kıvrak Kara deniz oyunları ile horon çekmek tepmek kadınlı kızlı, erkekli oynamak demekti.
.Bir de bu şenliklerde kız erkek, kim varsa bekârların birbirleri ile tanışması, sevgili bulması demekti.
.Âlinin ailesinin yanı sıra köylerinde Türk, Laz, Ermeni veya Rum ailelerinden kimler varsa, yaşadıkları Ayvalı köyünün halkının tamamı yaylaya çıkmıştı.
.Hala buraların zirvelerde karlar vardı., Yaz aylarını hala zirvelerde karların buzulların bulunduğu, ormanların içindeki geniş otlaklarla dolu yaylalarında hayvanlarını otlatarak geçirlerken, bazıları’da bazı günlerde, çevredeki ormanlarda çalışarak para kazanıp kışlık hazırlıklarını yapmaya başlamışlardı.
.Meralardaki geniş çayırlıklarda, her çeşit çiçeğin bulunduğu yerlerde bal arıları sesler çıkararak dolaşıyor, ağızlarında çiçeklerden topladıkları polenleri ağaçlar üzerine yerleştirilmiş olan kütük kovanlara taşıyarak, bunlardan tadına doyum olmayan yendiğinde hastaya şifa veren ballar üretiyorlardı.
.Ali’in muhtar olan babası, Hacı Hasan efendinin kütükten yapma yuvarlak arı kovanlarını, daha önceki geçen yıldan, ormandaki ladin ağaçlarının üzerinde ayıların çıkamayacağı yükseklerindeki ağaç dalları arasına yerleştirdiği sayısız miktarda arı kovanları vardı.
.En çok arı kovanları köyde ondaydı.
.En çok balı yine o üretiyordu.
“Kovanlardan ilkbahar ballarını almanın zamanı gelmiş ilkbaharda kovanlarının balı kovanlardan alınması lazımdı. Hasan amca Oğlu Ali’yi yanına çağırdı.
-Oğlum Ali, bizum gidup kovanlardaki balları almamız lazım alalım’ ki, arılar çayırlıklarda yaz gelip çiçek zamanı geçmeden, yeniden yerine yeni ballarını yapsınlar.
- Dedi.
“Ali’in ona, itiraz edecek hali yoktu, babası ne derse onu yapıyor, babasına kendini sevdirmeye çalışarak, bir gün nasıl olsa onun da duyacağını düşündüğü sevgilisinin kendisine istenmesi için, babasının gönlünü hoş tutmaya çalışıyordu”
-Tamam, baba, tamam, sen ne zaman istersen gider balları kovanlardan alırız.
.Diye, cevapladı Ali.
“Ertesi gün, evlerinde bal kesmek için hazırlıklar yapıldı ve arıların kovanlarının bulunduğu ağaçların olduğu yerlere gidildi.
. Birkaç ağaçtaki kovanlardaki ballar kovanlarından alınıp yanlarında getirdikleri helke tabir ettikleri, bakırdan kaplara yerleştirdikten sonra, bir başka yerdeki kovanlara bakılınca, Ali şaşırtmıştı.
.Arkadan gelen babasına doğru döndü ve bağırmaya başladı.
.Gelirken geride kalan yaşlı babasına doğru seslendi.
-Gel, baba çabuk gel, gel baba çabuk gel burada bir şeyler olmuş. Kovanlar yerlere düşmüş, fırtına ağaçlardaki kovanların hepsini yere indirmiş be baba derken, babası adımlarını sıklaştırarak kovanların olduğu yere yaşından beklenmeyen bir çabuklukla koşarak vardı. Ve yerdeki parçalanmış oraya buraya savrulmış kovanlara baktı.
.Kovanların hiçbirinde bal falan yoktu, bal olmadığı gibi, içinde olması gereken arılar’ da ortalıkta yoktu. Hasan ağa, kovanlara alıcı gözüyle şöyle bir bakınca ağaca ayının çıktığını ve kovanların hepsindeki balları yediğini, içindeki arıların ise, kovanlardan kaçarak, başka yerlere gittiğini gördü anladı.
.Baba oğul, ormanın içinde arıların konabileceği yerleri aramaya başladılar ve uzun süren bir aramadan sonra, arıların kayalık bir yerdeki kayaların arasına taşındığını gördüler.
.Zar zor olduğu yere çıkarak, arıların içinden ana arıyı buldular ve onu yanlarında getirdikleri sepedin içine yerleştirdiktenn sonra, bir kenara çekilip diğer arıların’ da bey arının etrafında toplanmasını beklemeye başladılar.
.Çok geçmeden ayıların bozduğu parçalayıp dağıttığı kovanlarından kaçan arılar, bey arının olduğu sepete doluşarak toplandılar.
“Yeniden kovanlarına götürülüp koydular. Bu defa topladıkları arılları kovanlarının lovanlarını, ayıların bir daha hiç çıkamayacağı, onların kovanlara zarar veremeyeceği yükseklikteki bir yere koymuşlardı.
.Hasan efendi yine’ de, aldığı ballardan dolayı, durumdan memnundu.
.Çünkü ayıların zarar veremediği diğer kovanlardan, kendilerine ve gelen misafirlerine yetecek kadar, bal toplamışlardı.
.Ellerini açtı bir dua okuyarak, oğluna baktı.
-Buna’ da şükür bre oğlum, ya ayılar, bu kovanları’ da dağıtsaydı biz ne yapardık, bu sene balsız kalırdık.
-dedi.
“Muhtar Hasan Efendi ve onun oğlu, Ali, ellerinde bal dolu kovaları ile yayladaki evlerine döndüler balların bir kısmını makinelerinde süzerek, süzme bal yaparken bir kısmını’ da, petekli olarak her zaman içinde bal olan toprak testiler içine ilerideki günlerde satmak ve birazını yemek için doldurdular.”
. Havalar yaylada, bazen bulutlarını dağıtıp bulutlar arasından güneşi yaylacılara gösreirken, bazen’ de hava tamamen sisler ile kapatarak, yayladaki evleri, ormanları dağları göremez hale getiriyordu.
.Artık Temmuz ayı gelmişti ve Ağustos ayı yaklaşmıştı., Yaylalarda bahar aylarına göre, daha fazla güneş görünmeye başlamıştı.
.Artık orada, son bahar iyicene yaklaşmadan; çimenler kuraklıktan tamamen kurumadan, çiçekler solmadan, yayla şenliklerinin yapılması gerekiyordu.
“Muhtar çevredeki tüm yaylalara haber göndererek yayla şenliklerinin, bu sene kendi yaylarında yapılacağını ve zamanını yerini katılacaklara bildirdi.
.Davulcular tutuldu, çevreden en iyi kemençe çalanlar ve tulum çalanlara haberler veridi.
Bunların eşliğinde, yayladaki henüz kurumamış çayırlar üzerinde horon tepecekler ile güreşe katılacaklar belirlendi ve sonra, şenlik gününde gelecek olan, misafirlerin yiyeceği yemekler hazırlandı.
.Kuzular kesildi, kazan, kazan ocaklarda pişirilen etli plavlar hazırlandı, mısır ekmekleri, sonra yufkalar hazırlandı ve sonunda, yayla şenliklerinin yapılacağı gün geldi çattı”
.Bir gün öncesinden gelenler için yayladaki bazı evler boşatılırken, şenliklere gelenler adetleri gereği yanlarında getirdikleri kuzuları kestirip, etlerini ev sahipliği yapan köy halkına vererek misafirlerin yemekleri için katkıda bulunuyorlar, ayrıca, şenliklere çevre yaylalarından katılan diğer yayla sahipleri şenlik gününde yarışmalarda ödül alacak olan kişiler için, paralar’ da toplamışlardı.
.Ertesi gün olduğunda, yaylada adım atacak yer kalmamıştı., Her milletten, kadın kız kızan, kendi geleneklerine göre giyindikleri yöresel elbiseleri kıyafetleri içinde şenlik yerine toplanmışlardı.
.Gelenlerden, erkeklerin ayaklarına giydikleri çarıklar, siyah renkli deri çizmeler ve üstlerinde körüklü yelekler, kabalaklar belleri kamalı, zincirlerin sarktığı yelekleri kuşaklı elbiseler ile kadınları kızları üzerlerinde renk, renk dokunmuş peştamelları ise, el dokumalı elbiseleri çiçekli desenleri görüntüleri ile, çayırlardaki çiçeklerden farkı yoktu.
.Çeşit çiçekli elbiseler içinde kızlar kadınlar, körük çizmeli ve siyah yelekli meşin deri den yapılma kukula adını verdikleri topuklu ayakkabıları ile başlarına bağladıkları siyah seymenlere özgü poşu sarılı fesleri veya keçe külah takmaları ile meydanlarda yerlerini almış, hepsi çalınan kemençe davul ve tulum eşliğinde horon tepmeye hazır olarak şenlik yerine toplanmış gelmişlerdi.
.Şenliklere devlet erkânı da davetli olduğundan, karakol komutanları ve Nahiye müdürü gibi, bazı idareciler’ de gelmişti.
.Onlar yayladaki çimenler üzerinde kurulan protokol masalarında kendilerine ayrılan yerlerde önlerinde çeşit, çeşit yemekleri nar gibi kızarmış kuzu kızartmaları taze kesilmiş, kara kovan balları bir taraftan bunları yemeye başlarlarken, diğer taraftan çayırlık üzerindeki davulların çalımasını, tulumların, kemençelerin sesinin duyulmasını bekliyorlardı.
.Şenliklerin bu şekilde bir an önce başlamasını bekliyorlardı.
.Ev sahibi muhtar Hasan efendinin isteği üzerine, bir konuşma ile açılışı yapan, Nahiye müdürü Selim bey, yayla şenliklerinin öneminden tarihinden bahsediyor, yörede yaşayan Rum, Türk, Gürcü halklarının birlikte huzur içinde yıllardır barışçıl bir hava içinde yaşamasının, yöremiz için, ne kadar çok önenli olduğunu halka anlatıyordu.
. Bu barışın ve şenliklerin bundan sonraki gelecek yıllarda’da, devam etmesinin bir gelenek olduğunun doğruluğuna vurgu yapıyordu.
.Konuşmanın bitmesi ile şenlikler başlamış, çalan davullar, sesi dağlardan yankılanan tulumlar ve kemençelerin sesleri eşliğinde şenlikler başlarken, meydanlarda dolaşan gençlerden, kimisi güreşmek için, kimisi horon oynanacak oyunlarda kız erkek müşterek Horon tepmek için dolaşıyor, kimileri de bir kenarda, yanlarında besili atları ile at yarışlarının başlayacağı zamanı bekliyorlardı.
.Önce çeşitli kilolarda, güreşler yapıldı kazananlara ödülleri verildi ve daha sonra kılınç kalkan oyunları oynandı.
.Daha sonra bunların arkasından horonlar oynandı, şenlik yeri horon oyunları ile, şenlendi.
.Göz kamaştıran giysileri ile gelen misafirlerinin, kadınlı erkekli horana katılması ile yayladaki çimenlik düzlükler, düğün yerine döndü.
.Sanki tepilen horonlardan yer titriyor, orada büyük bir deprem oluyor gibiydi.
.Horon oynayanların başını çeken, muhtarın oğlu Ali’in neşeli hali, arada bir yanındaki kendisi ile horun çeken Rum kızı Nadya ile bir şeyler konuşması, protokol masasında oturan babası, Hacı Hasan efendiyi, tedirgin etmiş, bir ara oyun bitince, oğlunu yanına çağırtmıştı.
.Oğluna!
-Oğlum, uşağım hamurdur, bu ne iştir Nadya kızım ile aranızda bir şeyler mi var senun, bakıyorum aranızda konuşup duruyorsunuz, oyunu bile onunla konuşacağım diye yanlış yapıyorsun. Bre uşşağım neler oluyor.
.Sakın oğulum, sakın, aranızda birşeyler var deme bana uşşağım dedi ve ona oğlu şöyle cevap verdi.
-Yok, baba, yok, ne olacak’ki, kendisi Rum olduğu için, oyun arasında yapacağımız figürleri yanlış yapmasın diye onlara ayak figürlerini anlatıyordum.
.Diye babasına yalan söyleyerek, babasını kandırdı amma babası, pek ikna olmamış gibi görünüyordu.
..Çünkü babası oğlu Ali için, bir Rum kızı değil, oğlu için kendi gibi, Müslüman ve zengin birinin kızı ile evlenmesini istiyordu.
.Bunun için, kendince araştırmalar bile yapıyor, başka bir Türk köyünden bir ağanın kızını daha şimdiden ayarlamış gibi görünüyordu.
.Üç gün süren yayla şenlikleri, güreşler, at yarışları bıçak oyunları ve kılıç kalkan oyunları sonra kızlı kadınlı, erkekli, müşterek yan yana, el ele oynanan horonlarla misafirler ve çevreden gelenler doyasıya eğlenmişlerdi.
. Misafirler şenlik gününde, yemişler içmişler ve nihayet dağılma zamanları gelmişti.
.Kapanış konuşmasını yine nahiye müdürü yapmış, gelecek yayla şenliklerinde tekrar buluşmak üzere, gelen misafirleri selamlamıştı.
.Misafirler birer ikişer kimisi atlı, kimisi yayan geldikleri kendi yaylalarına köylerine, kasabalarına dönerken, köylerine dönerken, kalabalığın içinden birileri tartışmaya itişmeye bağırmaya başlamıştı.


NADYA
4

“Üç gün üç gece süren, yıllardan asırlardan bu yana adet oluş, süre gelmiş, yapılan ve yapılacak olan son yayla şenliklerinin son gününde, yaşanan üzücü bir olay, milleti tedirgin etmişti. Yayladaki şenliklere gelen herkesi yasa ağıtlara boğmuştu.
.Kalabalığın içindeki, itişmeler kakışmalar arasında, bir gurup kadın, yerde kanlar içinde yatan, çimenleri kana boyayan birinin, üzerine doğru eğilmişler, ahlar vahlar içinde, yas tutup ağıtlar yakıyorlardı.
.Ev sahibi olan, Muhtar Hacı Hasan olay yerine doğru, çekülun, çekülun diyerek, kalabalığı ite kalka olay yerine vardığında yerde yatanın, komşu Cepni köyünden, bir gencin olduğunu fark etti.
Misafirler ellerindeki, tabancalarla, omuzlarındaki beşli martinleri ile şenlik olsun diye havaya mermiler yağdırırken, Kendi köyünden bir genç, komşu köyden bir genci, elindeki martinin ucunu kalabalığın içinden havaya kaldırıp mermi sıkmak isterken üzerindeki şenliğin kendisine verdiği heyecan ile yanlışlıkla istemeden tetik düşmüş komşu köyün genci vurulmuştu.
.Ve sonra, martindeki kurşunlardan biri şenlikte horon oynayan, kızanlardan olan eğlencede horon çekmiş olan biri olan gencin göğsünden vurulmasına neden olmuştu”
.Muhtar Hasan Efendi, eğildi yerde yatan gencin nabzına baktı.
-Ölmüş bu, eyvah, eyvah.
.Dedi.
“Bu arada, protokol masasındaki zabit Kamil efendi, koşmuş gelmiş, yanında getirdiği askerlere emir veriyor, çevreyi koruma içine aldırıyor, yeni bir hadise çıkmaması için, genci vuran adamı orada tutuklamış, kelepçelemiş başka bir olay çıkmadan onu karakola doğru yürüyüşe geçmişlerdi.
.Korumaya almasını almıştı amma, komutan köyler arasında kan davası yapılmasına asla engel olamayacaktı. Her ne kadar bu üzücü olay, bir kaza’ da olsa, bazılarına göre bu, affedilmez bir olaydı ve kana karşı kan alınması gerekliydi.
.Bu onların töresinde vardı ve mutlaka bir gün, iki aile arasında hatta köyleri arasında çatışmalar olacak ve yeniden birileri mutlaka ölecekti. Bu kaçınılmazdı.
.Olayda ölen yerde kanlar içinde yatan genç ile bunun ölmesine sebep olan, tetiği çeken gençlerin ikisi de, Türk Müslüman ve aynı zamanda Laz’dı. Tek özellikleri, iki ayrı Müslüman köylerden olmalarıydı.
.Muhtar hacı Hasan, efendi ve yanında zabit efendi aralarında gelecekteki bu iki aile arasında, olması muhtemel olan, kan davasını konuşuyorlar, her ikisi’ de bundan sonraki yıllarda köyler arasında olması muhtemel olaylardan korkuyorlardı.
.Bu yüzden onlar, olay yerinden henüz ayrılmamış olan, tarafları etkileyici konuşmaları ile ikna etmeye çalışıyorlardı amma onların anlamaya onların öğütlerini, kimsenin dinlemeye hiç niyetleri yoktu.
.Ölen tarafın ahalisi, ölen genci kendi köylerinde defin etmek için, etraftan bir atlı araba buldular, arabanın üzerine, ölen gencin cenazesini yerleştirip ormanlığın içinden köylerine doğru koydular gittiler ve sonra, köylerine doğru giderlerken, yürüyüş halindeki kalabalık bağırarak isyan ediyorlardı.
.Bunun hesabı sizlerden bir gün, mutlaka sizlerden sorulacaktır diyorlardı.
.Zabit ve onun yanındaki görevli jandarmalar, elleri kelepçelenmiş haldeki ahalinin, kendisine bir katil gözüyle baktıkları genci, geniş bir koruma içinde karakolun olduğu kasabaya doğru götürmüşler ve onu gittikleri karakolda yeni çıkacak bir hadiseye karşı, korumuş tutuklamışlardı”.
.Biraz sonra onların yanına oğlu Ali’ de gelmişti.
-Yazık oldu arkadaşıma, yazık oldu ölen genç benim çocukluk arkadaşımdı. Onun bir sevdiği kız arkadaşı vardı, zavallı arkadaşım, muradına eremeden genç yaşta öldü gitti.
..Çok, yazık oldu ona çok yazık oldu dedi.”.
. .Ali böyle demesi ile, üzüntüsünü belli ediyordu.
“Bu üzüntülü olayın arkasından, gelenlerin pek çoğu ölen gencin köyüne giderek, ölen gencin cenazesine katıldılar ve onun ailesine baş sağlığında bulundular.
.Acı bir olayla sonuçlanan biten, yaşanan yıldaki yayla şenlikleri kan davasına dönüşmüştü. İki kara deniz orman köylüsü arasında, artık bundan sonra, çok daha fazla olaylar çıkacak gibiydi.


NADYA
5

.Ayvalı muhtarına ulaşan bir haber vardı. Muhtar Hacı Hasan efendiyi ve köy halkını gelen bu haber oldukça üzüntüye boğmuştu.
.Ayvalı köyünün yayla şenlikleri yaptıkları Sarı Çay yaylasındaki yaylalarına bitişik ormanlarda yangın çıkmış, yanan ormanlardaki yangın alevleri, yayladaki kendi yayla evlerinin yanmasına neden olduğu etraftan söylenmeye başlanmıştı.
.Muhtar böyle bir şeyin olabileceğini asla mümkün görmüyor amma, bu konuda köyde çıkan konuşmaların bir dedikodudan ibaret olduğunu düşünse’de onun içi rahat değildi.
.Haberi köye getiren yaylalarındaki kışın yayla evlerini bekleyen, bekçisi, çakal Musaydı.
.Köylerinin muhtarı olan Hacı Hasan Efendi ile konuşurken, getirdiği haberin kesinlikle doğru olduğuna dair yeminler ediyor, diğer taraftan’ da, evlerin ve ormanın yanmasına sebep olanlara küfürler savuruyordu.
-Vallaha doğru söylüyrum muhtar amca,
-Allah onların belasını versin, ne istediler bilmem bizim ormanlardan ve yanan evlerimizden.
“Derken arkasından, yakanlara ağza alınmadık kötü küfürler ediyor, üzüntüsünü yemin ve yaptığı küfürler ile belli ediyordu.”
-Muhtar Hacı Hasan Efendi, gelen bu üzücü habere inanmıştı, amma gidip yerinde görmeliydi.
-Doğrudur bekçu evladım, doğrudur, küfür etme ve yemun etmene gerek yok bre. Ben tahmün ediyrum kimin yaptığını, hele yarun olsun gider bakayruz.
-Dedi.
“Muhtarın o anda aklında, yayla şenlikleri sırasında havaya ateş edilirken, kaza ile ölen gencin akrabaları vardı.
.Gözlerinin önünde, olay günündeki gargaşa ve Cepni köylülerinin şenlik yerinden ölülerini almış köylerine doğru yayladan ayrılırlarken, geride kalanlara savurdukları intikam yeminlerine dair sözler, aklına gelmişti.
“ O günkü olayı hayal ediyor, gidenlerin intikam yeminlerininin o anda geçmişi düşünürken, söylenenleri kulaklarında duyar gibi hissediyordu”
.Muhtar gelen haber üzerine ertesi gün, yanına köylülerden silahlanmış beş on atlı aldı ve onlarla gerçeği yerinde görmek için, kendi köyünün yaylaları olan, her sene yayla şenliklerini yaptıkları Sarı çay yaylasına doğru at sürdüler gittiler.
.Yolda giderlerken, dağlarda göz gözü göstermeyen yoğun bir sis vardı. Sisten zar zor görünen, dağlara ufak, ufak karlar atıştırmaya başlamıştı. Mevsim olarak daha henüz çok erken olmasına rağmen, neredeyse yağmaya başlayan karlar, onların gittikleri yollarını kapatacaktı.
.Havaların soğumaya başlaması ile köylüler yaylalarından köylerine döndüğü bu mevsimde, yaylada bir tek bekçiden başka kimse bulunmazdı.
.Bekçileri bütün kış yaylada kalır, onların yaylasındaki evlerini bekler yazdan depoladığı, yiyecekleri ile yayladaki evinde bir kış idare ederdi.
.Anlattığına göre, olayın olduğu günü, ormandan bir gün, odun kesip getirmek için ormana odun bulmaya gittiğinde, onun yokluğunu fırsat bilen birileri gelmiş, hem yaylanın bitişiğindeki ormanı ateşe vermişti hem’ de yayladaki evlerini ateşe vermişti.
..Evleri üst üste konmuş, yuvarlak ağaçlardan yapılma olduğu için, ormandan sıçrayan ateşten çabucak tutuşmuş, çok kısa bir zaman içinde, yayladaki ağaçtan yapılma bu yayla evlerinin, neredeyse tamamı, yok olmuş yanmış kül olmuştu.
.Bekçinin anlattığına göre, hiçbir ev kalmamış hepsi yanıp kül olmuştu.
.Yolda onlar, yaylaya doğru giderlerken, Muhtar ve onun yanındakiler, bekçi ile, hala yangının nasıl çıktığını konuşuyorlar, aralarında kimin yaktığı hakkında, her kafadan bir şeyler çıkıyor tartışıyor ve çeşitli tahminler yapıyorlardı.
.Yollarının üzerinde, birden bir boz ayı belirmişti..
.Boz ayı homurdanarak, onların önünden geçti, dağın yamacına doğru homurdanarak gitmeye başladı.
, Oların arasındaki atlı yolculardan biri, omzundaki silahını çıkararak ayıyı vurmak istedi.
.Köylüler ormanlarda kendi başına başın boş halde dolaşan, arı kovanlarını, bozan meyvelerini yiyen ağaçlara zarar veren, boz ayılardan hiç hoşlanmıyorlardı.
.Ayılar yaylalardaki arılara bal yaptırdıkları ağaçlar üzerine yerleştirilmiş, kovanların olduğu yerlere çıkıyor onları bozuyor, kovanlardaki ballarını yiyordu.
.Çoğu zamanlarda kovanlarını bile kırıp dağıtıp, kırıkları ormanın içinde bir daha kullanılamaz hale getiriyorlardı.
.Bu yüzden Ayvalı köyü halkı, nerede bir ayı görse, ona düşman gibi bakıyor, silahlarla onlara ateş edip, onları öldürüyorlardı. Sonra onun derisini yüzüp çıkarıyorlar, onu işleyip, kendilerine, ya bir giyecek eşyası yapıyorlardı, ya’ da deriyi pazara götürüp satıp, onun parası ile kendilerine başka şeyler alıyor, ihtiyaçlarını gideriyorlardı.
.Bu bir alışkanlık olduğu için ve bu konuda konmuş bir yasak kararı’ da olmadığından, bazen köylülerin topluca ayı ve domuz avına bile çıktıkları oluyordu.
“Ayı ve domuz avında, şeş hane denen, dom; dom kurşunu denen, tek kurşun atan, dolma tüfekler kullanılıyorlardı.
. Bu tüfeklerin içindeki dom, dom kurşunu denen iri kurşun, ateş ettikleri avlarının, kalın derilerini daha kolayca delip geçiyor ve vurulan ayı veya domuzun bu kurşunlardan kurtulma şansı olmuyordu.
.Fakat bu gün ateş edilen ayı şanslıydı. Çünkü kimsede, şeş hane denen tüfekten yoktu, onun yerine ateş edenin elimde, sadece beşli Martin tüfeği vardı ve onun kurşunu’ da, ayının kalın derisini delip geçememişti.
.Avcı, ayının arkasından, ikinci mermiyi atmaya çalıştı., Avcı Murat tam ikinci mermiyi, ayının arkasından atacakken, namludaki mermiler, namlunun içinde sıkışmış, bir türlü yerinden çıkmıyordu.
.Avcı Murat, sinirlenmişti.
-Hay aksi, bu tüfek’ de tam bozulacak zamanı buldu da
-Dedi.
.Böyle diyerek tepelere doğru giden boz ayının arkasından bakıyor, sinirleniyor, kendi kendine hırsından yiyecek gibi oluyordu..
-Ulan ayı oğlu ayı, şimdi benum çakaralmaz şeş hanem olsaydı vay ya, ben sana gösteriydum amma, sen şanslı bir ayı imuşsun ayı oğlu ayı diye konuşuyordu.
“Ayı kurşundan yara almış bir durumda, ormanın içinde yamaca doğru giderken çıkardığı pislikteki, koku dayanılacak gibi değildi.
.Avcı Murat oradan uzaklaşan yaralı boz ayının arkasından bakarken, hala namluda sıkışıp kalan diğer mermiler ile uğraşıyor, ayı ise çoktan çıktığı yamaçtan bunlar ile, dalga geçer gibi, iki arka ayağı üzerinde ayağa kalkmış halde, uzaklardan dönmüş bunlara doğru bakıyordu”
-Ulan ayı oğlu ayı, geç bakalum benumla dalganı sen nasıl olsa, bir gün yine bir yerlerde senünle yine karşulaşırız
.Diyerek, avcı Murat, kendini teselli etti.
“Muhtar Hasan efendinin ise, derdi ayı değildi. Onun derdi, aklındaki yaylada tamamen yandığı söylenen yayla evleri vardı. Bu yüzden, arkadaşlarını uyarak bir an evvel yaylaya varmak istedi.
.Uşaklar şu ayı avlama işini bir burakın’ da, yolumuza devam edelum, bir an evvel kar bastırmadan şu yaylaya bir varalum, duruma bir bakalum dönelim diyordu.
-Ayı ormanın karanlıkları içinde kaybolurken, bunlar bindikleri altlarını, kamçılamaya başlamışlardı.
“Atlar, yayla yolunda, çamurlu dik yollarda bazen kayarak, bazen ayaklarının üzerinde direnerek, çıktığı dağ yollarında, terlemiş, yelerinin olduğu yerdeki enselerinden atların göğüslerinden beyaz köpüklü terler akıyordu ve onların bindikleri, atların hepsi ter içinde ve vardıkları yerde, tamamen yorgundu.
..Soğuktan nefes alıp veren atların burunlarından çıkan yorgun nefesleri, havada soğuktan neredeyse yere düşmeden donup kalıyor, gibiydi.
.Neyse’ ki Muhtar, Hacı Hasan efendi ve onun ile beraber, yanında yola çıkan, köylüleri henüz öğlen olmadan, gittikleri yaylaya varmışlardı.
.Manzara, oldukça korkunçtu. Neredeyse yayladaki bütün evler yanmış, kül olmuştu Seneye bahara yaylaya göçüldüğünde yaylada oturulacak, doğru dürüst hiçbir ev kalmamış gibiydi.
.Muhtar ve yanındakiler evlerinin yanıklarının kokuları arasında, yayla evlerinin yıkıntıları arasında dolaşırken, evlerden birinde hala yanan bir çıra kütüğü görmüşlerdi.
.Muhtar onu arkadaşlarına gösterdi ve bağırdı.
-Bu yangın bizum evlere ormandan sıçrama falan değüldur uşaklarım, baksanıza evlerin içunde çıralar yakılmış, belli’ ki bizim evleri gelip, biruleri kasten gelmiş ateşe vermiş yakmış. Dedi.
.Sonra kaçmış gitmiş ve bizim ormanı ateşe vererek, orman yangınından sıçramış süsü vermişler uşaklar.
.Dedi, kızarak.
-Oradan biri.
“Pekiy Muhtar emmi, kim böle bir şey yapabilir, bizim düşmanımız kim olabilir, söyle sana dedi.
. Ona muhtar, cevap veriyordu”
-Ben tahmin ediyrum uşağım da,
-Eduyrum.
-Hani şenklikte komşu Cepni köyünden, ölen adam vardı ya, işte bu işi onların sülalesinin işidur başka bizden kim ne isteysun.
.Adamlar giderlerken demedi mi’ ki, giderken bunun intikamı sizlerden alunacak diye.
.İşte bana göre, onlardan başkasının işidir başkası değildur be uşaklarım değuldur.
-Dedi Muhtar.
“Muhtar Hacı Hasan Efendi, bu kötü olayı doğru tahmin etmişti, Bu evleri yakma işinin, onlara göre sadece iki sebebi olabilirdi. Birincisi, bu köyden ölenin intikamını almaktı, ikincisi, bu yaylada gelecek yılda yapılacak olan, yayla şenliklerine engel olmaktı. Muhtar’ da ve onun yanındakiler’ de, aynen böyle düşünmeye başladılar.”
-Doğru deysun muhtarım, doğru’ da muhtar, biz bunlarının inkimanı almıyacak’ muyuz onların bu yaptukları yanlarına kar’ mı kalacak muhtar emmi?
Demeye başlamışlardı.
. Muhtar,
-İntikam almuyacağız uşağım, almıyacağız gideceğuz jendermaya, olanları anlatıp haber vereceğüz. Onlar’ da gereğini yapacaklar. Köyler arasında kavga bir başlarsa Allah korusun, kan gövdeyi götürür onun için bu işi devlete bırakacağuz uşağum devlete.
- Dedi, Muhtar Hasan dayı.
“Muhtar ve yanındakiler yıkıntılar arasında biraz daha dolaşıp, zarar gören evlerine nasıl tamir edebiliriz diye, şöyle bir göz ucuyla her yere baktıktan sonra, yeniden geldikleri Ayvalı köyüne geri dönmüşlerdi.”
“.Haber Ayvalı köyünde çabucak yayılınca, köylü ayaklanmış, olan bitene kimi küfürler edip kızıyor, kimi olanlara intikam yemini edip , isyan ediyorlardı Kimi bunları biz onların yanına koymayız diye konuşurken, intikam alacaklarının yemini tekrarlıyorlardı..
.Muhtar iki köy arasında oluşacak, bir çatışmadan kan dökülmesinden korkmaya başlamış, ertesi günü soluğu doğruca nahiye merkezindeki bulunan jandarma komutanlığında almıştı.
.Karakolda komutan olarak görevli zabit, bunun anlattıklarını dinliyordu ve tutanak tutturuyordu.
-İşte böyle komutan bey, adamlar bizim yaylamızda yanmadık ev bırakmamışlar, köylümüz desen isyanda bu gün olmaz ise yarın, iki köy arasında kan dökülecek buna bir çare bulunacaksa siz bulacaksınız.
-Dedi muhtar.
“Karakol komutanı, bunun konuştuklarını kâğıda yazdırdı imzaladı ve sonra, muhtara bastırdığı başparmak mühüründen sonra, onu köyüne geri gönderirken onun arkasından şöyle diyordu.
-Sen merak etme muhtar, ben anlattığın konuyu yarın keşif çıkarır, sorar soruşturur araştırır, ne yapmamız gerekirse devlet olarak ben onu yaparım. Sen şimdi git, köylüne söyle, benden habersiz kendi başlarına bir iş yapıp boşu boşuna, suç işlemiş olmasınlar.
-Diyordu.
“Muhtar Hacı Hasan Efendi, selam verip odadan çıkarken komutana, teşekkür etmeyi ihmal etmemişti.
-Teşekkuy edeyrum komutanım, gayru ben, sizlere güvenüyrom komutan.
.Dedi ve Muhtar, Ayvalı köyüne gelip, komutanla neler konuştuğunu, kendilerinin neler yapması gerektiklerini durumu, köyde diğer köye karşı isyan halindeki halkına anlattı, anlattı.
“ Halk sonucu beklemekteydi.
- Bu arada jandarmanın yanına giden, muhtarın oğlu olan Ali, babasının köydeki yokluğunda hala köydeki Poyraz efendinin, güzeller güzeli Rum kızı, Nadya ile buluşmaya devam ediyor, bir birlerine olan aşklarının sonunun, nasıl olacağını düşünüp duruyorlardı.
.Nadya korkmaya devam ediyordu. Çünkü savaşlar bitmiş, Mustafa Kemal Atatürk ve onun silah arkadaşları askerleri cephelerde galip gelmiş, Yunan askeri ege denizine dökülmüştü.
, .İngiliz’ler desen, İstanbul’u Fransız ve İtalyanlar bulundukları yerlerden çıkmıştı. Ülkemizi hepsi terk etmişler, askerlerini geri çekmişlerdi ve taraflar arasında, Mondros mütarekesi imzalanmış, sonra yeni Türkiye Büyük Millet Meclisi açılmıştı. Ülkede artık yeni kurulmuş bağımsız ve hür yaşanacak bir Cumhuriyet devleti vardı
.Şimdi sıra, yapılan anlaşmalar gereğince, batı Kara deniz bölgesindeki, Pontus Rum devleti zamanından kalma, Doğu kara deniz bölgesinde yaşayan, Rumlar ile Yunanistan da yaşayan, Türk ve Müslüman ailelerin mübadele kapsamında, yer değişimi vardı.
.Ve Rum kızı güzeller güzeli Nadya, bu mübadele işleminden evvel, sevdiği Türk ve Müslüman erkek Ali ile evlenmek istiyor, Ali’ye adeta yalvarıyordu.
-Ali sevgilim, kaçır beni buralardan, seninle başka yerlere gidelim. Babanın bizi bulamayacağı, dağlık bölgelerdeki köylere falan gidelim, oralarda biz evlenelim kendimize göre, yeni bir yuva kuralım. Ben gerekirse, senin için, Müslüman’ da olur, camiye’ de gider namaz’ da kılarım.
-Diyordu, Nadya, Romaika dilinde konuşarak.
-Ali,
“Bizi bulurlar sevgilim, nereye gidersek gidelim, bizi mutlaka bulurlar, etrafta babamın adamları çok var, her köyden tanıdıkları dostları, bizi bulabilecek adamları var, bizim için en iyisi, biraz daha sabır etmek, biraz daha beklemek ve uygun bir zamanda, durumu babama anlatmaktır. Hem biliyoymusun bakarsın, belki babam, senin Müslüman olacağını duyar ve sana inanırsa, seninle evlenmemizi o’ da kabul bile eder, Nadya sevgilim diyordu”
-Acele etme, Dedi.
- Ali.
“Nadya ise, konuştuğu Romanika diliyle, başına eleceklerden olacaklardan korktuğunu, onun için, bir gün olur sai, sevdiği erkek Ali’ den ayrılırsam, kendisini denize atıp intihar bile edebileceğini söylüyordu.
.Nadya, her defasında korkusunu dile getiriyor Ali ile başka yerlere kaçmanın yollarını arıyor, fikirleri ile sevdiği Ali’yi ikna etmeye çalışıyordu.
Devamı var

NADYA
Bölüm 6

.Yayla evleri yakılan, Ayvalı köyünün içi karışmıştı. Halk yayla evlerinin birileri kundaklanıp yakılmasından tedirgin olmutu. Köy halkı, intikam alma peşindeydi. Kendi aralarında konuşuyorlar ne zaman, üç beş kişi, bir araya gelse onların ilk konuştukları konu, yakılan evleri ve bu intikam meselesi oluyordu.
.Fakat Ayvalı köyü Muhtarı, Hacı Hasan efendi, jandarma komutanına ve bağşı oldukları nahiye müdürüne söz vermiş, köylerinde karşı köye karşı, olay çıkartmayacağın teminatını vermiş ve köy halkını teskin edeceğine ilgililere dair sözler vermişti.
.Muhtar Hacı Hasan Efendi ise, bunun karşılığında’da, işgililerden devletin gereğini yapacağının, konunun yerinde araştırılıp suçluların mutlaka bulunup yakalanıp sonra’da, adalet önüne çıkarılacağının teminatını almış, görünse’ de, kendi köyünün halkı, bu konuda verilen sözlere güvenmiyor, bir an evvel harekete geçip, kısasa kıssas diyerek ölümse ölüm, ölmekse ölmek diyerek, mutlaka yayla evlerini yakan diğer köyden intikamın alınmasını istiyorlardı.
.Muhtar Hacı Hasan Efendi, köyde sık, sık köylüleri ve köyün sözü dinlenen yaşlılarını, bir bahane ile köy odasında toplantıya çağırıyor, yaptıkları bu toplantılarda, halkın biraz daha, sabır göstermelerini beklemelerini sakin olmalarını, kendisine devletin yetkililerinin söz verdiğini ve devletin bu konuyu çözeceğini mutlaka, suçlularını bulup onları cezalandıracağına dair ilgilerden söz aldığını söylüyor, kendi köyünün halkını sukunete davet ediyordu.
“Yine günlerden bir gün, Ayvalı köyü halkı, kıldıkları öğlen namazından sonra, caminin önünde toplanmışlar, her zaman olduğu gibi, aralarında bu konuyu konuşuyorlardı. Bahar ayları gelince, yaylaya koyunları ve sığırları ile göçtüklerinde, yaylada evsiz, ne yapacaklarını tartışıyorlardı. İçlerinden biri, ayağa kalktı ve oradakiler ile sert bir şekilde biraz da kızarak konuşmaya başladı.
-Yük garlaş yuk, ben yeni bir ev yapacak durumda değilüm. Ben bunun intikamını onlardan almazsam var ya, vallahi kahrolurum. Süz ister, muhtarun deduğunu yapın ister benim deduğumu yapın, amma ben, mutlaka yakılan evumun intikamını alucağım.
.Diyerek, muhtarın sözlerine, isyan ediyordu.
-Öbür taraftan bir başkası’ da aynı sözlerle oradaki halkı, yayla evlerini yakanlara karşı kışkırtarak başka şekilde konuşuyor, kendince intikam yeminleri ederek, bu da, köylüleri ayaklandırmaya çalışıyordu.
-Uşşaklar, sizce bizum Muhtarın deduğu gibi, devlet bunun sorumlusunu bulur, onun cezasunu verir’mudur.
-Bir diğeri
-Bulamaz uşağum bulamaz, neyden bulsun da, gören yok, kim olduğunu bilen yok. Bunlar ölen gençlerinun intikamını bizden aluylar, öldüren damda yatıyor’ ya, onu öldüremedular onun yerine bizden intukam almak isyiylar. Hem uşaklar, ben bizum Hacı Hasan Muhtara’ da güvenmüyrum, bana biraz bizi oyalıyor gibime geldu.
.Baksunuza uşağım, nereyse bahar gelecek, biz yarın göç zamanı gelduğunda ne yapacağız uşaklar yaylada da.
-Diyordu.
“Muhtar köylüden ümüdü kesmişti, halkı ikna ederek alınacak intikama karşı, durduramayacağını anlamış ertesi günü kasabaya inerek, yeniden komutanın yanına gitmiş, köydeki konuşanları aynen komutana anlattı.”
-İşte böyle komutan, bizim köyün halkı, ayaklanmak üzere, ben size söz verduğum gibi yapucağımı yaptım amma, köylü ne beni, ne de bizum köyün yaşlılarını dinler oldu, intikam’da intikam deyup duruyorlar.
“Jandarma komutanı zabit efendi, olay yerinde gidip incelemeler yapıp, konu üzerinde ve suçlular üzerinde gerekli olan araştırmasını kendince yapmış, olayla ilgili şüpheli gördüklerini, bulduğu yerlerde yakalayıp karakolda getirmiş onu, karakolda sıkıştırıp sorguya çekmiş olsalar’da, sanki bütün köylüler, hepsi birden anlaşmış, ağız birliği yspmışlar gibi, suçluları karakolda ele vermiyorlardı.”
Yine’ de Ayvalı köyü muhtarı, Hacı Hasan efendi komutanın odasından ayrılmadan evvel, onunla yaptığı konuşmasında kendisinin köye geleceğini köylü ile köy meydanında toplu halde konuşabileceğini söylüyor, kendisine köye geldiğinde, kendisine bu konuda yardım etmesini istiyordu.
-Tamam, beyum tamam, yetey’ki siz bizum köye gelun, köylü ile bir konuşun başka bir olay çıkmadan ve kan dökülmeden.
-Dedi.
“Sonra bu konuşmanın arkasından muhtar, bu haberi gideceği kendi köy halkına vaktiyle ulaştırmak üzere, komutanın yanından yerinden kalkarak, komutanın yanından ayrıldı ve oradan doğruca kasabaya indi.
.Kasabadan kendinin sigara tütün vs. gibi özel ihtiyaçlarını alırken, eşinin kasabaya inerken tembih ettiği evinin ihtiyaçlarını alıp, temin edip, onları atının üstünde bulunan yün heybesine yerleştirdikten sonra, atına binip muhtarı olduğu, Ayvalı köyüne geri gitti.
. Muhtar köye varır varmaz, ilk işi, bekçisi ile köy halkına köylerine ertesi günü jendermenin ve komutanının geleceğini, köy meydanında ve köy halkına karşı konuşma yapacağını,köyünün sokaklarında bağırarak ilan ettirmişti., Muhtar bu ilandan sonra, Ertesini günü için hazırlıklara başlamıştı.
.Komutan köylerine geldiğinde, onu köyde çok iyi ağırlanmalıydılar, onlar için jandarma komutanı demek, Azrail demek gibi bir şeydi. Ne zaman bir suçlu bilinen veya suçlu gözüyle bakılan, köyünden veya çevre köylerden birileri, bir gün karakola düşse, suçlu görünen şahıs, karakolda ya dayak yiyorlardı ya’ da onu bir bahane ile birkaç gün nezarette aç susuz yatırıyorlardı.
.Ertesi günü Jandarma komutanı, yanında askerleri ile atları ve katırları üzerinde köylerine geldiklerinde, Ayvalı köyün, yayla evlerinin yakılmasından kaynaklanan, bu konuda çok madur olmuş olan halkını, ondan daha kötü, bir haber bekliyordu.
.Cepni köyü gençlerinden, yayla şenlikleri sırasında havaya açılan ateşten, kaza ile vurulan ve oracıkta ölen gencin, ceza evindeki hala mahkûm olan, ceza evinde yatan katil olarak görülen, Ayvalı köyü halkının genci Muhtar Hacı Hasan efendinin oğlu Ali’in arkadaşı olan Mehmet, ceza evinin içinde, birileri tarafından, tuvalette şişlenerek öldürüldüğü haberi gelmişti.
.Bu gelen kötü haber, köyde yayılır yayılmaz, köyün içi daha’ da karışmıştı.
.Olay, Ayvalı köy halkına ve ceza evinde yatan Mehmet’in ailesine göre, istemeyerek yapılan bir yıl önceki olay, onlara göre bir kaza gibi göründüğünden, Mehmet’in ailesi ve onun köydeki arkadaşları, onun ilk mahkemede, kasabada kaldığı ceza evinden tahliye edilir, çıkarılır diye düşünüyorlar ve onlar mahkeme zamanının, günün gelmesini bekliyorlardı.”
.Komutanın köye getirdiği bu acı haberi, onlardaki “yaraya tuz basmak” gibi bir şey olmuştu.
.Halk köylerine gelen, köy meydanında konuşma yapacak denen komutandan, başka bir şeyler duymak istemiyor, kendi aralarında konuşup duruyorlar, kimisi meydanı terk ediyor, bundan sonraki işlerini devlet değil, kendiişlerini kendileri yapmak istiyordu.
.Köy muhtarı meydandaki kalabalığın içinde oradan, oraya koşuşturuyor, kalabalığın dağılmaması gerektiğini söyleyip, komutan köylüye diyeceklerini dinlemeleri için ikna etmeye çalışıyordu.
-Durun uşaklarım, durun, komutanı hele bir dinliyelum, ondan sonra dağılırsunuz diyordu.
“Komutanın emri üzerine, katırlar üzerinde kasabadan gelen askerler, komutanlarının emri üzerine konuşma yerinin etrafını sarmışlar, oradan dağılmaya çalışan halkı, konuşma yerinde tutmaya çalışıyorlardı.
Komutan orada bulunan, bir binek taşının üzerine çıktı, taşın üzerinden yaptığı kendince etkili sandığı konuşması ile Ayvalı köyü halkını sakin olmaya kimseden intikam peşinde olmamaları için, bağırarak yaptığı konuşması ile uyardı..
Bu konuşmanın arkasından neşesi kaçan jandarma karakol komutanı, köyde daha fazla kalmayarak, atlarına, katırlarına binerek köyden ayrıldı.”
.Muhtar Hacı Hasan Efendi ve ceza evinde şişlenerek ölen mahkûm Mehmet’in köydeki ailesi, köylerinden kendilerine bir at arabası ayarlayarak, kasabaya indiler ve cenazelerini köye getirdiler köydeki kendi mezarlıklarına dular ve kadınların ağıtları yasları içinde defin ettiler.
.Cepni köyünün halkınının, bu olaydan sonraki zaman içinde düşündüklerine göre, köylerinden yayla şenlikleri sırasında kendi köylülerinin gençlerinden öldürülen, gencin, intikamı alınmış gibi görünüyordu.
.Oysa Ayvalı köyü halkı, yaylalarında bilinmeyen kişiler tarafından yakılan, yayla evlerinin intikamını almakta kararlıydılar.
Bu konuda her ne kadar ne jandarmanın ne de Ayvalı köylüsünün, ellerinde doğru dürüst somut bir delil olmamış olsa’ da yayla evlerinin kim olduğu bilinmeyen birileri tarafından, yakılmasındaki olayın faillerinin, Cepni, köyünden olduğunu düşünüyorlardı.
.Her defasında, köylerinin muhtarı devreye girip, bu olayı faillleri bulunmayan olayın suçlularını, devletin makamları tarafından çözülmesi gerektiğini, kendi köy halkına anlatmış olsa’da muhtar Hacı efendi, kimseyi ikna edimiyordu.
.Bahar ayları yaklaşmak üzereydi. Kara denizin sahil kesimlerinde, bademler domurcuklarını göstermiş, dağlar yeşermeye başlamıştı.
.Bir gece sabaha karşı köye giren bir atlının getirdiği haber, köylüyü hem sevindirmişti, hem de şüphelere gark etmişti.
.Bu defa kim oldukları bilinmeyen bazı kişilerce, bu defa Cepni köyünün yayla evleri tamamen yakılmıştı. Bu haber Ayvalı köyüne geldiğinde, Ayvalı köyünün halkından intikam alma peşinde olan bazıları tarafından sevinçle karşılanırken, onlardan bazıları intikam alınmış gibi düşünmüş olsa’da bazıları tarafından bu olayın iki köy arasında daha kötüye gideceği ve iki köy arasında, silahlı çatışmaların kaçınılmaz olacağı düşünülmeye başlanmıştı.
Düşündükleri gibi’ de olmuştu. Bir gece yarısında köyün Ayvalı köyünün ağılları basılmış, ağıllarda bulunan hayvanları kurtlara karşı bekleyen köpekler, zehirlenmiş, ahırlarındaki koyunlar ve inekler öldürülmüştü.
Kimin yaptığı henüz bilinmeyen, bu değişik olayın arkasından, Ayvalı köyü halkından bazı gençler silahlanıp, gece köyün çevresinde kendi aralarında anlaşarak, gece nöbetlerine başlarlarken, gençlerden bazıları ise, yine silahlanıp, ormanlık dağlara çıkmış dağlarda yol kemeye, diğer köylerden adamları kaçırmaya yollardan gelen geçenden yol kesip haraç toplamaya başlamışlardı.
Dağlar eşkıya ile dolmuştu. Kimisi Ermeni, kimisi Rum, sanki dağlarda bir araya gelmiş toplanmışlar, kendi aralarında, dağları paylaşmışlar gibi, dağlardaki kimsenin bulamayacağı jandarmanın bulup çıkamayacağı yerlerde yatıp kalkıyorlar, yolları kesiyorlar, haraç vermeyen adamları öldürüyorlar ve insanlardan haraç alıyorlardı.

NADYA
Bölüm 7

“ Güzeller güzeli, Ayvalı köyündeki Rum kızı Nadya, annesinin kendisinden isteği üzerine, köy meydanındaki pınardan, bir testi içme suyu doldurup getirmek için, Ayvalı köyünden, kendi gibi, diğer Rum ve ortadoks olan, köylerindeki kız arkadaşlarından olan, Alina ve Elsa ile buluştu. Su doldurmak için, onlar ile beraber, köyün meydanında Akan, koyunların ve aynı zamanda insanların su içtiği, önü ahşap oluklu pınara, ellerinde birer su testisi ile beraber su doldurmaya gitmişlerdi.
.Bulundukları ormanlık köyleri, yüksek dağ başlarında bir yerlerlerde kurulmuş, Türk ve Rum karışımı dağ köyülerinden biri olduğundan. Bu köydeki yaşayan bütün insanlar, köy meydanında bulunan pınarındaki içme suları diğer pınarlardaki suya göre, soğuk ve tatlı içimli bir suyu bulunduğundan, su doldurmak için köy meydanına gittiler.
.Vardıkları bu pınarın’ da Akan suları, her zaman çok soğuk olurdu. Köylünün pek çoğu, evlerinde kullandıkları, içme suyunu, bu pınardan doldururlar içmek için evlerine götürürlerdi.
.Ayrıca pınar, köyün meydanında bulunduğundan, akşam vaktinde, köyün koyununun kuzuna sesler içinde, kuzunun anaya, ananın kuzusuna koşuşarak kavuştuğu ve sulandığı bir pınardı.
.Pnardan Akan suyun önüne, ağaçtan oyulmuş uc uca eklenerek uzatılmış tekneler, akşam olunca köyün otlaktan dönen, kuzuları ile koyunlarının bir zincirin halkaları gibi, sıralanmış olarak ve oluklar içine kafalarını sokarak, sularını içtikleri bir zamanda gelmişlerdi pınardan su doldurmaya gelmişlerdi.
, Koyun ve kuzulardan, pınardan Akan suyun olduğu yere, geldiklerinde yanaşmak mümkün değildi. Önce otlaktan yorgun ve yeni gelmiş olan, kuzuları ve koyunlarının, ordain sulanması gerekecekti, sonra ise, Nadya ve arkadaşlarının su doldurması gerekecekti.
. Koyunların, kuzuların pınarın başından,sularını içip çekilmelerini sabırla bekleyen, Nadya ve onun kız arkadaşları, ellerindeki getirdikleri boş testilerini, orada yere bırakmışlar, kendi aralarında birbirleri ile, Romanika dilinde karşılıklı konuşarak, kendi kendilerine yaptıkları şakalar ile, köydeki yavuklularından sonra sevgililerinden falan konuşuyorlar birbirlerine, Romanika dilinde şakalar yapıp konuşurlarken ,kızlar şaka ile karışık orada beklerken kendi aralarında tartışmaya başlamışlardı.
.Tartışma konusu, kimin sevgilisinin, kendilerini daha çok sevdiği konusu idi.
.Nadya köyden sevdiği genç olan, köy Muhtarın oğlu, Ali’yi Romanika dilinde arkadaşlarına överken, Elsa ve Alina kendilerine ise, sevgili olarak kendilerine köylerinden seçtikleri kendileri gibi, Rum ve Ortadoks olan yavuklularını, konuştukları sevgililerini Rumca konuşarak, birbirlerine övüyorlardı.
-Elsa arkadaşı Nadya’ ya döndü, onunla Ali hakkında konuşmaya başladı.
-Nadya, sen Ali’yi çok’ mu seviyyorsun?
-Evet, Elsa hem’ de onu, herşeyden canımdan bile ço, pek çok seviyrum sen bunu bilmeymusun Elsa.
-Dedi.Nadya.
-Biliyrum, Nsdya huç bilmez oluymuyum, herkesun dilinde sizler varsunuz da, birlikte olduyduğunuzda, senun onun gözlerinin içine bakarken adamı nereyse, yiyecek gibu bakaydun da bilmiymun sanıysın sen!
-Dedi, arkasundan Nadya ilave etti.
-Ben mu, yiyecek gubu bakaydum ona?
-Evet, ya sen bakaydun Nadya.

“Nadya’ın arkadaşının bu sözleri üzerine, yüzleri kızardı, yüzlerindeki al benilerinde sanki gül tomurcukları açmış gibi, çukurlaşmış bir güzel görüntüler oluştu ve sonra, belli etmeden konuşmasına devam etti.”.
-Yanıluysun Elsa, yanuluysun, sen biliysun, ben bu köyün, en güzel Rum kızıyım, ben niye ona bakayyum ki, o bana bakıyyor, sen yanluş görmüşsun Elsa.
-Dedi Nadya.
“Onların arasındaki bu gereksiz fakat şakayla tatlandırılmış olan, sevgili tartışmaları, su içen koyunların, yavaş, yavaş suyuna doymuş olarak, sürünün başındaki çobanının, çağırmaları ile, teknenin başından ayrılmaya başlaması ile sona ermişti.
.Nadya pınardan Akan suyun başına yanaştı, avucına pınardan aldığı soğuk buz gibi bir avuç suyu, döndü arkadaşı Elsa’ın yüzlerine fırlattı.
.Onun bunu, neden yaptığını birden anlayamayan Elsa, yerinde titreyerek, birden önünde pınarın başında duran, arkadaşı Nadya’ya baktı.
-Ne yapuysun, Nadya?
-Sen, benum, sevgulumu beğenmiysun ha gız, işte ben’ de seni, böyle yapayrım da.
-Dedi, şaka yollu.
.Aralarındaki Romanika dilinde yaptıkları şakaların arkasından, Nadya her zamanki güzel sesi ile, konuştuğu Romanika dilinde”Nenumku aşk değil, çaresuz sevdaluk” şarkısını söylüyor, diğer taraftan’ da, suyu Akan pınardan testisine su dolduruyordu.
-Onun şarkı söyleyen Romanika dilindeki güzel sesi, pınarın oluğundan sular akarken, bir sağ, bir sol yapan, sallana, şırıltılı sesi birbirine eşlik ediyordu. Dağlar çiçekler ve su dolu teknenin başına gelmiş, su içmeye çalışan arıların uğultusu vızırtısı, onun sesine kemençe oluyor, kemençe gibi, ona uyum sağlıyordu.
“Nadya derin bir iç çekti.”
.Ah, ah, şimdi yanumda, şimdu kemençesi ile beraber, Ali’m olacaktı’ ki görün siz, elindeki kemençesunu o çalacak, bense en guzel şarkularumu söyleycektim. Suz da, benum güzel sesimi dinleycektunuz gızlar, ne güzel oluydu değul mu da.
-Dedi, Nadya.
-Öle, öle dedi arkadaşları.Biliyruz senun sesunu da.
“Nadya ve onun arkadaşları testilerine sularını doldurmuş evlerine dönmüşlerdi.
Nadya elinde su dolu testisi ile, evlerinde kendisini bekleyen annesinin yanına vardığında onu evlerinde, hiç beklemediği kendisine süprüz olan kötü bir süpriz bekliyip duruyordu.
.Komşu Sarı çay köyünden, baba tarafından tanıdıkları olan, bir misafirleri vardı onların evlerinde. Misafirleri, kasabada kuyumculuk yapan, kendi oğulları için, Nadya ve Nadya ‘ın ailesi ile, güzelliği ile namı dillere destan, Nadya hakkında konuşmaya gelmişlerdi.
.Onlar Nadya’ın annesi, evdeki Elenor’un kendi elleri ile yaptığı, taze kahveyi içerlerken, biraz sonra evlerinin erkeği demirci ve bakırcı ustası, Poyraz’da evine gelmiş, bunlar aralarında Romanika dilinde konuşarak koyu bir mubbete başlamışlardı
.Poyraz çoktan beri görmediği, kuzeni ile hasret gideriyor, hal hatır soruyor ve kuzenin evde kahvelerini içip eşi ile konuşup hasretlerini giderirlerken, konu dönüyor dolaşıyor, kuzenlerinin kasabadaki zengin olduğu söylenen, kasabada kuyumculuk yapan oğlanları Amara’dan söz açılıyordu.
.Oğulları kuyumculuk yapan, Amara’ın, dürüst, çalışkan biri olduğundan konuşuluyor, kuyumculuk sektöründe epeyce ilerlediğini, onun bu işi yaparken bir haylı para kazandığı, söyleniyor kasabada saray gibi bir eV bile yaptırdığından konuşuyorlardı.
.Bekar olduğunu, Nadya’nın ise, güzelliği ile köydeki namını kendilerinin duyduklarını, bu yüzden, hem Nadya’yı yerinde evlerinde bir görmek, hem onun ile konuşmak hem’ de beğenirlerse onu ailesinden, bekar olan oğlanlarına istemek için, geldiklerini söylüyorlardı.
.Nadya şaşkındı. Çünkü onun, kalbinde sadece sevdiği Türk ve Müslüman genci olan sevdiği genç Ali vardı. Ounun kalbi, Nadya’ya göre bir tek ona aitti.
Kendisini ailesinden İsteyenler, kim olursa olsun, isterse zengin değil peri padişahın, oğlu bile olsun, yüreği bir başkası için değil, bir tek Ayvalı köyünün muhtarı Hacı Hasan efendinin, yakışıklı kendini kendi gibi çok sevdiğine inandığı, oğlu, Ali için çarpardı.
.Nadya’ın Ali’yi çok sevdiğini bilen annesi, konuyu sık, sık başka konulara getirmiş olsa’ da, demirci ve kalaycı ustası olan babası Poyraz efendi, misafirlerinin isteklerinin kendince olabileceğini düşünüyor, olumlu cevaplar verirken, Nadya’ın kendisine bakan gözlerinin içine bakarak, onun ne düşündüğünü öğrenmeye çalışıyordu.
.Nadya’ın çatık kaşlarının altından, kendine bakan iri siyah gözlerini görünce şaşırıyordu.
. Poyraz efendi bir Ara, yerinden kalktı, Nadya ile konuşmak üzere mutfağa gitti.
.Mutfakta, Nadya’ın annesi ve babası, bir olup misafirlerinin sık, sık dile getirdikleri konuyu değerlendirdiler. Poyraz, bu işe diğerlerine göre, olumlu bakarken, bazı konuları iyi bilen, Nadya’ın annesi Elenor, kızından taraf oluyor, Nadya’ın, gelen misafirlerinin kasabadaki kuyumcu olan çok övdükleri oğlu ile, evlenmesi konusunda olumlu düşünmüyordu.
Baba Poyraz efendi, aile içinde yenik düşmüş, bu konudaki fikirleri ile aile içinde tek başına kaldığından, aynı zamanda biricik güzeller güzeli Kızını Nadya’I herşeyden daha çok sevdiğinden. Içeride bulunan yalınız bıraktıkları kuzenleri kendilerine ikram edilen, çaylarını içerek onların gelmesini bekleyen, misafirlerinin yanına geri döndüklerinde, misafirlerine bu konunun aceleyle olacak bir şey olmadığını, bunu kendileri aile arasında, biraz daha konuşup düşünmeleri gerektiklerini kararlarını ise, ilerdeki günlerde başka bir zamanda başka bir günde kendilerine vereceklerini söyleyerek, onlara geldikleri kasabaya dönmeden önce, olumsuz görüş bildirmişlerdi.”
. Misafirler, kendileri gibi Rum ve Ortadoks olan, evin kızı Nadya’I evlerinde yerinde konuşarak görmüşler, onu çok beğenmişler ve kendi oğlanlarına uygun bir kız olduğuna karar verdiklerinden, ilerideki günlerde tekrar bu defa gelirken yanlarında oğlanları ile beraber istemeye geleceklerini söyleyerek, ertesi günü geldikleri kasabaya geri dönmüşlerdi.
.Nadya düşünceliydi.

NADYA
Bölüm 8

“Güzeller güzeli, Rum kızı Nadya, annesinin kendisinden isteği üzerine, köy meydanındaki pınardan içme suyu getirmesi için, Ayvalı köyünden, kendi gibi, diğer Rum ve ortadoks olan kız arkadaşları, Alina ve Elsa ile buluştu. Su doldurmak için, köyün meydanında Akan koyunların ve insanları su içtiği, önü oluklu pınara, ellerinde birer su testisi ile, gitmişlerdi.
.Bulundukları yaşamış oldukları bu köy, yüksek yerlerde kurulmuş, dağ köyülerinden biri olduğundan. Bu köydeki bütün pınardaki içme suları, soğuk olduğundan, vardıkları bu pınarın’ da suları, her mevsim, her zaman çok soğuk olurdu.Köylünün pek çoğu, evlerinde, içme suyunu bu pınardan doldururlar, evlerine götürürlerdi.
.Ayrıca pınar köyün meydanında bulunduğundan, akşam köyün koyunlarının kuzularına, sesler içinde, kuzunun anaya, ananın kuzusuna koşuşarak kavuştuğu ve sulandığı bir pınardı.
.Pnardan Akan suyun önüne, ağaçtan oyulmuş uc uca eklenerek uzatılmış tekneler, akşam olunca köyün kuzuları ile koyunlarının bir zincirin birer halkaları gibi, sıralanmış olarak ve oluklar içine kafalarını sokarak, sularını içtikleri, bir zamanda gelmişlerdi pınardan su doldurmaya Nadya ve arkadaşları.
,Koyunlardan ve kuzulardan, pınardan Akan suyun olduğu yere, yanaşmak mümkün değildi. Önce otlaktan yorgun yeni gelmiş olan, kuzu ve koyunlarının sulanması sonra Nadya ve arkadaşlarının su doldurması lazımdı.
.Koyunların pınarın başından çekilmesini bekleyen, Nadya ve kız arkadaşları, ellerindeki boş testilerini yere bırakmışlar, onlar kendi aralarında Romanika dilinde konuşarak, köylerindeki sevgililerinden konuşuyorlar birbirlerine, Romanika dilinde konuşurken ,şaka ile karışık kızlar kendi aralarında tartışmaya başlamışlardı.
.Tartışma konusu, kimin sevgilisinin, kendilerini daha çok sevdiği konusu idi.
.Nadya sevdiği genç olan, köy Muhtarın oğlu, Ali’yi Romanika dilinde onlara överken, Elsa ve Alina ise, kendilerine sevgili olarak seçtikleri kendileri gibi Rum ve Ortadoks gençlerden olan, kendi yavuklularını sevgililerini Rumca konuşarak, övüyorlardı.
-Elsa Nadya’ bir ara döndü ve, onunla Ali hakkında konuşmaya başladı.
-Nadya, guzum sen Ali’yi çok’ mu seviyyursun?
-Nadya ona cevap veriyordu.
-Evet, evet, hem’ de onu ben, pek çok seviyrum sen bunu bilmeymusun Elsa.
-Biliyrum, bilyrum Nadya, bilmez oluymuyum, birlikte olduyduğunuzda, onun gözlerinin içine bakarken adamı nereyse yiyecek gibu bakaydun da!
.Derken, Nadya kızmıştı.
-Ben mu, yiyecek gubu bakaydum?
-Evet sen bakaydun Nadya.
-Yanıluysun Elsa, yanuluysun, ben bu köyün en güzel kızıyım, ben niye bakayyum, o bana bakıyyor sen yanluş görmüşsun Elsa.
Dedi kızarak.
“Onların arasındaki bu gereksiz sevgili tartışmaları, su içen koyunların, yavaş, yavaş başındaki çobanının, çağırmaları ile, teknenin başından ayrılmaya başlaması ile sona ermişti.
.Nadya pınardan Akan suyun başına yanaştı, avcına aldığı soğuk buz gibi suyu, arkadaşı Elsa’ın yüzlerine fırlattı.
Neden yaptığını anlamayan Elsa, titreyerek, birden önünde pınarın başında duran, arkadaşı Nadya’ya baktı.
-Ne yapuysun Nadya?
-Sen, benum, sevgulumu beğenmiysun ha ,gız, işte ben’ de seni, böyle yapayrım.
-Dedi, şaka yollu.
Aralarındaki Romanika dilinde yaptıkları şakaların arkasından, Nadya güzel sesi ile, konuştuğu Romanika dilinde ”Nenumku aşk değil, çaresuz sevdaluk” şarkısını söylüyor, diğer taraftan’ da, pınardan elindeki testisine evlerinde içecekleri sudan dolduruyordu.
Onun güzel sesi, pınarın oluğundan sular akarken, bir sağ, bir sol yapan, sallana, sallana şırıltılı sesi çıkaran sesler birbirine eşlik ediyor, dağlar çiçekler ve teknenin başına su içmeye gelen arıların vızırtısı, onun sesine kemençe gibi uyum sağlıyordu.
“Nadya derin bir iç çekti.”
.Ah, ah, şimdi yanumda, şimdu Ali’m olacaktı ki gör sen, elindeki kemençesunu o çalacak, ben söyleycektim siz’ de benum sesimi dinleycektunuz gızlar, ne güzel oluydu değul’ mu da.
-Dedi.
-Öle, öle dedi arkadaşları.
“Nadya ve arkadaşları testilerine sularını doldurmuş evlerine dönmüştü. Nadya elindeki su dolu testisi ile, evlerine vardığında onu evlerinde istemediği ve korktuğu kötü bir süpriz bekliyordu.
.Komşu Sarı çay köyünden olup , kasabada yaşayan, babaları tarafından tanıdıkları olan, bir kaç misafirleri vardı evlerinde. Misafirleri, kasabada kuyumculuk yapan, kendi oğulları için, Nadya ve Nadya ‘ın ailesi ile tanışmak ,konuşmak Nadya hakkında bilgi edinmeye gelmişlerdi.
Onlar Nadya’ın annesi Elenor’un yaptığı, kahveyi içerlerken az sonra Poyraz’da eve gelmiş, aralarında Romanika dilinde, koyu bir mubbet başlamıştı.
.Poyraz çoktan beri görmediği, kuzeni ve kuzenin evde kahveleerini içip eşi ile hasret giderirlerken, konu dönüyor dolaşıyor kuzenlerinin zengin kuyumculuk yapan oğlanları, Amara’dan söz açılıyorlardı.
.Oğulları Amara’ın, dürüst, çalışkan biri olduğundan konuşuluyor, kuyumculuk sektöründe, onun bir haylı para kazandığı söyleniyor, kasabada saray gibi bir eV yaptırdığından falan konuşuyorlardı.
.Oğulları nın bekar olduğunu, Nadya’nın ise, köydeki namını duyduklarını, bu yüzden gelip, hem Nadya’yı bir görmek onunla konuşmak hem’ de onu oğlanlarına istemek için, geldiklerini söylüyorlardı.
.Nadya şaşkındı.Çünkü onun kalbinde sadece sevdiği Türk ve Müslüman genci, Ali vardı. Ounun kalbi Nadya’ya göre, bir tek ona aitti.
İsteyenler Kim olursa olsun, isterse zengin değil peri padişahın, oğlu olsun, yüreği başkası için değil, bir tek Ayvalı köyünün muhtarı, Hacı Hasan efendinin yakışıklı oğlu, Ali için çarpardı.
.Nadya’ın Ali’yi sevdiğini bilen annesi, konuyu sık, sık başka konulara getirmiş olsa’ da, demirci ve bakırcı ustası olan akşamcı babası Poyraz, misafirlerinin isteklerinin olabileceğini kendine göre olabileceğini düşünüyor, gelenlere olumlu cevaplar verirken Nadya’ın gözlerinin içine bakarak, onun ne düşündüğünü öğrenmeye çalışıyor Nadya’ın çatık kaşlarının altından kendine bakan iri siyah gözlerini görünce şaşırıyordu.
Bir Ara yerinden kalktı ve Nadya ile konuşmak üzere mutfağa gitti.
.Mutfakta, Nadya annesi ve babası bir olup konuyu değerlendirdiler. Poyraz, bu işe olumlu bakarken, bazı konuları bilen, Nadya’ın annesi Elenor, kızından taraf oluyor, Nadya’ın, gelen misafirlerinin kasabadaki kuyumcu oğlu ile, evlenmesi konusunda eşinine kaşı olumlu düşünmüyordu.
.Baba, Poyraz aile içinde yenik kalmış, bu konudaki fikirleri ile aile içinde tek başına kaldığından, aynı zamanda biricik güzeller güzeli Kızını Nadya’I herşeyden daha çok sevdiğinden. Içeride yalınız bıraktıkları kuzenleri kendilerine ikram edilen, çaylarını yalınız olarak içmekte olan misafirlerinin yanına Mutfakta konuşup anlaşmaları sonunda geri döndüklerinde, misafirlerine bu konunun aceleyle olacak bir şey olmadığını, aile arasında, biraz daha düşünmeleri gerektiklerini kararlarını ilerdeki günlerde vereceklerini söyleyerek, onlara geldikleri kasabaya dönmeden önce olumsuz görüş bildirmişlerdi.”
Misafirler, kendileri gibi Rum ve Ortadoks olan, evin kızı Nadya’I evlerinde yerinde konuşarak görmüşler, beğenmişler ve oğlanlarına uygun bir kız olduğuna karar verdiklerinden, ilerideki günlerde tekrar bu defa yanlarında oğlanları ile beraber istemeye geleceklerini söyleyerek, ertesi günü geldikleri kasabaya geri dönmüşlerdi.
.Nadya, düşünceliydi.Olan biten karşısında şaşkın ne yapacağını bilemez haldeydi.

NADYA
Bölüm 9

“Bir Rum kadını, Nadya’ın babasına helkesini kalaylatmış olarak, iş yerinden ayrılmasından sonra, Poyraz, yeni aldığı siparişleri ile o gün, bir haylı para kazanmıştı.”
.Canı şarap içmek istiyordu. Cebinde şarap içecek kadar, parası olan Poyraz, akşam eve uğramadan doğruca Agop ustanın meyhanesine gitti ve kendine bir şişe şarap ısmarladı şarabını, yanında gelen çerezler ile şaraplarını yudumlarken, yanına başka arkadaşları ‘da gelmişti. Biraz sonra, Agop ustanın meyhanenin içi içki içen, insanla dolmuştu.
.Neredeyse, oturacak masa kalmamıştı. Agop ve eşi Elanor, durumdan memnundu. Bu gece bir haylı para kazanacaklarını düşünüyorlar, müşteriler sohbet ederek içkilerini içerlerken, onlar’ da neşeleniyorlardı.
.Elanor arada bir, müşteriler için, şarkılar söylüyor güzel sesi ile kemençe eşliğinde söylediği, Romanika dilindeki güzel Rum şarkıları ile oradaki müşterilerini memnun etmeye çalışıyordu.
.Aradan bir haylı zaman geçmişti. Müşterilerinin içilen içkilerden, sarhoş oldukları bir zamanda, ellerinde silahla, başlarına maske takmış beş on silahlı adam. Kapıdan içeriye meyhaneye girdiler.
.Silahları müşteriler üzerine doğrultulmuş olarak, ateş etmeye hazır durumda iken, onlardan biri, müşterilerin paralarını altın bilezik ceplerinde ne varsa, çıkarttırıp ceplerindeki saatlerine kadar hepsini bir masaları birer, birer dolaşarak, onları ellerindeki torbanın içine doldurdular.
Agop ve Elenor onlardan korkularından elleri, ayakları birbirine dolaşmış bir halde, içerdeki soygunu yapan eşkiyaların önünde diz çökmüşler, yapmayın bütün paraları alırsanız biz ne yaparız diyerek, soygunu yapan silahlı adamlara yalvarıyorlardı.
.Soygunu yapan adamlardan biri, elindeki silahın dipçiği ile kendisine yalvaran, Elenor’u, oradan yanından uzaklaştırmak isterken, adamın elindeki silah ateş almış, Elenor, göğsünden vurularak, kanlar içinde yere yığılmıştı.
. Olayı gören müşterilerden çıt yoktu, herkes şaşkın ve korku içinde, ceplerinde ne var ne yok çıkarmış, hepsini çıkarıyorlar çıkardıklarını adamların, kendilerine uzattıkları torbalara koyuyorlardı.
Elenor, yerde kanlar içinde yattığı halde, kimseler ona yardım edemiyor, sanki oldukları yerlerde, taş kesmiş gibi, soygunu yapan adamların, mehaneden çıkıp gideceği zamanı bekliyorlardı.
.Silahlı adamlar ellerinde içi para dolu torbaları yerde kanlar içinde yatan Elenor’un, yüzüne bile bakmadan dışarıya çıktılar ve dışarıda kendilerini bekleyen atlarına binerek, oradan karanlığın içinde nereye gittikleri belli olmayan yerlere doğru kaybolup giderlerken, bardaki insanlar, yerde yatan Elenor’un ölüp ölmediğine bakmaya başladılar.
.Elenor ölmüştü.
.Onun öldüğünü gören, Rum müşteriler, ayaklandı bu soygunun hesabının, sorulacağına dair çığlıklar içinde, Rumca yeminler ediyorlardı.
.Bu olaydan sonra, dağlarda toplanan Rum çeteleri daha’ da çoğalmış, Türk köylerine saldırıyorlar, yol kesip soygun yapıyorlar, tuzağa düşürdükleri devlet adamlarını öldürmeye başladıklar.
.Rum çeteri, birçok karışık olaya karışırlarken, bunlar günlerden bir gün, Rum çeteleri bir araya gelerek, Yunanlıların, Anadolu’yu işgal etmesini’ de, kendilerine fırsat bilerek, 1461 yılında Fatih Sultan Mehmet’in dağıttığı, Pontus Rum devletini, Merkezi Trabzon olmak üzere yeniden kurmak emelleri ile merkezi Pontus Rum cemiyetini kurdular.
.Rus askerlerinin, doğudaki çephelerden geri çekilmesi ile kendilerine bıraktıkları silahlar ile Rum gençlerinden silahlı bir ordu kuran, Rumlar, insanları öldürüyor, köyleri yakıp yıkıyor ve Osmanlıya karşı isyan edip, merkezi önceden olduğu gibi, Trabzon olan Pontus Rum devletinin kuruluşunu yapmaya çalışıyorlardı.
.Rum Türk birlikte barış içinde yaşayan, Ayvalı köyü halkı tedirgin olmuş, olan bitene bir anlam veremiyor, halk daha sonra olacaklardan korkuyordu.
.Nadya ‘ın babası bakırcı Poyraz usta, kızını’ da alıp buralardan gitmek istiyor, savaşın bitmesini ve Türkler Yunanlılar arasında, barış antlaşmasının yapılacağı günün gelmesini bekliyorlardı.
.Fakat Nadya, buradan gitmek istemiyor; doğup büyüdüğü çocukluğunda ve gençliğinde bu köyde yaşarken, Türk ve Müslüman kız erkek arkadaşlar edindiği bu topraklardan ayrılmak istemiyordu.
.Bir gün, sevdiği Ali ile buluşup her zaman buluştukları konuştukları koruluğa gittiler. Bir zamanlar Ali ile buluştuklarında, kendilerince dilek tutup, dilek bezleri bağladıkları, ahlât ağacının dibine oturdular.
.Gece güzeldi, gökyüzü yıldızlar ile dolmuş, ay kendini göstermiş, tatlı ılık bir yel esiyordu.
.Ali ve Nadya yere çimenlerin üzerine uzanmışlar, Ali, başını Nadya’ın dizlerine koymuş, gökyüzündeki yıldızları izlerken, sevgilisi Rum kızı Nadya bir taraftan Romanika dilinde bir şarkı mırıldanıyor, diğer bir taraftan sevdiği gencin, saçlarını okşuyordu.
.Nadya,
-Korkuyorum sevgilim, korkuyorum dedi.
-Ali doğruldu sevgilisinin gözlerinin içine baktı.
-Kimden korkuyorsun Nadya sevgilim.
-Ayrılıktan, korkuyorum dedi Nadya
- Ayrılıktan.
“Ali onun yüzlerine ve korku dolu gözlerine baktı, gerçekten’de onun gözlerinde korku vardı. Onu gördü. Aynı korkuyu kendi’ de yüreğinde hissetti amma, ona belli etmedi.



.NADYA
Bölüm 10

“.Kalaycı ve demirci ustası olan, Poyraz usta ve onun eşi olan Elenor hanım, yanlarına kasabadan kendilerini ve Nadya’yı görmeye gelen kasabadaki kuzenlerini, bir gece evlerinde misafir olarak ağırladıktan sonra, ertesi günü sabah olunca, onları erkenden kasabaya yolcu etmişlerdi
.Onların kasabaya dönmeleri ile kızları güzeller güzeli Nadya, derin bir nefes almış, kendisini ahırdan boşanmış dışarıya çıkmış bir tay gibi hür hissetmişti. Neşeliydi. Çünkü kendisi için onlara verilmiş, bir söz şimdilik yoktu.
.Bu konuyu sevgilisi Ali ile görüşmek üzere sevgilisi Ali ile bir an evvel buluşmak istiyor, onunla zor durumda kaldığı bu konuyu konuşmak bir karara varmak, kendi başına bir iş gelmeden, onunla düşündüğü evlenme konusunu konuşmak için Nadya, adeta can atıyordu.”.
.Nadya’ın babası Poyraz usta, misafirlerini yolcu ettikten sonra, iş yerine giderek, çalışmaya başladı.
.İş yerine vardığında, onu iş yerindeki kapıda bekleyen, Rum kadınlarından biri, ellerinde kirlenmiş kalayları eski, yeniden kalaylanması gereken helkesini ona uzattı.
-Konuştuğu Romaika diliyle, Poyraz usta, hiç süt katacak doğru dürüst kabım kalmadı, şu benum helkemu bana kalaylar’ musun, Yalnuz evde işim pek çok, ben şuracıkta, senu bekleyum, sen kalayla sonra ben alayım götüreyum dedi.
“Poyraz usta, ocağın başına geçmiş, onun işlerini yaparken kadın, onun yanına oturmuş yüksek sesler ile dağlardaki eşkiyaları anlatıyor, kimlerin kimin yolunu kestiğini kimin, kimden haraç aldığınına dair Poyraz ustaya bilgiler aktarıyordu.
Bir Ara Poyraz usta, olduğu yerde durdu, elindeki işini bir kenara bıraktı ve orada oturmuş, kendi kendine konuşan ne dediğinin yaptığı işinin sesinden anlayamadı,
Kadına anlattıklarını tekrar sordu.
Çünkü işindeki seslerden kadının ne ona, ne demek istediğini tam olarak anlamamış görünüyordu.
.Rum kadını, Poyraz usta işinini bırakmış, onu dinlenirken, kadının kendisine anlattıklarını can kulağı ile dinliyor, olan biteni ondan öğrenmeye çalışmıştı.
Anlatılanlar doğruydu. Dağlar asiler ve eşkiyaları tarafından nerede ise, işgal edilmişti.Herkes kendine göre, bir çete kurmuş, dağlara çıkmışlar gelenden geçenden haraç alıyorlar, köyleri kasabaları basıyorlardı.

NADYA
Bölüm 11


.Kadının, oradaki anlattıklarına göre,

“Rum kadını, helkesini kalaylatmış olarak, iş yerinden ayrılmasından sonra, Poyraz yeni aldığı siparişleri ile o gün, bir haylı para kazanmıştı.”
.Canı şarap içmek istiyordu. Cebinde şarap içecek kadar parası olan Poyraz, akşam eve uğramadan doğruca Agop ustanın meyhanesine gitti ve kendine bir şişe şarap ısmarladı şarabını, yanında gelen çerezler ile şaraplarını yudumlarken yanına başka arkadaşları ‘da gelmişti. Biraz sonra, Agop ustanın meyhanenin içi içki içen, insanla dolmuştu.
.Neredeyse, oturacak masa kalmamıştı. Agop ve eşi Elanor, durumdan memnundu. Bu gece bir haylı para kazanacaklarını düşünüyorlar, neşeleniyorlardı.
.Elanor arada bir, şarkı söylüyor güzel sesi ile kemençe eşliğinde söylediği, Romanika dilindeki güzel Rum şarkıları ile oradaki müşterilerini memnun ediyordu.
Aradan bir haylı zaman geçmiş, müşterilerinin içilen içkilerden sarhoş oldukları bir zamanda, ellerinde silahla beş on adam. Kapıdan içeriye meyhaneye girdiler.
.Silahlar müşteriler üzerine doğrultulmuş, ateş etmeye hazır durumda iken onlardan biri, müşterilerin paralarını altın bilezik ceplerinde ne varsa, çıkarttırıp ceplerindeki saatlerine kadar hepsini bir masaları birer, birer dolaşarak onları torbanın içine doldurdular.
Agop ve Elenor korkularından elleri, ayakları birbirine dolaşmış, içerdeki soygunu yapan eşkiyaların önünde diz çökmüşler, yapmayın bütün paraları alırsanız biz ne yaparız diyerek, soygunu yapan silahlı adamlara yalvarıyorlardı.
Soygunu yapan adamlardan biri, elindeki silahın dipçiği ile kendisine yalvaran, Elenor’u, oradan yanından uzaklaştırmak isterken, adamın elindeki silah ateş almış, Elenor, göğsünden vurularak, kanlar içinde yere yığılmıştı.
Olayı gören müşterilerden çıt yoktu, herkes şaşkın, ceplerinde ne var ne yok, hepsini çıkarıyorlar çıkardıklarını adamların, kendilerine uzattıkları torbalara koyuyorlardı.
Elenor yerde kanlar içinde, yattığı halde, kimseler ona yardım edemiyor, sanki oldukları yerlerde, taş kesmiş gibi, adamların mehaneden çıkıp gideceği zamanı bekliyorlardı.
.Silahlı adamlar ellerinde içi para dolu torbaları yerde kanlar içinde yatan Elenor’un, yüzüne bile bakmadan dışarı çıktılar ve dışarıda bekleyen atlarına binerek, oradan karanlığın içinde nereye gittikleri belli olmayan yerlere doğru kaybolup giderlerken, bardaki insanlar yerde yatan Elenor’un ölüp ölmediğine bakmaya başladılar.
.Elenor ölmüştü.
.Onun öldüğünü gören, Rum müşteriler ayaklandı bu soygunun hesabının sorulacağına dair çığlıklar içinde, Rumca yemin ediyorlardı.
.Bu olaydan sonra, dağlarda toplanan Rum çeteleri daha da çoğalmış Türk köylerine saldırıyorlar, yol kesip soygun yapıyorlar devlet adamlarını öldürmeye başladıklar.
.Birçok olaya karışırlarken, bunlar günlerden bir gün, Rum çeteleri bir araya gelerek, Yunanlıların, Anadolu’yu işgal etmesini’ de, fırsat bilerek, 1461 yılında Fatih Sultan Mehmet’in dağıttığı, Pontus Rum devletini yeniden kurmak emelleri ile Pontus Rum cemiyetini kurdular.
.Rus askerlerinin, doğudan çekilmesi ile kendilerine bıraktıkları silahlar ile Rum gençlerinden silahlı bir ordu kuran, Rumlar, insanları öldürüyor, köyleri yakıp yıkıyor ve Osmanlıya karşı isyan edip, merkezi önceden olduğu gibi, Trabzon olan Pontus Rum devletinin kuruluşunu yapmaya çalışıyorlardı.
.Rum Türk birlikte barış içinde yaşayan, Ayvalı köyü halkı tedirgin olmuş, olan bitene bir anlam veremiyor, halk olacaklardan korkuyordu.
.Nadya ‘ın babası bakırcı Poyraz usta, kızını da alıp buralardan gitmek istiyor, savaşın bitmesini ve Türkler Yunanlılar arasında, barış antlaşmasının yapılacağı günün gelmesini bekliyorlardı.
.Fakat Nadya gitmek istemiyor; doğup büyüdüğü Türk ve Müslüman arkadaşlar edindiği topraklardan ayrılmak istemiyordu.
.Bir gün, sevdiği Ali ile her zaman buluştukları koruluğa gittiler bir zamanlar Ali ile buluştuklarında, dilek tutup dilek bezleri bağladıkları, ahlât ağacının dibine oturdular.
. Gece güzeldi, gökyüzü yıldızlar ile dolmuş, ay kendini göstermiş, tatlı ılık bir yel esiyordu.
.Alı ve Nadya yere çimenlerin üzerine uzanmışlar, Ali başını Nadya’ın dizlerine koymuş, gökyüzündeki yıldızları izlerken, sevgilisi Rum kızı Nadya bir taraftan Romanika dilinde bir şarkı mırıldanıyor, diğer bir taraftan sevdiği gencin saçlarını okşuyordu.
.Nadya,
-Korkuyorum sevgilim dedi.
-Ali doğruldu sevgilisinin gözlerinin içine baktı.
-Kimden korkuyorsun Nadya sevgilim.
-Ayrılıktan, korkuyorum dedi Nadya
- Ayrılıktan.
“Ali, onun yüzlerine ve korku dolu olan gözlerine baktı, gerçekten’ de, onun gözlerinde korku vardı. Onu gördü. Aynı korkuyu sonra kendi’ de hissetti amma, sevgilisine bunu belli etmedi.
-Korkacak bir şey yok sevgilim, Hem ben babamla konuştum durumu ona anlattım, başlangıçta ikimizin evlenmesine karşı çıktı amma, sonra ona, senin Müslüman olmak istediğini söyleyince yumuşadı ve evlenmemizde sakınca görmedi.
“Dedi Ali amma, yine’de yalan söylemişti ve onun gönlü şen olsun diye, biraz abartılı anlatmıştı.”
.Oysa Ayvalı köyünün muhtarı, Hacı Hasan Efendi Nuh diyor, peygamber demiyor, oğluna Rum kızını layık görmüyordu.
Ona göre, biricik oğlu Ali için, başka bir Türk ve Müslüman kızı bulmuştu ve onu babasından isteyip, oğlu Ali’ye gelin getirmek istiyordu.
Ali iki arada bir derede kalmış aklı ile duyguları arasında gidip geliyor, ne yapacağını her düşündüğünde duyguları daha ağır basıyor, köyünün en güzel kızı olan Ortadoks Rumlarından olan, Bakırcı ustası, Poyraz efendinin kızı, Nadya’ya olan aşkı bütün olanaklara göre düşündüğünde, daha ağır basıyordu.
Bu arada, Türkler Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının, önderliğinde kurtuluş savaşlarından galip çıkmaya başladığından, olacağı düşünülen bir mübadelenin, bir gün mutlaka gerçek olacağı ve Nadya’ın ailesinin’ de buna istekli olduğunu düşünüyordu.
Sevgilisinden ayrılmak istemeyen Ali’in içine bir ateş düşmüştü.
.Ali hiç yapmadığı şeyleri yapmaya başladı. Canının sıkıntısından, her akşam soluğu doğruca gittiği Agop ustanın meyhanesinde almaya başlamıştı.
.Ali canının sıkıntısından, tamamen içkiye alışmıştı. Çoğu zamanlarda, içtiği içkiden, içki masasında sarhoş olup sızıp kalıyor, bazen’ de meyhane’de bir gece eşkıyalar tarafından, eşi öldürülen Agop usta ile içki içerken konuşup dertleşiyordu.
.Yorgo usta, onun dert ortağı olmuş, bütün sırlarını sıkıntılarını bilen kişiydi.
Meyhaneci Agop usta’ da içkide ondan daha geri kalmıyordu, meyhane öldürülen, eşinin hala yasını tutuyor, Yüreğinin acısını içtiği şaraplardan çıkarıyordu.
.Onun derdi daha büyüktü. Çok sevdiği can yoldaşı, meyhanedeki yardımcısı öldürülmüştü. Onun acısını bir türlü içinden çıkarıp atamıyordu.
.Ali ile Agop tam birbirlerini bulmuş meyhanede içki içip konuşurlarken, sevdiği kız olan güzeller güzeli Nadya’ın, bakırcı ustası olan akşamcı babası, Poyraz kapıda göründü. İçki içek için gelmişti.
.Hiç sesini çıkartmadan selam dahi vermeden doğrucana her zaman oturduğu meyhanen arkalarında bulunan, bir köşedeki masaya oturdu ve oradan bunları izlemeye başladı.
.Agop onun ne içeceğini bildiğinden yerinden kalktı içeriden biraz meze ve biraz şarapla, onun yanına gitti ve elindekileri onun masasına bırakırken, Agop ustaya Romanika dilinde bir şeyler söylüyordu.
.-Ne aruyor bu cocuk mehanede, Bu bizum Muhtar Hasanın oğlu deyulmudur uşşağım.
-Odur Poyraz odur. Canı senun gibi içmek istemiş Ali ‘de çıkmış buraya gelmiş ne var bunda şaşuracak.
-Dedi.
.Poyraz etrafta olan biten olaylardan canı sıkkındı. Yaşadığı köyde yavaş, yavaş huzurun yok olmaya başladığını biliyordu.
Bir tarafta Pontus devletini yeniden kurmaya çalışan silahlı Rum çeteleri, diğer tarafta onlarla savaşan Türk çetelerinin varlığı, aynı köylerde beraber yaşayan halklar arasındaki birlik beraberliği bozmuş, Rum ve Türk ailelerinin aynı köyde yaşamasını imkânsız hale getirmeye başlamıştı.
“Bu durumu bilen, gören, Rum ailelerden bazı aileler kendilerini daha huzurlu, daha emin yerler arıyorlar, huzur içinde diğer halklar ile birlikte yaşayabileceklerini düşündükleri, daha başka yerlerden yüksek rakımlı, uzak ormanlık köylerden kendilerine yeni topraklar satın alıyorlar, buralara göçmeye buralarda yeni yurtlar edinmeye başlamışlardı.
.Bunların aksine, Türkler ile aynı topraklar üzerinde yaşayan bazı Rum aileleri, mecbur kalınınca Yunanistan veya başka memleketlere göçüp gitmek isteyenler ise, yaşadıkları yeri terk etmiyorlar, olayları zamanın akışına bırakıyorlar, gelecek yıllarda kendileri için verilecek kararların neler olacağını, beklemeyi tercih etmişlerdi.
.Nadya’ın ailesi’ de, bunlardan biriydi. Poyraz ailesi, kızlarının isteği karşısında kararsız olacakları beklemeye başlamışlardı.
.Nadya ümitsiz değildi. olumlu düşünüyor, bilmediği yaşamadığı başka ülkelerde, yaşamak istemiyordu.
-Nadya ne sevdiğinden vaz geçiyordu, ne’ de, doğup büyüdüğü topraklardan, vaz geçmek istiyordu.
.Köyünün havası seviyordu, topraklarını yaylalarını ve en önemlisi çeşitli ırktan dinden, mezhepten birlik beraberlik içinde yaşayan insanlarını seviyordu.
Bir ‘de o, sevgilisini çok seviyordu”
.Türk ulusu ülkesini işgal etmeye çalışan, yabancılara karşı verdikleri savaşı nihayet kazanmışlar, Ankara hükümeti ,fiilen faliyete geçmişti.
.Ankara büyük millet meclisinde, yeni kararlar alınırken gelmişti Mondros anlaşmasının kabul edildiği.
.Ülkede cumhuriyetin kurulmasını istemeyen bazı Padişah yanlısı guruplar isyan ederken, Pontus rum devletini kurmak isteyenler, isyan etmeye başlamışlardı.
Merkezi hükümet’in görevlendirdiği komutanlar emrindeki askerler, bu isyanları bastırıyor kimseye aman vermiyor, birer , birer isyan eden gurupların elebaşıları yakalanıp meydanlarda idam ediliyordu.
Savaş sonrasında Mondros mütarekesi ve yenik düşen, Yunanlılar ile yapılan antlaşmalar ile, ülkeler arasında mübadele başlamış,, halklar arasındaki yer değişimi başlamıştı.
Yunanistan’da yaşayan Türkler, istekleri halinde ülkeye kabul edilirken, bunların karşılığında, Türkiye’de Anadolu’n birçok yerlerinde yaşayan, Rum aileler’ de kendilerinin istedikleri doğrultusunda, istedikleri ülkeye veya başka ülkelerdeki yerleşebilecekleri yerlere, veya Yunanistan’a gönderilmeye başlanmışlardı.
Nadya Ailesi,Poyraz usta, bir Rum ailesi olarak, Yunanistan’a gitmeyi tercih ederken, bazı Rum aileler, Yunanistan yerine Kafkasya, Gürcistan gibi yerleri tercih ediyorlardı.
Hiçbir yere gitmek istemeyenlerden bazı aileler de bulundukları köyleri gizlice terk ederek, Kara deniz bölgesinin iç kesimlerine gidip, devletten habersiz gizlice buralara yerleşiyorlardı.
Günlerden bir gün, bir Yunan gemisi yanaştı, Trabzon limanına, bu gemi, Anadolu halkından, Yunanistan’a gidecek Rum aileleri, Yunanistan’ın başkenti Atina’ya, Ayvalı ve bunun gibi daha birçok çevre köylerinde yıllardan beri yaşayan, Yunanistan’a gidecek olan, Rumları taşıyacak olan bir gemiydi.
.Köylerden kasabalardan erkenden yola çıkan Rum aileler, limanda bekleyen gemiye binmeye başlamıştı.
Bunların içinde, Poyraz ailesi de vardı, Poyraz’ ın Verem hastalığına yakalanan kızı Nadya, en son gününe kadar sevgilisi olan, Ayvalı köyü muhtarının oğlu Ali’nin gelip, kendisini kaçırmasını bekledi.
Fakat, Poyraz onun Anadolu’da kalmasını istemiyor, bir an evvel bindikleri gemi ile, Atina’ya gidip onun oradaki bir sanatoryum hastanesinde yatıp tedavi olmasını istiyordu.
Günden güne gözünün önünde eriyip giden, nerede ise ölmek üzere olan Nadya’ın durumu onu çok üzüyordu.
Ali ondan daha çok üzgündü. Sevdiği Rum kızı ile evlenmesine izin vermeyen, babasına kızıyordu ve onun dedikleri yapmıyor, her defasında onların arasında tartışmalar ,büyük kavgalar oluyordu.
Ali son defa olarak, sevdiği kızın evine gitti.Poyraz uta onun eve varmasında oradaydı. Ali sevgilisi Nadya ile konuşmak istiyor, fakat Poyraz onların konuşmasını istemiyor, Ali’yi kapıdan geri çevirmeye çalışıyordu.
İş inada binmişti.Ali bağırıyordu.
-Nadya ile konuşmadan, şuradan şuraya gitmem.
Derken, Poyraz usta güçlü bilekleri ile, Ali’yi belinden tuttuğu gibi, fırlattı Ali bahçedeki çalılıklara düştü.
Poyraz usta güçlüydü, Ali ise ona göre çok zayıf ve sıska olduğundan, onunla baş edecek bir durumda değildi amma yinede, bağırıyor sevgilisinin ismini söylüyordu.
-Nadya, Nadya, sevgilim neredesin haydı gel, senun evde olduğunu biliyorum gel, bak ben buradayım seninle konuşacaklarım var.konuşmam lazım.
-Diyordu.
“Nadya sesleri duymuş, hasta yatağından yatarken doğrulduğunda onun ayakta duracak hali yoktu.Yavaş, sağdan soldan tutuna, tutuna kapıya kadar gitti kapıdan dışarıdaki kendisini çağıran sevgilisine son kez baktı.Romanika diliyle kapıdan sevgilisi ile konuşuyordu.
-Git buralardan Ali’m, git, bizum gayru ayrılmamız şart oldu.Ben hastayum senunla gelemem
Diyordu.
Ali koşarak onun yanına vardı. Nadya’ın babasının gözleri önünde sevgilisine sarıldı.
-Kaçalım buralardan, gel benimle sen nereyi istiyorsan oraya gidelim. Ben kararımı verdim.Anamı babamın sözlerini dinlemiyorum artık diyordu.”
Nadya son kez sevgilisine sarıldı, hasta haliyle ona.
-Hoşça kal sevgilim diyebildi.
-Al, ona sarılırken seni bekleyeceğim, ben senden başkası ile evlenmem, gittiğin yerden bana mektup yazmayı unutma diyordu.

NADYA
Bölüm 11

.Nadya’da buna benzer sözler söylüyor, ona artık görüşmemeleri gerektiğini, ailesi ile beraber Yunanistan’a gitmesinin en doğrusu olduğunu söylüyordu.
Onların vedalaşmalarına izin veren, Poyraz ve onun eşi olan,Elenor iki sevgiliyi birbirlerinden ayırarak, Ali’nin artık gitmesini söyledi.
-Git artık Ali, var git kendi evine yeter vedalaştınız işte Nadya çok hasta, onu daha fazla yorma.
-Dediler.
“Bu konuşmaların hemen arkasından, annesi Elenor, kızının koluna girdi, hasta olan kızını götürüp onu yatağına taşırken, Ali dışarıdan ona sesleniyordu.
.Gemi kalkarken, ben’ de orada limanda olacağım, beni görmeden, gemiye binme sakın, Nadya diyordu.
“ Nadya onu duymuyordu bile. Hastalığı daha’ da ilerlemiş, artık Ayvalı köyündeki yıllardır evlenme hayali ile konuştuğu, sevdiği erkek olan Ali ‘den ümidini tamamen kesmiş, babasının ve annesinin isteği üzerine, gelen gemi ile, bir an evvel Atina’ya gidip, oradaki bir hastaneye, yatmak ve orada iyileşmek istiyordu “
.Zaman gelip çatmıştı.Köyden kiraladıkları Atlı arabalar, onları Limana götürmek için onları bekliyordu.
.Valizler yüklendi eşyalar kilitlenen kapının içinde kaldı aldıkları birkaç valiz dolusu eşya ile yola çıktılar.
.Yol boyunda bunları, yıllardan beri onlara komşuluk eden aynı havayı soluyan aynı yerlerde, aynı yaylalarda horonlar oynayan, komşuları onların sevenleri onların gidişini bekliyorlardı.
Yol boyunca vedalaşarak, köyden uzaklaşırlarken, köy halkının kimi bunların gidişinden memnun değil, gözyaşı döküyor, kimi ise Rumlar köylerimizden gidiyor diye seviniyorlardı.
Göçe kona gittikleri dağ yolunun, sonuna gelmişler, uzaktan, hırçın dalgaları ile onlara selam veren kara deniz, hoş geldiniz diyordu.
.Liman ana baba günü gibiydi.Kalabalıktı. Çeşitli yörelerden Rum aileler, bir şekilde toplanıp gelmişler, gemiye alınacakları zamanı bekliyorlardı.
-Babasından habersiz atına binip yola çıkan Ali onlar gemiye binmeden önce iskeleye varmış, sevdiği Nadya ile limanda buluşmuştu.
Babası Poyraz bunları görüştürmek istemese’ de Elenor onların görüşmelerinin, kızları Nadya’ın hastalığına iyi geleceğini düşündüğünden onların bir kenarda buluşup konuşmalarına izin veriyordu.
“ Ali ile sevgilisi Rum kızı Nadya, son defa olarak vardıkları limanda görüştüklerinde, birbirlerine beraber görüştüklerinde, onlar acıklı konuşmaları ile, birbirlerini çok sevdiklerini söylüyorlar, bu ayrılığın onlar için, hiç iyi bir ayrılık olmadığını,bunda’ da aksi babalarının günahının olduğunu birbirlerine söyleyerek, ayrılığın hasret acısını, gelecekte yüreklerinde, hissedeceklerini söylüyorlardı.
Geminin merdivenleri sesler çıkararak inmişti. Vapurdan dumanlar çıkmaya başlamış, motorları çalışmış, sirenleri çalmaya başlamıştı. Vakit yavaş, yavaş artık gemiye binme zamanıydı.
.Buruk ve ağlamaklı yaşlı gözler içinde, onlar gemiye binip, geminin güvertesinden Nadya, aşağıda iskelede bıraktığı sevgilisine, hasta ve yavaş haliyle, el sallıyor ve bir daha göremeyeceği için ağlıyordu.
.Nadya hastalığı nedeniyle yakın zamanda, öleceğini düşünüyordu. Hastalığına bir gün yenik düşeceğini, biraz’da bu yüzden, sevgilisi Ali ‘in son gelişinde onunla gitmek, kaçmak ve onunla evlenmek istemediğinin gerçek sebebinin onu kahreden kendini günden güne zayıflatıp sararıp solduran, onu ölüme doğru yavaş, yavaş götüren, verem hastalığı, olduğunu düşünüyordu. Bu yüzden, Nadya sevgilisi olan Ali için, Yaptıklarından, onu kendinden vaz geçirip, kendisine başka bir eş bulması hususunda pişman olmuyordu. Onunla geçirdiği mutlu günleri, son zamanlarında yaşamış olduğu Ali ile olan, güzellikleri kalbinde, yüreğinde saklayıp, zamanla anacağı birer anısı olarak görüyordu.
.

NADYA
Bölüm 12


“Yunanistan’a gidecek olan bu gemi, Trabzon limanından son yolcusunu almıştı. Geminin, makine bölümünde, motorları çalışmış, motorların çıkardığı sesler duyulmaya başlanmıştı.
.Geminin arka kıç kısmından, denizden çıkan, deniz köpükleri geminin yerinden kalkmaya başlaması ile, yavaş, yavaş çoğalırken, güverteden eller sallanıyordu.
.Güverteden el sallayanlardan yolculardan biri’de, Rum kızı güzeller güzeli Poyraz’ın kızı olan, Nadya idi. Nadya, doğup büyüdüğü, çocukluğunu gençliğini yaşadığı, karşındaki dağlara bakıyor, Kara deniz kıyısının, yeşil alplerindeki, yüksek başları dumanlı dağlarına doğru bakarken, gözyaşlarını tutamıyor ağlıyordu.
.İskelen gelen, tanıdık bir sesle Nadya birden irkildi.Sonra, aşağıya iskeledeki insanlara doğru baktı. Sevgilisi Ali, hala oradan ayrılmamış, gitmemiş, yukarıdaki güvertede bulunan, Nadya için sesleniyordu.
-Seni seviyorum.
“Birkaç kez aynı cümle tekrarlandı”
. Seni seviyorum.
“Yüksek sesle söylediği bu cümleler, kalabalığın uğultusu içinde kaybolurken onun ne demek istediğini yaptığı işaretlerden Yukarıda güvertede bulunan Nadya anlamış görünüyor Ali’ye el sallayarak, karşılık veriyordu.
-Git artık git, yoksa şimdi kendimi gemiden aşağıya atacağım diye bağırıyor, gerçekten’de intihar edecekmiş gibi güverteden iskeledeki kalabalığa doğru bakarken annesi Elenor ve bası Poyraz onu bir dakika bile yalınız bırakmıyorlardı.

Bir gemi kalkmakta, bu gün limandan
İçinde gözyaşı, ve hasret dolu
Sel olmuş gözyaşı, gördüm karşıdan
Demirden geminin, uzaktı yolu.

Bir gemi kalkmakta, bu gün limandan,
Can dolu içinde, gördüm karşıdan
Bu gemi, yük almış, gözyaşlarından
Gitmekte bu gemi, meçhule doğru.

.Ali sevgilisini son olarak Gemiye binerken görmüş, içinde buruk bir acı, onu karşıladığı görüştüğü bu son limandan ayrılmak istemiyor, sanki Nadya’ın denize atlayıp, yüzerek geleceği anı bekliyordu.
.İskeledeki korkuluk demirlerine dayanmış elleri ile sımsıkı demirlere yapışmış, onun ağlamaklı üzgün gözleri, yavaş, yavaş Trabzon’ daki eskimiş iskeleden, uzaklaşmaya başlayan, hareket halindeki bu mechule giden geminin, güvertesinden ayrılmıyordu.
.Ali içinde Nadya’ın bulunduğu gemi Kara denizin azgın suları içinde gözden kayboluncaya kadar geminin arkasından bakarken, gemi ile beraber kendi canının da gittiğini yüreğinde hissediyor,köyleri Ayvalı’ da olan bitenlerden, kendini suçlu buluyordu.
İçinden konuşuyordu.
“Ah kafam ah, korkaksın sen Ali, sen Korkağın birisin. Onu dinlemeliydin, sana kaçalım buralardan demişti, sen onu dinlemedin Ali. Vakit varken, onu alıp kaçırmalıydın, onu kaçırmalıydın, onu kimselerin bizi bulamayacağı, kalabalık şehirlere götürmeliydin.diyor, içinden, içinden, kendi ile konuşup, kendi ile hesaplaşıyordu”
İskelede insan kalmamış millet geldiği yerlere çekilmiş, ıssızlığı yaşamaya başlayan iskelede, denizdeki dalgaların sesinden başka hiç ses yoktu.
Ali hala bir kenarda oturmuş düşünüyor, yaptığını sandığı hataların bedelini kahrolması ile içinin acısı ile ödüyordu.
. Bir gölge yaklaşmıştı yanına
-Burda ne yapuysun uşağım, senun evun yok mu, kalk git evune iskele kapanacaktur uşağım
- dedi bir ses.
“ Ali kafasını yerden kaldırdı yanına gelip kendisi ile konuşana baktı. Karşısında, liman idaresinin bir bekçisi vardı ve konuşan oydu.
-Tamam da, yemeduk’ ya sizun limanunuzu, gidiyruz işte.
Dedi.
“Sonra kalkarak, yanında liman görevlisi giriş kapısına beraberce gittiler.Ali daha sonra oradan ayrılıp, köyden gelirken binip geldiği ve atını bağladığı Hana gitmiş, erkenden kendisine ayrılan odada uykuya çekilmişti.
Yattığı yatağın içinde, sağa dönüyor, sola dönüyor onu bir türlü uyku tutmuyordu.Aklında gözlerinin önünde, yaşadığı yerleri terk edip giden sevgilisi Nadya vardı.
.Onu düşündükçe, kendini suçluyor, Nadya’ın verem hastalığına yakalanmasından, günden güne eriyip gitmesinden bile, devamlı kendini sorumlu tutuyordu.
.Düşüne, düşüne Ali, hiç uyumadan sabahı etmiş, gün ışırken, güneş dağlardan yükselmeye başlarken bile, Ali hala, yattığı handaki yerinde, yatağın içinde bir sağa, bir sola, dönüp duruyordu.
.Gözleri uykusuzluktan ve sevgilisin arkasından ağlamaktan, kan çanağı gibiydi. Sanki birden on yaş yaşlanmış, şekli şemali birden değişmiş, yaşının çok, çok, üzerlerinde görünen biri olup çıkmıştı.
.Ali kaldığı handan, atına bindi, köyüne geri gitmek üzere yola çıktı.Yollar yokuştu, dağlar bayırlar içinden geçtiği ormanlardaki ağaçlar, sanki onun üstüne, üstüne geliyordu.
Neşesiz, bitkin bir halde köyüne vardı.Onu karşılayan yine onun Annesi, Fadime hanım olmuştu.
“Fadime hanım, onun halini görmüş, onun kan çanağına dönmüş gözlerinden ve bitkin halinden, onun Trabzon’a, Nadya’ı uğurlamaya gittiğini anlamıştı.
- Yine mi o, Rum kızı oğlum, onun peşinden gittin değil’ mi?
-Değer’ mi oğlum, üzülmene şu haline bak sanki sen benim oğlum Ali değilsin.Ali’min yerinde bir başkası var sanki, yapma be oğlum yapma, sana kız mı kalmadı köyümüzde etraftaki köylerde.Elini sallasan ellisini bulursun.Yakışıklısın varlıklısın.Kim sana varmaz ki oğlum.
-Diyor kızıyordu.
“Ali, yorgun ve bitkin bir halde, annesinin kendisine kızarak yüreğine dokunan,söylediklerine cevap verirken bağrından yaralanmış, kanatları kırılmış ölmemek için çırpınan yaralı bir kuş gibiydi”
-Ne diyorsun sen anne, Nadya’ın yerini hangi kız tutabilir,Hangi hatun beni onun gibi sevebilir.Nadya bir başkaydı, onunla başka kızları mukayese bile etme anne
, etme anne!
- Diyordu.
“Annesi daha fazla oğlunun üstüne gitmesini istemediğinden, onun daha çok üzülüp hasta olmasını istemediğinden konuyu değiştirdi.
-Tamam, oğlum tamam. Zaman her derdin ilacıdır.Sen şimdi çık yukarı, bir yun yıkan temizlen, sonra seninle yine konuşuruz. Baban yaylaya gitti. Burada yokken sen, elini yüzünü yıka, bir güzel temizlen sonra bir şeyler ye karnını iyice doyur,baban gelince seni bu halde bulmasın.Bak senin, elin yüzün sapsarı olmuş, gözlerin desen kan çanağına dönmüş, seni böyle görmesinler
.Dedi.
-Görürlerse görsünler, benim canım gitmiş, başkasının bana nasıl baktığından bana ne anne.
-Dedi.
-Öyle deme be oğlum, öyle deme, etrafımızda dost var düşmanlar var,milletin ağzına sakız olmayalım oğlum, sen bir kendine gel,kendimize güldürmeyelim.
-Dedi annesi.

.Onlar Ayvalı köyünde bu konuşmaları yaparlarken, Nadya’ın içinde olduğu gemi, Kara denizin azgın dalgaları içinde limandan limana uğrayarak gidiyordu.
Ordu.Samsun, Sinop ve daha bunlar gibi birçok limanlara uğramış,mübadeleye tabi tutulan Rum ailelerini almış,Yunanistan’a, Atina ‘ya doğru gidiyordu.
Günler sonra mülteci olarak vardıkları limanda, yaralı koyunlar gibi boynu bükük geminin demir attığı Atina dedikleri yerdeki limana ayak bastıklarında, onları devlet görevlilerinden başka karşılayan kimseler yoktu.
.Ne bir tanıdık, ne bir dost akrabanın bulunmadığı bu tanımadıkları görmedikleri bu yerde sanki kendileri bir yabancıydı.Dillerinde konuşmalarında bile, tam olarak bir benzerlik yoktu.
Nadya ve onun ailesi, doğup büyüdükleri topraklarda atalarından öğrendikleri, Romanika dilinde konuşurlarken geldikleri bu yerde, Rumca konuşuluyordu.
Yunan devlet görevlileri, bunları topluca deniz kenarında küçük bir balıkçı kasabasına yerleştirmiş, buradan ayrılan Türk’lerden kalma evleri ve bahçeleri onlara vermiş zeytincilik, bağcılık, şarapçılık ve denizde balıkçılık yaparak geçinmelerini önermişlerdi.
Poyraz, ne denizden anlardı ne’ de bağ bahçe zeytincilik işilerinden anlardı. Onun işi, kalaycılıktı.Yine’ de kendilerine verilen, arazilere sahip çıkarak, kendi işini burada’ da bu geldikleri yerde devam ettirmeye başladı
Nadya geldikleri, bu yeri hiç sevmemişti. Nadya buraya ait bir kız değildi. Nadya’ın yeri, yüksek kır çiçeklerinin bol olduğu üzerlerinde bal arılarının koşuştuğu soğuk buz gibi suların aktığı, yaylalar ve üzerinden dumanları, eksik olmayan,ormanlardı.
.Nadya, böyle yerlerde doğmuş böyle yerlerdeki soğuk sulardan içerek büyümüş biriydi.
Geldiği yerde ise, ne soğuk sular vardı, ne başı dumanlı dağlar ormanlar vardı. Değişik, alışması zor olan bir yerdi.
.Nadya’ın hastalığı bu geldikleri yerde’ de, devam ediyor, durumu günden güne kötüye gidiyordu.
Annesi Elanor ve babasının istekleri üzerine devlete ait olan, bir sanatoryum hastanesine yatırıldı.
Nadya kendisini çok kötü hissediyor yattığı hastanede, kendisinin ölümünü bekleyen, yaşlanmış biri gibi hissediyordu.
Oysa, çok uzaklarda bıraktığı kavuşamadığı sevgilisinin kendisine, güzeller güzeli Nadya’ m dediği Nadya, daha yirmi beş yaşlarında ya vardı, ya yoktu.

NADYA
Bölüm 13

. Ayvalı köyü muhtarı Hacı Hasan efendinin oğlu Ali, sevgilisinin köylerinden ayrılışından sonra, eli ayağı doğru dürüş iş tutamaz olurken, Sevgilisi Nadya’dan gelecek olan mektubu bekliyordu.
.Çünkü onlar gemiye binerken haberleşeceklerine dair birbirlerine söz vermişlerdi.
.Nadya’ın nereye gittiği nereye yerleştikleri ve yerleştikleri yerdeki adresleri belli olmadığından Ali kendisi ona mektup yazamıyor, ancak ilk mektubun onun tarafından gönderileceğini düşünerek,her haftanın birinci gününde, köye kasabadan mektupları getiren atlı postacının, gelmesini bekliyor, gözleri gelecek postacıyı arıyordu.
.Ali için, zaman geçmek bilmiyordu. Her postacı geldiğinde koşarak onun yanına varıyor, kendisine mektup gelip gelmediğini soruyordu amma, her defasında’ da ondan yok cevabını alıyordu.
.Ali korkuyordu.Giderken hasta olduğunu bildiği, Nadya’ın yakalandığı devası bilinmeyen, halk arasında kötü hastalık denen, yakalandığı verem hastalığından ölmüş olmasından korkuyordu.
.Yanına gitse gidemezdi, sevdiğinin durumunu öğrenmek için, mektup yazsa adresini bilmezdi.Ne yapacağını şaşırmış olan Ali kendi ailesinin üzerindeki baskılar nedeniyle, günden güne yokluğuna alışmaya başlamış olsa’da Nadya’ dan bilgi alamaması kalbindeki ona ait olan aşkı söküp çıkaramıyordu.
.Ali yi ,babası sıkıştırıyordu.
-Ali oğlum, görüyorsun bizler artık yaşlandık, senin daha fazla beklemeden evlenmen çoluk, çocuk sahibi olman lazım.Gel inat etme, yalnızlık Allah’a mahsus bir şey, seni şu benim sana dediğimim komşu köydeki Ayşe ile evlendirelim.
“Diye konuşuyor, Ali’in annesi bir taraftan babası bir taraftan onu evlenmeye çalışıyorlar,kendi ailelerine uygun olarak buldukları Türk kızı Ayşe ile evlenmesini ve ondan bir an evvel çocuk yapmasını istiyorlardı”
.Ali her defasında, evlenmeyeceğini söylüyor Nadya gemiye binerken ona yani sevgilisine iskelede iken verdiği sözü tutmayı istiyordu.
İçinden elen bir ses ona, bekle Ali Nadya bir gün sana dönecek gelecek diyordu.
.Diyordu demesine de Nadya’da aylar yıllar geçmiş hala bir haber yoktu.
Nadya’ın öldüğünü düşünen Ali sonunda babasının isteğini kabul etti ve sonunda komşu köyden kendilerine önerdikleri, Ayşe adındaki Müslüman kızla evlendi.
Muhtar Hacı Hasan dayı, düğün için hiçbir masraftan kaçınmamış, biricik oğlu Ali için, bir hafta süren yemekli davullu zurnalı bir düğün yapmıştı.
.Köy halkı ve komşu köylerden gelen halklar, düğün evinden bir hafta boyunca yemişler içmişler, davullar, tulumlar ve kemençeler eşliğinde horonlar oynamışlar, doyasıya eğlenmişlerdi.
Ali bu evlilikten memnun değildi amma, kendisinden haber alamadığı eski sevgilisi Rum kızı Nadya’dan ümidini kesince, annesinin babasının sözünü dinlemek ve onların istediği kızla evlenmek mecburiyetinde kalmıştı.
Ali’in, bu evliliğinden bir kızı bir oğlu olmuştu. Kızının Adını,Nadire koyarken, sonradan olan ikinci çocuğu oğlunun adını ise, Hasret koymuştu.
Kızına, her seslenişinde, eski Rum sevgilisi, Nadya’ ya sesleniyormuş gibi yapıyor, Nadya’ın güzelliğini kendi kızının yüzünde görüyordu.
Evli iki çocuklu baba olmasına rağmen, eski sevgilisini unutamıyor, yeni evlendiği eşi ile sıradan ve soğuk ilişkiler yaşıyordu.
Ayşe hiçbir zaman Nadya’ın, yerini tutamamış, soğuk bakışlı gülmeyen yüzleri ile, eşini kendinden soğutuyor. Ali ise, günden güne kahroluyor eriyip gidiyordu.
.Kendisini içkiye veriyor, sigara üstüne sigara içiyor, çoğu zaman, yorgun kafasını dinlemek için, bir bahane ile kendisini dağlara atıyordu.
Bir gün onun yolu, Nadya ile buluştuğu koruluğa düşmüştü. Koruluktaki her zaman dibinde oturup konuştukları, ay ışığının altında, yıldızlar ile dolu mehteplı gecelerde buluşup , diz dize oturdukları yanaktan yanağa yatıkları ağacın altındaki çimenlerde sabahlara kadar, seviştikleri,Ahlât ağacını uzaktan görmüş doğruca ağacın olduğu yere vardı.
Kafasını kaldırdı ağaca baktı.Bir zamanlar sevgilisi Nadya’ın dilek tutarak ağacın dallarına bağladığı mendil yerinde yoktu.
.Ayırdılar bizi, kader bizim birleşmemizi istemedi
.Dedi,
“Ve daha sonra, onun bir zamanlar sevgilisi Nadya’ın dizine başını koyduğu ağacın altındaki yere uzandı ve onu düşünmeye başladı.
.Hayalinde, sevgilisi Nadya beraber geçirdikleri seviştikleri günleri hayal ediyor, Nadya’ın kendisine şarkı söylediği seni seviyorum, kaçır beni nereye istersen kaçır yeter ki benim ol dediği zamanlar aklına geliyor onun güler yüzlü kadınsı dişi hareketleri, gözlerinin önünden gitmiyordu.
.Onunla yan yana; el ele, horon oynadıkları günler, yaylalarda beraber, koyun otlattığı zamanlar, yaşanmış bütün hatıraları gözlerinin önündeydi.
.Ali için, için gizli, gizli ağlıyor, kimseye ağladığını belli etmese’ de,derdini hep içine atıyordu.
.Onun bu gizli derdinden, ne annesi ne de onun babası haberdardı.Annesinin ve babası Hacı Hasan efendinin tek sevdikleri önlerinde oğullarının kendilerine verdikleri torunlarıydı.
Ali’in oğlu ve kızı onları eğlendiriyor, onları yaşlarının son baharında onlara bir neşe kaynağı olmuştu.
.Yaşı sekseni geçen, Hacı Hasan efendi, artık iş yapacak muhtarlık yapacak halde değildi.İki köy arasındaki çıkan ölümlü olaylardan ‘da bıkmış olduğundan,muhtarlığı oğlu Ali’ye devretmek istedi amma Ali bunu Kabul etmedi.
.Çok geçmeden yaşlı Ayvalı köyünün eski muhtarı Hacı Hasan efendi, hayata gözlerini yumdu. Geride bir Ali bir annesi ve iki de onun çok sevdiği torunları kaldı.

NADYA
Bölüm 14

. Ne Nadya ne de onun annesi Elenor hanım ve babası, Poyraz Yunanistan da kendilerini yerleştirdikleri bu küçük balıkçı kasabasına alışabilmişlerdi. Onların tek tesselisi Kızları, Nadya’ın tedavisi için, iyi bir sanatoryuma yatmış olmasıydı.
.Poyraz fazla para kazanmasa’ da, bu kasabada kendi çapında açtığı küçük iş yerinde, kazandığı paralar ile iyi kötü diğer halka göre, gül gibi geçinip giderken artırdığı paralar ile, kasabadan kendine yeni aldığı susuz kıraç arazideki, yabani zeytin ağaçlarını imar etmiş, onlardan’ da, aldığı ürünler ile, bir haylı para kazanmaya başlamıştı.
.Öyle, geldikleri Ayvalı köyünde olduğu gibi, artık her gün, meyhaneye gidip içmez’ de olmuştu.
.Hatta arada bir, haftanın belirli günlerinde kasabadaki kiliseye gidiyor, ayinlere katılır olmuştu.
Her hafta sonları, kızlarının yattığı sanatoryum hastanesine gidiyorlar, kızlarının durumunu doktorlar ile konuşuyorlardı. Yine bir cumartesi günü hastaneye gittiklerinde doktora kızlarının durumunu sormuşlardı.
-Doktor bey Nadya nasıl, iyi olacak ‘mı sizce.
“Doktor onları odasına kabul etmiş odasında onlara bilgi veriyor onları bilgisi ile, aydınlatıyordu.
-Nadya çok iyi, onu merak etmeyin, yakın zamanda onun hiçbir şeyi kalmaz, morali’ de çok iyi yemesi içmesi de çok iyi. Bize kalırsa onun, korkulacak bir şeyi kalmadı, kendi’ de iyi, hatta kızınız, kilo almaya bile başladı.
.Derken doktor, onunla konuşan Nadya’ın annesinin ve babasının oradaki sevinci görülmeye değerdi.
.Poyraz ve onun eşi kızlarının durumundan memnun hastaneden ayrılırken, son bir kez kızlarının odasına girdiler ve Nadya ile konuştular.
-Annesi ve babası Poyraz, hastanede tedavi gören kızları Nadya ile, yıllardan bu yana, konuştukları alışkın oldukları Romanika diliyle konuşuyorlardı.
.Kızım, bu gün doktorunun, bize verdiği haber bizleri çok memnun etti. Senin her gün biraz daha iyi olduğunu seninle ilgilenen, doktorundan duyunca,sevincimizden ne yapacağımızı şaşırdık.İnşallah bundan sonra, daha da iyi olursun senin buradan, eski neşeli halini tekrar kazanmış olarak, çıktığın günleri birlikte görürüz.Doktorlarından edindiğimiz bilgilerden dolayı, çok sevinçliyiz kızım çok.
“Diyerek, kızlarının doktorlarının izin vermesi ile hastaneden çıkacağı günleri deniz kenarındaki küçük balıkçı kasabasındaki, evlerinde beklemek üzere Nadya’ın yanından ayrıldılar.
.Kasabaya gelince, Poyraz küçük bir keçi satın alarak onu kurban etti ve etlerini, kasabanın fakirlerine dağıtarak onların hayır duasını aldı.
.Yunanistan’a onlar gelmeden önce, Türkiye’de yaşadıkları, Müslüman Türk köyü olan. Ayvalı Müslüman halkının geleneklerinden onlar daha önceleri böyle durumlarda, adak adamayı öğrenmişlerdi.
.Şimdi ‘de gittikleri verem savaş hastanesinde yatan kızları Nadya’ın, burada hızla iyileşmeye başladığını duyunca, bunun sevincini kurban keserek kutlamışlardı.
.Poyraz sevinçliydi, sonra onun eşi Elenor ondan daha çok sevinçliydi. Kızlarının artık eski neşeli, şen haline dönebileceğini, Verem hastası olan kızlarında iyileşme olduğunu, ondaki ölüm tehlikesinin doktorlara göre, kalmadığını hastanedeki doktorlarından bizzat kendileri duyunca, mutluluktan, ne yapacağını şaşırmış gibiydiler.
.Elenor ertesi gün, sabah erkenden kalktı, bolca bir lokma döktü ve bu lokmaları tabak, tabak yeni tanıştıkları Rum komşularına dağıttı.
Akşam olduğunda, Poyraz işinden çıkmış iş yerini kapatmış olarak, sevinç içinde evine gitmeden önce, akşamları yeni tanıştığı bu kasabadaki Rum arkadaşları ile bira şarap içtikleri yere uğramıştı.
.Onun iş yerinden çıkıp yanlarına geldiğini gören arkadaşları, onun gelişini sevinçle karşıladılar.
“Yarı Rumca yarı Romanika diliyle konuşarak onun gelmesinden memnun olduklarını, içki içecekleri yerde bulunan kemençeyi çalmasını ondan istediler.
Poyraz gittiği hastanede, kızının hastalığının iyiye gittiğini, durumunu öğrendiği için o akşam üzerine çok neşeliydi. Kimsenin isteğini geri çevirmek ve onları kırmak gibi bir niyeti yoktu.
.Meyhane sahibinin getirdiği birkaç kadeh şarabı içtikten ve sonra, ellerine verdiği kemençeye şöyle ufak bir ayar yaptıktan sonra,kemençeyi çalmaya başladı.
.Kemençeyi öyle güzel çalıyordu ki orada bulunan hiç kimse onun sesi karşısında yerinde duramaz olmuştu.
.Bütün içki içen eğlenen müşteriler, ortaya çıkmış, kol kola girmişler ve Rum horonu oynamaya başlamışlardı.
.Tabaklar kırılıyor, salonun içinde söylen şarkılardan, kemençenin sesinden durulmuyordu.
.Poyraz, yeni yerleştiği bu küçük balıkçı kasabasında kendini o kasabanın yerli Rum halkına, yaptığı esperili konuşmaları ve çaldığı müzik aletleri söylediği Romanika dilindeki şarkıları ile, çabuk sevdirmişti.
.Poyraz, günlerden bir gün balıkçı arkadaşlarının isteği üzerine, oradaki alışkın olan diğer balıkçılar gibi, denizden balık tutmak için, arkadaşlarının teknesi ile denize açıldı.
Yüzmesini bile, doğru dürüst bilmeyen, Kara denizin dağlık alplerinde doğmuş büyümüş olan Poyraz,Denize korku içinde gitmiş olsa’ da, yanındaki Rum balıkçı arkadaşlarına güveniyordu ve onların isteklerini geri çevirmek istememişti.

NADYA
Bölüm 15

.

.

.Muhtar Hacı Hasan efendinin, bir gün aniden ölümünden sonra, Ayvalı köyünün içi karışmıştı.
Yeni muhtar halka sahip çıkamıyor, onların Çetmi köyü halkı ile, sık, sık orda Burda yaylada ormanda onlar ile karşılaşıp, kavga etmelerine mani olamıyordu.
Ayvalı köyü halkı, yayladaki evlerinin yakılmasını hazmedememiş, Çetmi köyü halkına karşı düşmanlık beslemeye başlamışlardı.
.Her ne kadar,eski rahmetli Muhtar, Hacı Hasan efendi ölümünden önce, bu konuyu kasabadaki devlet yetkililerine bizzat kendi giderek bildirmiş ve onlardan yayla evlerini yakanlarının, bulunup cezalandıracaklarının sözünü kasabadaki yetkililerden almış olsa’da, bunun bir türlü gerçekleşmemiş olması, yayla evlerini yakanların hala ortalıkta dolaşmış olması Ayvalı köyü halkının canını sıkıyordu.
Karakol yetkilileri bu konuda birkaç kişiyi tutuklatmış olsalar’da delil yetersizliğinde kısa bir zaman sonra onlar’ da serbest bırakılmışlardı.
.Günlerden bir bahar günüydü. Hava yağışlıydı. Her ne kadar, arada bir güneş yüzünü göstermiş olsa’da çabucak yağmur bulutlarının arkasına yeniden gizleniyor dağları yaylaları yeniden bulutlar görünmez kılıyordu.
.Ayvalı köyünün gençleri omuzlarında silahları ile, yaylalarına çıkıyor bazen kendi korkularından bazen de, Çetmi köyü halkının korkusundan omuzlarından hiçbir zaman silahlarını eksik etmiyorlardı.
.İşte böyle bir bahar gününde, erkenden yaylalarına çıkmaya başlayan köy gençleri önlerine kattıkları büyük baş hayvanlarını yaylaya götürmüşler tam kendi otlaklarında hayvanlarını otlatmak için salacaklarında, kendi otlaklarında kendilerine düşman bildikleri Çetmi köyünün hayvanlarının otladığını gördüler.
Orman içindeki yaylanın, geniş düzlükleri etrafında kümelenmiş,ormanlara gizlenen,Ayvalı köyü gençleri ile, Çetmi köyü gençleri arasında, çatışmalar başlamıştı.
Her iki köyün gençleri de silahlı idi. Burada yapılan silahlı çatışmada, hem kendilerinden hem de karşı köyün gençlerinden biri olay yerinde can verirken, otlayan hayvanlar, silah seslerinden olan korkularından geldikleri köylerine doğru kaçmaya başlamışlardı.
.Köye, yayladan kaçıp ulaşan, büyük baş hayvanların gittikleri yayladan aynı günün sonunda geri dönmesinden kuşku duyan Ayvalı köylüleri, yaylada bir şeyler olduğunu anlamışlar, tüm köy halkı derhal silahlanarak, yaylalarına çıktıklarında olanları öğrenmişlerdi.
. Çatışmalar durmuş, daha fazla kan dökülmeden, Komşu Çetmi köyü gençleri otlattıkları sığırlarını ve kendi ölülerini de alarak, bunlar gelmeden yayladan uzakkaşıp kendi köylerinin yaylarındaki evlerine kaçmışlar halkı ile beraber yeni bir çatışmaya hazır bekliyorlardı.
Yaylada durumu değerlendiren, Ayvalı köyü halkı olan biteni içine sindiremese’ de kendilerinden vurulan gencin, hala ölmemiş sağ ve yaralı olması, onları teskin etmeye yetmişti.
Bu işi devlete bırakmak istediler, onlar’ da kendi yaralısını alıp köye döndüler ve köyde yaralı genci tedavi edip hayata döndürdüler ve bu istenmeyen durumu, karakoldaki yetkililere haber vererek, ifadelerini verdiler.
. Hacı Hasan amcanın oğlu Ali, babasının isteği üzerine evlendiği Ayşe ile, hayatlarını devam ettirirken, , olan çocuklarının geleceği için, kendi huzursuz yaşantısını sinesine çekiyordu.
.Zaman hızla gelip geçerken, oğlu Mustafa büyümüş askere alınmıştı. Üç yıl süren bir askerliği sonunda Mustafa büyümüş olarak köylerine döndüğünde muhtarlığa adaylığını koyarak kazandı ve dedesi Hacı Hasan gibi herkesin sevdiği, köylüsün her işine koşan halkına her konuda koşup yardım edebilen, bir muhtarlık yapmaya başlamıştı.
.Babası Rum kızı Nadya’ın sevgilisi olan Ali’in, köyünde, rahmeti Hacı Hasan efendinin, isteği üzerine bir türlü yapmak istemediği, köy muhtarlığını bu defa onun askerden dönen, oğlu Mustafa yapmaya başlamıştı.
Mustafa, adildi.Üç yıl süren, askerliğinde çok şeyleri öğrenmişti. Adaletin, köy halkı arasındaki yardımlaşmanın imecenin ne olduğunu öğrenmiş, vatan sevdalısı bir Türk genci olarak, devletinin kendisine tanıdığı görevleri, yetkileri kullanıyor, layığı ile her görevi yerine getiriyordu.
Babası Ali, günden güne daha da mutsuzluk içinde kıvranıp dururken, bir gün hastanmış yatağa düşmüştü.
Onu yatağa düşüren hala unutamadığı ve gittiği yerden hiç bir haber alamadığı, mektubu dahi gelmeyen Rum kızı güzeller, güzeli Nadya idi.
Onun, dillere destan babası Ali ile olan geçmişteki geçmişte yaşadıkları büyük aşkın hikâyesi destan olmuş, hala, çevre köylerinde dilden, dile dolaşıp duruyordu.
Bu aşk, yörede yaşanmış, en büyük aşktı. Çoğu insanlar yaşanmış, bu büyük aşkın sonucunun böyle olmasını istememişlerdi.Onlara göre, seven insanlar, dini mezhebi ırkı ne olursa olsun, sevenler ayrılmalıydılar.
.Bu konuda, Ali’in rahmetli olan babası, Hacı Hasan efendi suçlanıyor, sevenleri birbirlerinden, onun ayırdığı söyleniyordu.
Bu sevenlerin birbirlerinden ayrılması, her iki taraf içinde çok kötü olmuştu.
Sevgilisi ile, çok istediği halde evlenemeyen Rum ve ortadoks olan Nadya üzüntüsünden, verem olmuş, yemeden içmeden kesilmişti.
Şimdi aynı hastalığa, Ali ‘ de yakalanmıştı. Üstelik, Ali’nin oralarda tedavi olabileceği yatacağı yakın yerlerde bir verem hastanesi de yoktu.
Uzak yerdeki, hastanelere’ de kendi gitmek istemiyor, başına gelen bu amansız hastalığın sonuçlarına katlanmayı, kendince kabullenmiş görünüyordu.
Her ne kadar eşi Ayşe hanım ve oğlu Mustafa onun hastaneye yatarak tedavi görmesini istemiş olsalar’da Ali benim hiçbir şeyim yok diyordu.
Ali sık, sık atına biniyor, yaylalara gidip, Nadya ile beraber koyun güttükleri yerleri dolaşıyor, buluştukları yerlere uğrayarak sanki yeniden geçmişteki günleri yaşıyormuş gibi anılarını taze tutmaya çalışıyordu.
.Yayla şenliklerinde, buluştukları ve birlikte horon oynadıkları yerleri geziyor, gözleri yaşları ile, dolu, dolu, geçmişi yalınız başına tekrar, tekrar yaşıyordu.
Eşi Ayşe bunun bu halinden hoşlanmıyordu. Çocukları olmasa, hemen eşinden boşanacak ailesinin yanına geri dönecekti.
.Fakat onun yetişmiş, askerliğini yapmış gelmiş köyüne muhtar seçilmiş bir oğlu bir de yetişmekte olan kızı vardı .Çocuklarını düşünüyor, Ali nasıl olsa, bir gün gelir, ülkesini, mecburi olarak terk edip giden Nadya’ın bir daha geriye dönmeyeceğini düşünerek aile yaşantısındaki düzelme işini zamana bırakıyordu.
.Ona göre, bu düşünce doğru bir düşünceydi. Çünkü Nadya artık yabancı memlekette idi ve doğup büyüdüğü topraklara geri dönmesi imkânsızdı.
Ali kendisini sevemese’ de ,zamanla kendine alışacağına inanıyor ve Ayşe Ali’in kendisini sevmesi için, hiçbir uğraşı vermiyordu.
.Oysa Ali, eski sevgilisinde, neşeyi görmüş, ondaki gülen yüzleri görmüş, mutluluğu, huzuru, onun kendisine yakınlığından öğrenmişti.
Ali böyle bir kadın istiyordu. Ayşe onun istediği gibi biri değildi.Ayşe yapısı itibarı ile, soğuk kanlı, esperili konuşmalardan anlamayan, sıradan bir köy kızıydı.
Fakat onun da kendine göre, güzel yanları yok değildi. Örneğin Ayşe, dini bütün bir kadındı. Güzel yemekler yapar, elinden her çeşit ev işleri ile ilgili işler gelir, boş zamanlarında örgüler örer, çocukken kuran kurslarında öğrendiği, kuranı ezbere okuyan biriydi.
.Ali ‘in eşi Ayşe ve oğlu muhtar Mustafa, babası üzerinde, ne kadar dursalar’ da babası Ali, iyileşme yolunda, isteyerek hiçbir adım atmıyordu.Sanki bile, bile ölmek istiyordu.
.Ali kaderine tam olarak razı olmuş, sevgilisi Rum kızı, güzeller güzelim dediği, Nadya’ın başına geldiğini düşündüğü ölüm sonucun kendine’ de gelmesine çoktan razı olmuştu.
.Hastalığı her gün biraz daha artan Ali, daha genç denebilecek bir yaşta, kendi elleri ile, ömrünün son günlerini hazırlıyordu.
“Bir gün, oğlu Mustafa’yı kendi yanına çağırttı. Oğlu muhtar Mustafa, babasının bu çağrısı üzerine koşarak onun başına gelmişti. Yatağının baş ucunda durmuş, babasının kendisine ne diyeceğini bekliyordu.”
.Babası, yattığı yatağın içinden, bir el işareti ile oğluna eğil dedi. Ve Mustafa babasından gelen, bu istek üzerine yatağında hasta yatmakta olan, babasının göğsüne kulağını dayadı ve onun babasının kendine söylemek istediğini dinlemeye başladı.
“Babası halsiz bir halde, kısık bir sesle, yalınız kaldıkları odanın içinde, oğlu Mustafa ile konuşuyordu”
-Oğlum Mustafa, sana benim, diyeceğim benim son nasihatim olsun. Bir gün sen, şayet evlenmeye karar verirsen , sakın ola ‘ki sen, kimsenin bu konuda sana, ne dediğine bakmayacaksın.
Hatta annen, Ayşe’yi bile dinlemeyeceksin., Sen sadece, kendi kalbine soracak, kendi yüreğinin sana ne dediğini dinleyecek ve yüreğinin sana orada ne diyorsa, gidip onunla evleneceksin. Bunu sakın unutma oğlum.
.Demişti.
“Mustafa ise, onu yormadan, kendisine söylenenleri dinliyordu ve ona cevap veriyordu.
-Tamam baba, tamam. Sen şimdi, konuşup kendini yorma, hele sen bir iyi ol, bu konuyu seninle uzun, uzun ,o zaman tekrar konuşuruz baba.
-Dedi.
“Babası yattığı yatağında, fısıltılı ve iniltili bir ses çıkararak tekrar sözlerini tekrar etti.”
-Söz ver oğlum,.söz ver.
-Dedi ve Mustafa ona söz verdi.
-Tamam baba tamam, şimdi sen kendini konuşarak yorma, Ben sana söz veriyorum, zamanı gelince yüreğimin sesini dinleyeceğim öyle karar vereceğim.
“Der demez, babasının gözleri yana kaydı, yastıktaki başı birden yana düştü.
Ali, yaşadığı dağları içinde kaybolacağın yeşil ormanları, Karadeniz alplerinin doruklarındaki Ayvalı köyünde, daha gençliğine doğru dürüst doyamadan, henüz yaşamının baharında iken, kırklı yaşlarında gözlerinde anıları, düşünceler içinde, yakalandığı dermanı bulunmayan, ince hastalık denen; verem hastalığından, hayata gözlerini yummuştu.
.

NADYA
Bölüm 16

.Poyraz ve ailesi Elenor ile, yaşamaya alışmaya başladıkları bu küçük balıkçı kasabasında, Türkiye’den gelmiş kendisi gibi mecburi mübadele sonucunda gelen ve buraya yerleşen üç aile daha vardı.
Bunlar her ne kadar, bu küçük balıkçı kasabasına alışmamış olsalar’da yerli komşularının kendileri gibi Rum asıllı olmaları dolayısı ile fazla yabancılık çekmeden kasabanın yerlisi ile çarşıya pazara gidip geliyorlar bağlarda, bahçelerde ve zeytinliklerde onlar beraberce çalışmaya başlamışlardı.
Aralarındaki kaynaşmalar devam ederken, bir balıkçı arkadaşın Poyraz’a beraber balık avına çıkalım teklifi, uygun bir teklif olarak gelmişti.
.Sabah erkenden iskelede buluşan iki kafadar balıkçı ile, balıkçılıkla hiç ilgisi olmayan, sadece balığı içki sofralarında gören ve sofrada içki içerken yemeyi seven Poyraz, korku içinde onlar ile sabah erkenden altlarındaki eskimiş nerdeyse hurdaya çıkmaya hazır olan, tekne ile, denize açılmışlardı.
Başlangıçta her şey iyi gidiyordu.Deniz durgundu neredeyse yerinde uyur gibi görünen mavi ege denizinin sularına eğilip bakıldığında, cam gibi parlıyordu ve içindeki balıklar görünüyordu.
. Balıkçı arkadaşları teknenin içinden oltalarını denize atmışlar balık tutmaya çalışıyorlardı.
.Poyraz ilk defa balığa çıktığından, yanındaki arkadaşları ona nasıl balık tutulacağını öğretmişler Poyraz’da oltasını denize atıp balığın oltaya gelmesini beklemeye başlamıştı.
.Şans bu ya, oltasına büyük bir balık takılmış, elindeki misinayı zorlamaya başlamıştı.Arkadaşlarının kendisine yaptığı yardımları sonucunda büyük denebilecek bir kılıç balığını denizden çekip çıkardılar.
Poyraz ilk defa bir balık tutmanın heyecanını yaşıyor, oltasını yeni yemler takarak, arkası arkasına denize atıyordu.
Bu arada yanındaki balıkçı arkadaşları da, tuttukları balıklar ile, teknedeki içi balık ve su dolu kovayı, bir haylı doldurmuşlardı.
Onlar balık tutmanın hevesi ile kıyıdan bir haylı uzağa açılmışlar dönüp arkalarına geldikleri yere doğru baktıklarında, kara görünmez olmuştu.
Durmadan balık tutuyorlar zamanın nasıl geçtiğini anlamadan akşam olmuş hava kararmaya başlamıştı.
Evdeki Nadya’ ın annesi, Elenor teyze, balıktan dönmekte geciken, eşi Poyraz’ı, merak ediyor gözlerini denizden tarafa dikmiş, ufuktan el fenerleri ile, görünecek olan, onların teknesinin limana yaklaşmasını dönmesini bekliyordu.
Bekleyiş uzun sürünce merak etmiş, iskeleye inmiş iskele görevlileri ile alışkın olduğu Romanika dilinde konuşup görevlilerden bilgi almaya çalışmıştı.
-Ha bu uşağım, bizum Poyraz usta arkudaşları ilen beraber baluğa çıkmışlardı daha dönmediler bunlarun başuna bir iş gelmesun oğulum sence olabilir’mu
.Dedi.
Görevli ona bilemem bekleyeceğiz diye Rumca cevap vermişti.
Zaman geçiyor, neredeyse gece yarısı olmuş hala balığa çıkanlar ortalıkta yoktu.
Hava birden soğumaya başlamış denizden karaya doğru sert rüzgârlar esiyor denizdeki dalgalar kıyısını dövmeye başlarken Elenor teyze daha da heyecanlandı. Ne yapacağını orada şaşırtmış bir halde, iskeledeki diğer balıkçılara hiç durmadan yalvarıyor, gidip eşini denizde aramak istiyordu.
.Fakat oradaki tekne sahibi balıkçılardan hiç kimse, bunu kabul etmiyor, hava muhalefetini ve denizdeki oluşan kıyılara kayalara vuran, dev gibi yüksek beyaz köpüklü dalgaları, esen rüzgârları kendilerine bahane olarak gösteriyorlar, oradaki balıkçılardan kimseler, onları denizde aramak için, denize çıkmaya, yanaşmıyorlardı.
“Elenor, hava muhalefetinden dolayı, teknelerini barınağa çekmiş, balıkçılara yalvarıyordu”
Yapmayun uşakar gidup araylum bizum adamları,öldüler’ mi, galdular’ mı denizden dönmeleri lazumdu dönmedular uşaklar, dönmedular.
Diyordu.
“Elenor’un bütün yalvarmalarına rağmen, denize açılmayı kabul etmeyen, balıkçılardan sonra, çaresizce iskeledeki görevlilerine yalvarmış sonunda aldığı olumlu bir sonuçla,Yunan askeri feribotlarından biri içinde eşinin de bulunduğu balıkçı teknesini, resmi makamlara ait bir gemiyle aramayı kabul ettirebilmişti..
.Askeri bir feribot, Ege denizin açıklarında yaptıkları aramalar sonucunda, onları kayalıklar ile dolu ıssız bir adanın yakınında bulmuştu.
Buldukları balıkçı teknesinde kimseler yoktu.Tekne terk edilmiş, kendi kendine denizin ortasında ters dönmüş bir halde bir sağa, bir sola dalgaların arasında sallanıp duruyordu.
Feribot denizin içinde ters dönen alabora olmuş balıkçı teknesindeki adamların nerede olduğunu araştırırken onların kıyıya yüzerek çıkmış olabileceğinin ihtimalini düşünerek, kıyıya bir bot çıkarak adamları kayalıkların olduğu adada aramaya başladılar.
.Düşündükleri doğru çıkmıştı. Dalgalarda alabora olan balıkçı teknesindeki adamlar tekneyi terk ederek buradaki adaya yüzerek çıkmışlar kayalıkların üzerinde kendilerini bulacak birilerini bekliyorlardı.
.Yiyecekleri yoktu, susuzluktan ve sıcaktan dudakları çatlamış, içleri yanıyordu.
.Kurtarmaya gelenler, onların durumunu ne durumda olduklarını, tahmin ettiklerinden, yanlarında gemilerinden getirdikleri, içi su dolu mataralardan, onların susuzluktan ve sıcaktan çatlamış dudaklarına su dökerken, olar ağızlarını açmış, annelerinin kendilerine yiyecek getirmiş yavru kuşlar gibiydiler.
Biraz su içtikten sonra, kendilerine gelen, balıkçılar olayın nasıl olduğunu anlatmaya başlamışlardı.
Denizde fırtınaya yakalandıklarını dalgalardan kıyıya dönemediklerini teknelerinin alabora olduğunu arkadaşlarından olan,Poyraz’ın yüzme bilmemesi nedeniyle denizden kurtulamadığını ve kendilerinin dev gibi yüksek dalgalar ile boğuşarak, güç bela buradaki kayalıklara ulaşabildiklerini anlatmışlardı.
Onlar kendilerini kıyıya yanaşan botlar ile, kurtarma gemisine atarlarken, kurtarma gemisinin kaptanın emri ile, tayfalar ve görevliler olayın olduğu noktada Poyraz’ın ölüsünü aramaya başladılar.
.Deniz durgundu, akşamki rüzgâr yok olmuş, hava sakinleşmiş, dalalar sadece çırpıntılar içinde hafif, hafif denizin sallantısı ile oluşmuş olsa’da denizin durgun hali kayıplara karışan, Poyraz’ı aramaya mani değildi.
Kurtarma gemisinin adamları çok geçmeden, denizdeki boğulmuş Poyraz’ın ölüsüne ulaşmışlar, onu denizden çıkararak, cenazesini kasabada bekleyen ailesine teslim etmek ve sahile taşımak üzere gemiye yerleştirmişlerdi.
.Kurtarma gemisi yedeğine aldığı, batık balıkçı teknesi arkasında, birkaç saatlik zaman sonunda kasabanın iskelesine yanaştığında Elenor hanım hala orada kurtarma gemisinden gelecek haberleri bekliyordu.
.Uzaktan iskeleye doğru gelmekte olan, kurtarma gemisini görünce koştu nasıl vardığını bilmeden bir solukta geminin yanaşacağı barınaktaki yere vardı.
.Kurtarma gemisinin arkasında bağlı olan, alabora olmuş sabaha kadar, beklediği balıkçı teknesini görünce, dizlerini dövmeye başlamıştı.
-Eyvah, bunların balukcu teknesu, alabora olmuş Poyraz, kurtulmuş olsa bari diyordu.
Kurtarma gemisin kaptanı,Elenor teyzenin yanına gelerek, onunla yunanca konuşarak,denizde olanı biteni ona anlattı.
Elenor iskelede, yere çökmüş ellerini dizlerine vuruyor, ağlıyor, vah, yiğudum, vah diye dizlerini dövüyordu.
Onunla beraber olan, balık avlamak için denize açılan, denizde alabora olmuş, balıkçı teknesinden kıyıya yüzerek kurtulan, Poyrazın yanındaki balıkçı arkadaşları, yanlarına aldıkları Poyraz’ın cenazesini, Ortadoks usulüne göre, kasabanın mezarlığına defin etmişlerdi.


NADYA
17

.Ali’in genç yaşta, veremden hastalanıp tedavi bile görmeden ölmesi iyi olmamıştı.
.Genç ölümler, her zaman birilerini üzerdir. Anneleri babaları, kardeşleri ve onlar gibi daha nice, nice yakını olanları, genç ölümler her zaman üzmüştür. “Genç yaşında öldü gitti zavallı” diye söylerler ama onun ömrü bu kadarmış, genç yaştaki ölümü, onun kaderiymiş demezlerdir.
Genç yaştaki ölümler, insanları üzdüğü gibi, ölenin yakınlarını daha çok üzerdir.
Mesela bir anneyi düşünün, bu annenin oğlu veya kızı daha çocuk denecek yaşlarda ölmüş olsa, hiçbir anne onun acısına dayanamazdır. Ya hasta olur, yataklara düşer, ya’ da kalp krizi geçirir o da çok geçmeden onunla beraber ölürdür.
Yunanistan’a zorunlu göçe tabi tutulan Rum kızı Nadya’ın sevgilisi, Ali’in ölümü farklıydı. Ali aştan, içindeki söndüremediği hasret yangınından, onun verdiği acılardan, hayatta iken, aradığı mutluluğu başkalarında bulamamasından ölmüştü.
.Diyebilirim ‘ki o, daha yaşarken ölmüştü.
.Hayatta hayatı boyunca yüzleri bir gün olsun gülmeyen, yaşadıklarından, yediklerinden, içtiklerinden en yakınlarının bile, kendi yanında bulunmasından zevk alamayan biri, yaşarken ölen kişiydi.
.Ali işte böyle biriydi. Sevdiği ve seni seviyorum dediği kızla, evlenememiş, çok istediği halde, evlenmesi bir şekilde engellenmiş mutsuz biriydi.
.Ona yapılanlar, haksızlıklar onu verem etmişti. İşte Ali bu yüzden genç yaşta ölmüştü. Bunun için, son nefesinde oğlu Mustafa’ya, oğlum, ne pahasına olursa olsun, yüreğinin sesini dinle kalbini dinle kimsenin sana ne dediğine bakma demişti.
Mustafa’ ın aklından bu sözler hiç unutulmadan, her zaman aklında kalmıştı.
Kız kardeşi olan, Nadire’yi babasının ölümünden sonra, Ayvalı köyünden kendi gibi Türk ve Müslüman bir gençle evlendirmiş, ama henüz kendi evlenmemişti.
Onların köyünde, mübadele sonrasında Rum asıllı aile, kalmamıştı.
.Rum’ lardan bazıları, başka ülkelere gitmek istemeyip, din değiştirmiş Müslüman olmuşlardı.
. Bunlar, Kara deniz bölgesindeki; başka ormanlık dağlık, kasaba ve köylerinde kaçmış yeni yurtlar kurup yerleşmiş kalmışlardı.
.Mübadele yapılmasına gönüllü katılanlar ise, kendi istedikleri yerlere, devlet eliyle gitmişler, bir zamanlar Rum, Türk, Müslüman , Ortadoks olanların, aynı topraklarda, Potrus Rum devletinin, Fatih Sultan Mehmet han tarafından işgal edilip yok edilmesinden sonra, dağılan Rum aileler Türkler ile, çeşitli bölgelerde, kardeş gibi yaşarlarken ayrılmışlardı.
.Ayvalı köyü, bu olaylardan sonra, birden değişmiş, Tamamen, Müslümanların Türk’lerin yaşadığı, bir köy haline gelmişti.
Ali’in mübadele gereğince yıllardır birlikte yaşadığı köyünden ayrılan, çocuklukları beraber geçen, güzeller güzelim dediği sevgilisi, Rum kızı Nadya’ın hasreti Ali’in ölümüne neden olmuştu.
Oğlu Mustafa ilk okulu bitirdikten sonra, sırası gelince babasının sağlığında gittiği askerlikte, çok şeyler öğrenmişti.
.Bir Harita askeri olarak, Van ve çevresinde daha sonra Artvin ve çevresinde, Katırcılık yapmış, . çok yerleri görmüş, çok Kürt, Sünni ve Alevi insanları tanımış, adetlerine tanık olmuştu.
Sonunda üç yıl sonra biten askerliğinden, olgun biri olarak Ayvalı köyündeki baba ocağı evine dönmesine rağmen, evlenmek için gönlüne göre birini bulamamıştı.
.Güzelliğine, malına mülküne zenginliğine aldanıp, babası gibi, mutsuz olmak istemiyordu.
Evlenmekte acele etmiyor, düğünlerde eğlencelerde yayla şenliklerinde kendisi ile tanışmak isteyen ve eğlence yerlerinde beraber horon oynamak isteyen zengin avcısı kızların, çeşitli bahaneler ile, kurdukları evlenme tuzaklarına kolay düşmek istemiyor,ancak Mustafa, kendisine bakınca, bakışları ile, konuşmaları ile, yüreğini yakacak, baktıkça, kalbini yerinden sökecek birini arıyordu.
“Mustafa, babasının yolundan gidiyordu.aynı zamanda muhtarlık konusunda, dedesi muhtar Hacı hasan efendi dedesi gibi davranıyor, köylünün kişisel veya toplumsal her derdine koşuyordu. ”
.Ayvalı köyü yeni göçlerle büyüyor, nufus ve çocuk sayısı durmadan artıyordu.
.Köydeki ilk okul eskimiş, çocuklar için yeteri kadar büyük değildi. Mustafa köyünün sözü dinlenir, ileri gelenlerini toplamış, bu konuya çözüm arıyordu.
-Ne dersunuz, amucalar deleler, okulumuz çocuklarımıza yetmez oldu, hep birlik olalum şu okulu bir elden gecuralım mı ne dersunuz ?
.Diye başladı söze.
-Temel amuca ayağa katlı.
- Ben varum be uşağım, el birliği ile okula yeni sınıflar yaparuz da.
-Dedi.Sonra başkaları kalktı aynı sözlerde birleşerek köyün okulunu genişletme kararı alındı.
.Yalnız onların dile getirmedikleri ortada bir başka sorun daha vardı. Okuldaki öğrenciler için, öğretmen sayısı yeterli değildi.
“Onu’ da muhtar Mustafa, korkmayın onu ben hallederim deyince toplantı sona ermiş ve birkaç gön sonra köy halkı imece usulü ile,okulu büyütüp yeni sınıflar oluşturmuşlar okulun her tarafını boyayarak çocuklarının rahatça, beş derslik halindeki geniş odalı sınıflarında okuyabilecekleri bir okul haline getirmişlerdi.
Muhtar kasabaya giderek,kaymakam vekili ile görüşerek ve maarif yetkilileri ile görüşerek onlardan köylerindeki genişlettikleri okullarına bir öğretmen daha, atanmasını istedi.
Muhtarın maariften olan isteği, yerinde görülmüş olduğundan, onların yeni genişlettikleri okuluna, bayan bir öğretmen atamışlardı.

NADYA
18

.Poyraz’ın deniz kazasında ölmüş olması eşi Elanor hanımı çok üzmüştü.Yeni alışmaya başladıkları ve kendilerini hala bir yabancı gibi hissettikleri bu küçük balıkçı kasabasında ona destek olacak fazla bir dostları yoktu.
.Sadece, kendileri gibi, Anadolu’dan göç etmiş gelmiş, Anadolu’da doğmuş büyümüş, oraların kültürünü almış, birkaç aile vardı.
.En önemli düşüncesi, hastanede yatan, henüz tam olarak iyileşmemiş olan, kızı Nadya’ın babasının öldüğünü duyarsa, durumunun yeniden kötüye gidebileceği hastalığının daha’ da artabileceği korkusu idi.
.Elenor bunu düşünerek, babasının öldüğünü kızından gizliyor tamamen iyileşip hastaneden çıkıncaya kadar babasının, deniz kazasındaki ölümünü ondan veya bir başkasından, öğrenmemesi için çaba gösteriyordu.
.Eşinin iş yerine kendi gidiyor, eşinden öğrendiği kap kacak kalaylama işlerini yapıyor.bazen yeni satın aldıkları zeytinliğin işleri yaparak ağaçların olgunlaşan mahsulünü toplayıp satarak para kazanmaya çalışıyordu.
Elenor işine alışmıştı.bir bayan olarak, yaptığı erkek işi ile övünüyor işinde erkeklerden daha iyi işler yapmaya başlamıştı.
Onun yaptığı işlerdeki temizliği ustalığı yerleştikleri bu küçük balıkçı kasabasında kolayca herkes tarafından benimsenmiş, hiç kimse onun, bu işleri bir kadın olarak yaptığına kızmıyor, aksine ona yardımcı oluyorlardı.
.Eşinin ölümünün üzerinden nerede ise üç ay gibi bir zaman geçmiş, hala kızı hastaneden çıkmamıştı.
Bir hafta sonu kendi elleri ile yaptığı, Rum usulü börekler ile, hastaneye kızını görmeye gitti.
“Kızı hastanenin dışındaki, çiçekler ve yeşillikler içindeki, bahçeli havlusunda bir banka bir arkadaşı ile, beraber oturmuşlar, sohbet ederlerken gördü kızını.
Elenor durdu onlara baktı.Hiç ses çıkarmıyordu. Gördüğü hasta dediği kızı Nadya o gün neşeliydi, gülerek yanındaki kız arkadaşına bir şeyler anlatıyor, arada bir attıkları kahkaha ile, ağaçlardaki ötüşerek daldan dala konan kuşları kıskandırıyorlardı.
.Elenor, onların oradaki neşeli hallerini bozmak istemedi ve onlara görünmeden, yan taraftan dolaşıp, doğru onun doktorlarının odasına gitti ve onlarla kızının durumunu konuştuğu Romanika diliyle, konuşmaya başlarken Nadya’ın doktoru, onu dinliyordu.
-Doktor bey, ben Nadya’n annesiyum,kızım dışarıda yanında bir kız arkadaşı ile banka oturmuşlar, neşe içnde konuşuyorlardı. Onlarun oradaki neşesini ben bozmak istemedum ve doğrucana süze geldum.
-Bizum kızın, durumu nasuldur doktor acaba
-Dedi.
“Doktor Elenor kadına, hastanede yatan kızının, çok iyi olduğunu artık tamamen iyileştiğini, hayati hiçbir tehlikesinin kalmadığını, moralinin ise çok, çok iyi olduğunu anlatıp söyleyerek, o gün öğleden sonra, kızlarını hastaneden taburcu edeceklerini söyledi.”
Habere sevinen Elanor, doktorun odasından çıktı ve koşa, koşa, doğru kızının yanına gitti.
Bu defa yanına gittiği kızı onu görmüştü.Yerinden kalktı ve ona doğru koştu sonra annesine sarıldı.
Öptü, öptü.”
.Sonra Nadya, yeniden yerinde taş kesmiş gibi durdu ve annesinin gözlerinin içine baktı.
-Babam nerede?
Ne diyeceğini bilemeyen, annesi Elanor teyzenin, eli ayağı birbirine karışırken, onun dudaklarından oradaki yerlere birkaç yalan dökülüverdi.
-İşi bu gün, pek çoktu kızım,baban bu gün gelemedi onun yerine ben geldim
-Dedi.
Nadya ikna olmuştu.oturdu arkadaşı ile beraber annesinin kendisine kendi elleri ile yapıp getirdiği Rum böreklerini yerlerken onların neşesine diyecek yoktu.
Nadya çok iyiydi.İştahla, gelen börekleri yerlerken çok az getirmişsin, anne diyordu.
.Annesi evde yeniden yapacağını söyleyerek ona babasının öldüğünü belli etmez iken, içeriden hemşirelerin biri bunların yanlarına geldi ve, Elenor’a birkaç kâğıt imzalatarak, kızlarını artık hastaneden çıkartıp evlerine götürebileceklerini söyledi.
.Nadya sevinç içinde kaldığı odaya koştu eşyalarını topladı bir valize koydu doktoruna ve oradaki görevli olan hemşeriler ile teker, teker vedalaşarak aylardır kaldığı hastaneden iyileşmiş olarak annesi Elanor ile birlikte çıktılar ve bindikleri şehirler arası yolcu taşıyan minibüs ile yaşadıkları balıkçı kasabasına doğru hareket ettiler.
.Yollar virajlı ve korkutucu idi. Çoğu yerlerde, iki araba karşılaşınca yan, yana geçemiyor, karşılaştıklarında biri yoldaki en geniş yerde durup, öbürüne yol verirken öbürü onun yanından, yoldaki uçuruma yuvarlanmamak için daha dikkatli geçmeye çalışıyordu.
Bu minibüsün içinde şekilde bir müddet yol gittikten sonra, onlara yukarılardan aşağıdaki, masmavi görünen ege denizi ve ince kumlu kumsalları yeşil koyları ile sonra görünüşü ile sanki bunlara gülümsemeye başladı.
.Mevsim yazdı, ortalık sıcaktan kavruluyordu, arabanın açık camlarından içeriye giren sıcak kuru hava, alev gibiydi ve arabadaki yolcuların yüzünü alaz gibi yakıp kavuruyordu.
Nadya, camdan dışarıdaki çam ormanlarına dalmış onlara bakarken kendi kendine bir şeyler söyledi. Annesi merak ederek sordu.”
-Bana bir şey mi, söyledun Nadya kızım?
-Anne, bakaymusun dışarıya, buralar dağlar, ormanlar bizum gelduğumuz doğup büyüdüğümüz, Ayvalı’daki gibi, tam yeşil değil, buraların yeşili bir başka, buraların havası daha bir başka.Çok sıcak buralar, çok Anne .
.Dedi.
“ Annesi kızı Nadya ile arabanın içinde konuşurken, mecburi göç edip geldikleri, Ayvalı’ ın yeşilliğini övüyor, serin yaylalarını suyunu, dağlarının havasını övüyor, Doğup büyüdükleri, Anadolu topraklarından olan Kara deniz bölgesini kızına öve, öve bitiremiyordu.”
-Benzemez kızım, benzemez. Buralar var ya buralar gızım, bizum geldiğumuz yerlere hiçbir yeri benzemez.
Buralar sanki, bir cehennem, baksana, esen sıcak rüzgâra, neredeyse bizi yakıp kavuracakmış gibi esiyor.Kurban olsun buralar, bizum geldiğimiz topraklara.
-Bizum gelduğumuz yerlerde hava serin eserdu, sık, sık yağmur yağar, toprak mis gibu kokardı.
-Dedi Elenor, konuştuğu Romanika diliyle.
“Anne kız, konuşa, konuşa giderken,karşılarından tomruk yüklü bir kamyon ile karşılaştılar.
Yol dardı, iki arabanın yan, yana geçmesinin imkânı yoktu. Şoför, arabasını yolun sağına çekti iyice yanaştı.Muavini aşağıya indi öbür arabanın yanlarından kontrol altında geçmesi için, Rumca bağırıyor.
-Ela, ela.
-Eleda, handi, elada handi. diyordu.
.İki araba, kazasız belasız biri birlerine bu şekilde yol vermişler geçmişlerdi.
Nadya dikkatle iki arabanın birbirlerine yol vererek geçmesini camdan bakarak, izledikten sonra, tekrar annesinden tarafa döndü.

.Bizum oralarda’ da böyle yollar vardı, oraların yollarından geçerken, oraların ormanlardan ladin, kayın ağaçlarının, kestane ağaçlarının sonra,çiçekleri üzerinde dökülürken kokan ıhlamur çiçeklerunun kokusu gelirdi.
.Dedi, Romanika diliyle.
“Gerçekten’ de öyleydi. Karadeniz bölgesinin yerini, hiçbir yer tutmaz tutamazdı. Kara deniz bölgesi, yaylaları ile, soğuk suları ile, bin bir çeşit çiçeklerinin bulunduğu geniş otlakları ile, başka hiçbir yerdi.
.Kara deniz bölgesinin yerini, ne Ak deniz bölgesi, ne de ege bölgesi, ne’ de, Yunan adaları veya oraların bölgeleri yerini alabilirdi.
.Elanor ve Nadya, böyle güzellikleri olan yerlerde doğmuş büyümüştü. Böyle yerlerde serpilmiş, uzaklarda bıraktığı sevgilisi, Ali’in kendi deyimi ile, böyle yerlerde güzeller güzeli bir genç kız olmuştu.
.Yunanistan’da mübadele sonunda bunların mecburi iskân edildikleri yer, küçük balıkçı kasabasının ne ormanları oralardakine benziyordu , ne’ de dağlarından, pınarlarından, dağlarının derelerinden akan suları, oralarınkine benziyordu. Ormanları farklıydı.Suları sıcaktı, havası sıcaktı, rüzgârlar eserken alev saçar gibi esiyordu.”

NADYA
19

. Ayvalı köyünden, eski muhtar, Hacı Hasan efendi ve onun oğlu, Ali’in ölümünden sonra köylerine muhtar olan Mustafa,köylerine yaptığı değişik hizmetler ile, kendisini köylüye sevdirmişti.
.Bir ilk okul mezunu olarak, kendi köyünde ve halkının içinde, yapabileceğinin en güzellerini yapıyordu.
.Okumayı seviyor, köydeki bütün çocukların kız erkek ayrımı yapılmadan, okula gitmelerini onların okumalarını adam olmalarını istiyordu.
.Askerde iken, okumuşların yaşantısını görmüş köyünün çocukların’ da okuyup, bir gün onlar gibi subay, mühendis olarak, vatana millete hizmet etsinler istiyordu.
.Biraz’da bu yüzden köydeki okul ile ilgilenmiş, okula ek binalar yaptırmış içine çocuklar için ne gerekirse bulup buluşturup koydurmuştu.
.Kendinin yeteri kadar okutulmadığından dertleniyor, Rahmetli babası mutsuzluktan verem olan Nadya’ın hasreti ile yanan tutuşan ve sonra onun aşkı için hasta olan, Ali’ ye bu yüzden biraz sitemli davranıyordu.
.Aslında onun, her bir şeyleri vardı. Mal, mülk, para, ondaydı. Köyünden en çok zenginlik ondaydı.
.Fakat, köyünde halkın isteği üzerine muhtarlık yapan muhtar Mustafa’yı, bunlar asla mutlu etmeye yetmiyordu.Kendinin, okuyup yeterince yüksek okullarda okumamış olmasına kızıyor, otuzlu yaşlarında olmasına rağmen, kasabadan gittiğinde sık, sık çeşit, çeşit kitaplar alıyor, aldığı kitapları okuyordu.,Böylelikle kendini daha iyi, daha bilgili, yetiştirmeye çalışıyordu.
.Ondaki bu okuma azmi, onu her gün biraz daha fazla bilgili yapıyor, Köyünün gençlerine kendi yaptıkları ile örnek bir kişi oluyordu.
.Köyünde bir okuma odası yaptırmıştı. Odanın içini kendinin her gidişinde, kasabadan satın aldığı ve sağdan soldan gelen, yardım kitapları ile doldurmuştu.
.Köyünde, müzikali en iyi bilenlerden folklor ekipleri kurdurtmuştu. Öğretmenlik yapmak isteyen, horon bilen,iyi tulum çalan, halk danslarını bilen, kemençe çalan gençlerden, köyünden isteyen gençlere, dersler verdirerek, bunları köyünün istekli, becerikli yetenekli gençlerine öğretmenlik yapmalarını istemişti
.Ayvalı Köyünde sanki, bir müzik öğretim okulu açılmıştı. Ali oğlu Muhtar, Mustafa bey, köyünün geçmişinden beridir köyünde süre gelmiş, geleneklerini, gelecekteki yeni yetişen nesillere aktarılması için, elinden ne gerekiyorsa yapıyordu.
.Gençlere verilen derslerin içinde, köylerinden başka yerlere göç edip giden, Rumların gelenekleri kültürleri de dâhil edilmişti.
.Bir zamanlar Rum Türk beraber yaşadıklarından, aynı düğünlerde aynı müzikler eşliğinde beraber oynadıklarından çok az farklılıklar olmuş olsa’ da. Birlikte uzun yıllar yaşamış olduklarından, Kültür benzerlikleri olduğu için, Rum’ların kültürleri’ de,ve onların Romanika dilindeki konuşmaları’ da köylerinde devam ettirilmesine karar alınmıştı.
.Müzik okulunun adına Nadya müzik oklu denmişti.Mustafa babasının isteği üzerine sevdiği halde, kavuşamadığı sevgilisinin adı olsun istemişti.
.Bütün köy halkı, köyün genci yaşlısı henüz Nadya’ın ismini unutmamış,onun güzel sesiyle söylediği Romanika dilindeki şarkıları hala dillerde kemençe eşliğinde söylenen şarkılardı.
.Kime sorsan, bu şarkıyı Rum kızı Nadya gibi kimseler ondan daha güzel okuyamaz derlerdi.
.Onun sesi bir başkaydı.Hele bir söylesin, söylerken insanların yüreğini yerinden hoplatırdı.Kimse kalkıp, oyun oynamadan, erkek kız fark etmeden, kol kola kalkıp horon tepmeden, yerinde asla oturamazdı.
.Kime sorsan, Nadya bir başkaydı derlerdi.

NADYA
20

.Elanor ve Nadya evlerinin bulunduğu, küçük balıkçı kasabasına doğru etrafı seyrede, seyrede ve aralarında Romanika dilinde konuşa, konuşa giderlerken, evlerinin balıkçı kasabası görünmeye başlamıştı.
.Yollarının yakında biteceğini anlayan, Elanor düşünüyor, evlerine vardıklarında, deniz kazasında ölen kocası Poyraz’ın, öldüğünü söylemediği, hastaneden yeni çıkardığı kızı, Nadya’ya nasıl açıklayacağını düşünüyordu.
.Verem tedavisi görmüş olan, doktorlarının bu iyi oldu, hastaneden çıkarabiliriz dediği Nadya’ın hastalığının yeniden nüksedebileceğini düşünürdu.
Kızının, babasının talihsiz bir deniz kazasında öldüğünü duyunca, üzüleceğini,ağlayacağını yeniden yemeden içmeden kesileceğini bu durumun da ruh ve beden sağlığına zarar vereceğini düşünüyordu.
.Düşünmede Nadya’ın olan Elanor, çok haklıydı. Çünkü doktorları, Nadya hastaneden taburcu edip, çıkarırlarken Elanor’ un kendisine, Nadya’ın,bundan sonraki hayatında kesinlikle, üzüntülerden uzak durması gerektiğine, iyi yemesine içmesine dair, yapılması gerekli olanlar hakkında çeşitli bilgileri vermişler, annesi Elanor’ u, bu konuda uyarmışlardı.
.İşte bu yüzden Elanor düşünüyor, bazen yanında oturan kızının, kendisine sorduklarını bile, duymuyordu.
“Nadya, annesine döndü yüzüne baktı.”
-Hey anne, sen benum sana dediklerimi dinlemeysun her halde,neyun var senun.
-Hiç kuzum bir şeyum yok, dün gece doğru dürüst uyuyamadın da, biraz ondan olsa gerektur.
.Dedi ve kızına yalan söyledi sonra, yolculara doğru bakarak, tekrar düşünmeye başladı.
“Fakat Elenor teyze, Kızı Nadya ile her ne kadar kaçak konuşmuş olsa da,gerçeği saklamak ve bir zaman sonra, gerçeği yanındaki kızına söylemek mecburiyetinde kalacağından korkuyordu.
.Gerçekleri, doğruları bilmesi gerekenlerden saklamak, bazen insanları sıkıntıya sokmaktan başka bir şey değildi. Elbet bir gün gelir, saklanan gerçekler gün yüzüne birdenbire ortaya çıkar, sonra gerçekler, insanların yanlış yaptıklarını yüzlerine bir koca şamar gibi vurur dersini verirdi.
.Elanor bu gerçeği,Nadya hastanede iken, onun doktorlarının yanında söylemeliydi.Öyle söyleseydi, olacaklar hastanede olur, birkaç gün daha Nadya gerçeği öğrenmiş kendine gelinceye kadar hastanede kalabilirdi.
.Elenor hata yapmıştı.kaldıkları küçük balıkçı kasabasında yalnızdı ve fazla bir dostları yoktu kızının başına bir iş gelse kimse ona yardım edemezdi.
.Bunları düşüne, düşüne gittikleri yaşadıkları balıkçı kasabasında, arabadan inerek, birkaç yüz metre uzaktaki bahçe içindeki beyaz badanalı evlerine, Nadya olaylardan habersiz, elinde valizi neşe içinde eve varmışlardı.
Onları gittikleri evlerinde, bir sessizlik karşılıyordu.Kasabayı saran sıcak güneşli hava, ortalığı yakıp kavuruyor, ağaçlardaki her zaman neşe ile uçuşan kuşlar bile, ötecek halde değillerdi. Her birisi bir gölge yer bulmuş, sessizliğine bürünmüşlerdi.
.Nadya babasını merak etmeye başlamıştı, en azından babası Kasabanın terminalinde kendilerini bekler olması lazım olacağını düşünüyordu.
Hâlbuki ne arabadan indikleri, balıkçı kasabasının terminalinde, kendileri karşılanmıştı ne’ de gittikleri, evlerinde onları karşılayan biri vardı.
.Nadya soramadan duramadı”
-Babam nerede anne, bu neden karşulamadı?
“Elanor, biraz şaşkın biraz da üzüntülü kekeleyerek kızına cevap vermeye çalıştı.
-Bunu seninle konuşacağız, hele sen geç biraz dinlen baban ile ilgili bilmeduğun konular var onu senin yorgunluğun geçsin senunla konuşacağım gızım
.Diyerek, kızının sakin olmasını istedi.
-Nadya’ı bir korku almıştı fakat, babasının ölmüş olabileceğini hiç düşünmüyordu.Sadece annesi ile kavga etmiş olabileceğini düşünüyor bu yüzden babasının evi terk etmiş olabileceği aklına geliyordu.
Öyle düşünüyordu çünkü, Nadya’ın bildiğine göre babası eskiden çok içki içen biriydi ve çoğu zaman içki içince önüne gelenle kavga eden biri olarak bilirdi.
.Yalınız, Anadolu’dan döndükten sonra onun değişmiş olduğunu, içkiyi bıraktığını zaman, zaman kiliseye bile giderek günah çıkarrtığını’ da biliyordu.
.İçinde değişik kuşkular oluşmaya başlarken annesine yeniden babasını sordu.
“Aranızda neler oldu anne, benim bilmediğim seninse bana anlatmak istediğin nedur, beni daha fazla korkutma’ da haydi şunu söyle, demeye başladı.
Annesi Elanor kızının başını elleri ile göğüslerine yasladı, onun uzun siyah saçlarını ufak, ufak sevecen bir şekilde okşayarak, onunla karşılıklı yavaş bir ses edası ile, konuşarak, onu yerinde heyecanlandırmadan, ona gerçekleri birer, birer anlattı.”
Nadya, birden ağlamaya başladı.Hıçkıra, hıçkıra iç çeke, çeke ağlıyor onun iri zeytin karası gözlerinden yağmur gibi yaşlar dökülüyordu.
.Annesi onu teskin etmeye çalışıyor, bu durumun Allah’ın bir takdiri olduğunu ömrünün sonunun böyle olacağını takdir etmiş olduğuna Nadya’yı ikna etmeye çalışırken kapı çalındı.
.Elenor geleni merak etmiş, kalktı kapıya baktı.Gelenler kendileri gibi Türkiye’den gelip buraya onlar gibi yerleştirilen iskân ettirilen,arkadaşlarından Alina ismindeki kadındı.
Alina arkadaşı, Elanor’ u merak etmiş, evinden onu yoklamaya hal hatırını sormaya gelmişti.
İçeri girince salonda oturmuş ağlayan kızı Nadya’yı gördü. Heyecan içinde ona doğru giderek onunla konuşmaya çalıştı.
-Hoş geldun, Nadya kızım, hoş geldun, neden ağlıyorsun, yapma böle gızım yapma, senun ağlaman sonra Allah’ın gücüne gider, Bu dünya’ya, sen, ben, herkes, ondan geldi ona sonunda yine gidecekler,Baban’ da böyle oldu yavrum, ağlama yavrum sil şu gözünün yaşlarını bakıyım diyerek ona cebinden çıkardığı mendili uzattı..
.Alina hanımın Elenor hanımın evine gelmesi iyi olmuştu. Alina hanımın kendi bir taraftan, arkadaşı Nadya’ın annesi Elanor hanım, öbür taraftan Nadya ile, birlikte konuşarak, onu teskin etmeye çalışmışlar ve sonunda onlar bunu başarabilmişlerdi.
.Nadya, biraz öncesine nazaran, şimdi daha iyiydi. Balık avlarlarken, deniz kazasında ölen, çok sevdiği Poyraz babasının, kaza sonucu ölümünü bir şekilde kabullenmiş gibi görünüyordu.
Aynı gün, öğleden sonra olmuş, hava sabahkine nazaran, güneşin dağların arkasına çekilmeye başlaması ile,kısmen biraz daha fazla serinlemeye başlamıştı.
.Annesi Elanor ve Nadya, bir yerlerden aldıkları, ellerinde birer çiçek buketi, evden ayrılıp yanlarında gelen Alina hanım ile beraber, üçü birden, doğruca babasının henüz taze olan, taşları yapılmamış mezarına gittiler.
Çiçekleri toprak yığını halindeki taze mezarının üzerine birer, birer dağınık bir şekilde bırakıp koyduktan sonra, ellerini kaldırıp babaları için dua ettiler.

.
.


NADYA
21

.Alina hanım, Her ne kadar Nadya’ın annesi, Elanor hanımın samimi görünen bir arkadaşı olsa’da, onun sık, sık Elanor hanımın, evine sık, sık gelip gitmesinin amacı başkaydı.
.Alina bu balıkçı kasabasına yerleştiklerinden beri, Elanor hanımın kızı, Nadya’da gözü vardı.
.Şimdiye kadar o, gerçek niyetinin ne olduğunu, Nadya henüz hastanede yatar durumda olduğu için, Nadya hastanede, ne olur ne olmaz bakarsın iyileşmez diyerek, arkadaşı Elanor hanıma hiçbir şey söylememişti amma, şimdi gördüğüne göre, Elanor hanımın kızı Nadya tekrar eski sağlığına kavuşmuş, morali bir haylı düzgün biri olarak neşesi yerine gelmişti.
Nadya, eski neşesine kavuşmuş sağlığı yerinde, bir kız olmuş olarak hastaneden taburcu olduğunu görünce, Alina içindeki düşünceleri Elanor hanıma artık söylemekte bir sakınca görmüyordu.
.Mezarlık dönüşünün ertesi günü, Alina evlerinde kendi elleri ile yaptığı tere yağlı Rum börekleri ile,Nadya’ın, evde olduğu bir zamanda,Elanor hanımın yanına gelmiş,kapıyı kendisine açan, Elanor ile kapıda konuşuyorlardı.
.Elanor hanım, Nadya’ın durumunu merak ettim Nadya için kendi ellerimle yaptuğum böreklerden geturdum, çay ile beraber yersunuz diye.Nadya nasıl içerude’ mi bir halini haturunu soruversem.
-Diyerek Romanika dili ile konuşurlarken, onu kapıda bırakmak istemeyen, Elanor hanım onu içeriye davet etti.
-İçeriye girsene Alina hanum, gir de Nadya’soracaklarını gendun sor da.Kapı ağzında ne duruysun haydi gel uçarı da, sen yanacu musun sanki.
“ Dedi ve arkadaşı Alina hanımı kolundan tutarak evlerinin salonunda, kahvaltı yapmaya hazırlanan Nadya’ın yanına götürdü”
-Nadya kızım, bak, Alina teyzen sana, seni seversin diye, kendi yaptığı tereyağlı Rum böreklerden getirmiş.
-Severum da, hiç sevmez olur’ muyum , bimez’musun benim sevdiğumu, çoktandır yememiştim, hastanede böyle börek falan vermiyorlardı. getur, getur anne, getur çayımız’ da var, hep beraber oturur yeruz da.
“Sonra Nadya, evlerine gelen annesinin arkadaşı Alina hanıma döndü ve onunla konuşmaya başladı.
-Hoş geldun, Alina teyze, nasulsun, iyi’musun. Gel beraber yiyelum.
“Diyerek yerinden kalktı, ellerinden öptü onu kolundan yemek masasına doğru çekerek götürdü ve masanın en başındaki sandalyede yer göstererek oturttu.
.Hiçbir şeyden haberi olmayan Nadya ve annesi, masada kahvaltı yapmışlar yemişler içmişler kahvaltı faslı bitince, Nadya kahvaltının üzerine, kahve ikram etmek üzere, mutfağa gitmişti.
Nadya mutfakta kahveleri yaparken, Alina hanım konuyu, kendisine samimi gördüğü balıkçı kasabasına yerleştiklerinden sonra, aynı kaderleri paylaşan, bir arkadaş olarak bildiği Elanor hanıma açtı.
-Elanor hanumcuğum, Nadya mutfaktan dönmeden sana, bir şeyler diyeceğum amma bana kızmayacaksun.
-De bakuyum Alina hanum, beni meraklandırmadan ne diyeceksun de bakalum.
-Şey, Elenor hanım biliysun benim bekâr bir oğlum var, uygun görürsenuz konuşup Nadya kızımı ona sizden istemek isteyrum.
-Dedi.
“Elanor hanım, onun böyle bir şey isteyeceğini hiç tahmin etmemişti. Onun konuşması onu şaşırttı.Cevap vermeden önce biraz düşünde sonra cevap verdi”
-Bilmem kı, Alina hanum, Nadya ne der.Bilorsun, Nadya hastaneden yenu çıktu, böle mevzuları şimdi onunla konuşursa bakarsun yine hastalanır bunları daha sonra konuşsak daha iyi olur sanurum.
.Deiyerek, Nadya’ın annesi Elanor hanım konuyu kapatırken, uzaktan ellerinde yaptığı kahveler ile Nadya bunların yanlarına geldi.
-Ben yokken ne kaynatuysunuz bakalum.
“Dedi ve getirdiği kahvelerin birini annesine birini annesinin arkadaşı olan,Alina hanıma birini de kendi masasına koyarak, kahveleri içmeye başladılar.
.Nadya’ın verdiği kahvelerin yanında Türk lokumu da vardı.Onlar kahvelerini yanındaki Türk lokumu ile içerlerken, bu konudan hiç konuşmuyorlardı.
Sanki bunlar, kız isteme ağız yoklamak konusu hiç olmamış gibi davranarak, kendi aralarında başka konulara giriyorlar, havadan sudan bahsediyorlar, balıkçı kasabasındaki çarşı Pazar işlerinden konuşuyorlardı.
Kahveler içilmiş bitince, Alina gitmek üzere ayağa kalktı ve kapıya doğru yönelirken, Agız yoklaması yaptığı hastaneden yeni çıkan ,Nadya’ya, teşeşekkür ediyordu.
-Teşekkür ederim kızım Nadya, kahveler çok güzeldü ellerüne sağlık gızım.
-Diyerek kapıya varırken, annesi Elanor da yerinden kalkmış onu kapıdan uğurlamak üzere kapıya gelmişti.Döndü, yanındaki Elanor hanıma, Nadya’nın duyamayacağı bir şekilde, şöyle dedi.
-Deduklerimi unutma Elanor hanım, sen bunu bir düşün ve bana kararını ver, olur mu?
-Tamam, Alina hanum, tamam hele biraz vakit geçsun babasının ölümünün üzerinden, biraz daha zaman geçsun bu konuyu senunla konuşuruz.
“Diyerek, Alina hanımı, evin açılan dış kapısından yolcu edip, evine gönderdi ve kızı Nadya’ın yanına döndü.
.Nadya, onların kapı önündeki, fısıltılı konuşmalarını uzaktan biraz duymuştu amma, onların aralarında ne konuştuklarını anlayamamıştı. .Annesi yanına dönünce, konuştuklarını merak edip sordu.
-Kapıda, Alina teyze ile ne konuşuyordunuz anne!
“Elanor şaşkındı Konuştukları gerçeği, ondan saklamak istiyordu.
.Çünkü Nadya, hastaneden daha yeni taburcu olmuş çıkmıştı., Doktorlarının çıkışta, kendilerine dediğine göre Nadya’ın bundan sonraki hayatında, üzülecek konulardan, uzak tutulması gerekiyordu.Annesi Elanor hanım, bunu bildiği için gerçeği ona, henüz söylemek istemiyordu amma, Nadya konuşulanların ne olduğunu çok merak ettiğinden, konuyu annesinden öğrenmekte ısrar ediyordu.
.Annesi ne düşündü bilinmez, birden konuştuklarını kızı Nadya’ya söyleyiverdi.Aralarında Nadya mutfakta kahve yaparken arkadaşı ile konuştukları konuyu, eksiksiz kızına anlattı.
.Nadya kızmıştı. Babasının ölümünün üstünden fazla bir zaman geçmemiş, daha doğru dürüst kırkı bile çıkmamış kadının kendisi için, ne düşündüğüne kızıyordu.
Annesine döndü ona biraz kızgın biraz’da sitemli bir şekilde ikaz ederek onunla konuştu.
-Anne, anne sen ne yapıyorsun, daha babam yeni ölmüş, nerde ise kırkı bile doğru dürüst çıkmamışken, böle bir konuşmayı siz, nasul yaparsunuz?
-Anne, hem sen biliysun,ben buralara gelmeden önce, Ayvalı köyünde, Ali’ye söz verdim. Ben ondan başkası ile evlenemem. Ölünceye kadar yalınız yaşar, bekâr kalurum yine kimseyle evlenmem. Bunu sen de çok iyi, biliuysun bunu senunla, daha önce’de konuşmuştuk.
-Dedi.
“Dedi ve Nadya bu konunun evlerinde, bir daha hiçbir zaman açılmamasını annesinden istedi.
.Annesi,kızının durumunu bildiğinden, onu üzülmesin ve durumu iyileşmişken, yeniden hastalanmasın diye, ona yemin sözü vererek, bu konuyu evlerinde veya başka yerlerde bir daha açılmamak üzere kapattı.”
.Bu konuşmanın arkasından, gelen ilerdeki günlerde Nadya, annesine yardım ederek, yeni aldıkları zeytinliği daha’ da genişletip,kasabada kendilerine bir zeytin yağı imalatı atölyesi açarak, onlar işlerinde el ele verip kadın, kadına çalıştıkları işlerini geliştirdiler büyüttüler.
.Her geçen gün daha iyiye giden işlerindeki başarılı çalışmaları ile, hem kasaba halkına örnek oldular hem de kendileri zenginleştiler.
Günlerden bir gün, çevredeki üzüm bağlarından biri satılığa çıkarılmıştı, bankalardan aldıkları kredi ile, bu bahçeyi de satın alarak, zeytinciliğin yanında bağcılık işlerine de başladılar.
.Şansları iyi gidiyordu, satın aldıkları bağlarda, üzümler zeytin ağaçlarında ise, zeytinler her yıl yüksek miktarda ürün verirken, bunlar bir’ de, zeytin yağı çıkarma atölyesinin yanında, şarap atölyesi açtılar.
En güzel üzümlerden en güzel şarapları yaptılar bunları şarap fıçılarına doldurarak kendilerine ait olan mahzende, şarapları mahzende yıllandırıp, olgunlaştırıp ihracatını bile, yapmaya başlamışlardı.
Kadın kadına kurdukları zeytincilik ve şarapçılık şirketinde, yüzlerce insana iş verdiler, çalıştırdılar yeni bahçeler aldılar.
Onlar bir haylı zenginleşince, kendi aralarında konuşup, yıllardan bir gün kendi aralarında yaptıkları konuşma ile, karar vererek, Türkiye’ye gidip Karadeniz bölgesinde dolaşıp gezip, eski yurtlarını Ayvalıdaki yerlerini, yerlerinde kimlerin oturur olduğunu bilmek, terk etmek göç etmek mecburiyetinde kaldıkları, eski yerlerinde, köylerindeki doğup büyüdükleri yerlerdeki eski dostlarını görmek, onların nasıl olduklarını yerinde görüp sormak istediler.
Yıllarca, için, için kendilerini yakıp kavuran, Anadolu’ un, Karadeniz bölgesinin yüksek alplerinde dumanlar içindeki ormanlık dağlık yerler içinde yer alan, doğup büyüdükleri, arkadaşları ile, çocukluk günlerini sonra, gençlik günlerini yaşadıkları onlara göre, gerçek vatanları olarak düşündükleri kendi düşüncelerine göre, burası bizim vatanımız dedikleri, yerlere duydukları dayanılmaz hasretlerini yerinde görerek, gidermek istediler
.Özeklikle, Nadya bunu çok istiyordu..
Nadya, doğup büyüdüğü toprakları, gençliğinde birlikte horon oynadığı, köy arkadaşlarını sonra o benim köyüm dediği, köyünde Türkler ile beraber okuduğu; ilk okul, arkadaşlarını çok özlüyordu.
.Bir de o, evlenmemek için karşılıklı söz verdikleri sevgilisi olan, yıllarca beraber sevgili olarak yaşadığı fakat kaderlerinin onları, Trabzon limanında ayırdığı Ayvalı köyünün muhtarı, Hacı Hasan efendinin, biricik oğlu olan köyünün yakışıklısı,kızların kıskandığı gördüklerinde imrendikleri, sevgilisi Ali’sini çok merak ediyordu.

15 yıl, sonra.


“Nadya ailesi ile Türkiye’den gelip, Yunanistan’ a bulunan, küçük balıkçı kasabasına yerleşeli tamı tamına on beş yıl olmuştu.
Yerleştikleri deniz kenarındaki, bu küçük balıkçı kasabasının havası hastalığına iyi gelmiş, Tedavi olmak üzere yattığı, Verem Hastanesinden çıktıktan sonra, daha’ da iyileşmiş, eski sağlığına kavuşmuş artık onun hiçbir şeyi kalmamıştı.
Tıpkı, Ayvalı köyünde olduğu gibi neşeli, şen şakrak güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş biriydi.
Babası, Poyraz ustanın balık avlamak için açıldıkları denizde geçirdikleri kaza sonucunda ölümünden sonra, başlangıçta onun için zor günler yaşanmış olsa’da babasının yokluğuna alışmış annesi, Elanor hanıma destek olmuş, onunla beraber giriştikleri bağcılık, şarapçılık ve zeytinyağı gibi, ticaret işlerde anne kız iki kadın girişimci olarak, birçok ödüle, layık görülmüşler bayan girişimciler birçok, ödül almışlardı.
.Nadya’ın bulunduğu kasabada ve onun etrafında dolaşan, pek çok zengin kişiler dolaşmaktaydı ve, onunla tanışıp, evlilik yapmak isteyen bir şok genç vardı.
Nadya bulunduğu kasabada yaşadığı yerin, nerede ise en zenginlerinden biri olmuştu. Bir giydiğini, bir daha giymeyen sosyete kadınları gibiydi.
Eğlencelerden geri kalmıyor, gece kulüplerine gidiyor bazen şakı söylüyor bazen dans ediyor eğlence mekânlarında aranan bir müşteri haline gelmişti.
Nadya yine’de mutlu değildi.Çünkü hala gençliğinde sevdiği, gençliğinde onula beraber olduğu, Ayvalı köyü muhtarı Hacı Hasan efendinin biricik oğlu olan yakışıklığında üstüne kimsenin olmadı sevgilisi Ali’sini bir türlü, unutamamıştı.
.Onu ne, kendi annesinin arkadaşı olan,Alina teyzenin kuyumcu olduğu söylenen, oğlu ilgilendiriyordu ne’ de onu, çapkınca etrafında dolaşan kendisine kur yapan, kasabanın gençleri ilgilendiriyordu.
.Nadya kalbini,Yunanistan’ daki bu küçük kasabaya, göç edip gelmeden önce, Kara deniz’in hırçın dalgalarına bırakıp gelmişti.
Onun ege denizinin kenarındaki bu küçük balıkçı kasabasındakilere verecek kalbi yoktu.
Tek özlediği yer, onun doğup büyüdüğü topraklar ve oraların havası suyu ile vazgeçilmez olan yaylalarıydı.
.Gidip görmek istiyordu.
.Doğup büyüdüğü, çocukluğunu ve gençliğini geçirdiği yerleri, ölmeden önce son bir daha görmek istiyordu.
Annesi Elanor hanım’da, ondan geri kalır değildi en az kızı kadar doğup büyüdüğü birçok Türk arkadaşlarının bulunduğu, okuduğu ilk okulunu merak ediyor Rahmetli eşi Poyraz ile yaşadığı evini, bahçesini ve hatta kendi iş yerlerini merak ediyordu.
. Ne derler, “Bülbülü altın kafese koymuşlar yine bülbül ah vatanım demiş”
.Elanor ve Nadya’ da tıpkı böyleydi. Burada zengin olmalarına rağmen, yaptıkları işler ile bir kadın girişimci olarak bu küçük balıkçı kabasının önde gelen iş kadınlarından ve hiçbir eksiklikleri olmamasına rağmen onları mutlu etmiş olan tek yer vardı, orası’ da Kara deniz bölgesinin alplerindeki cennet köşesi Ayvalı köyü idi.
.Gurbet nerede olursa olsun yine de gurbettir. Hele insanlar, yaşlanmaya başladılar’ mı, isterlerse son yaşadıkları yerler, cennet gibi olsun, evleri saraydan olsun yine ‘de onları, son yaşadıkları ekmeklerini kazandıkları yerler, mutlu etmeye biliyor.
.Onun için insanlar, bayram günlerinde tatil günlerinde, koşa, koşa memleketlerine gidiyorlar ve oralarda dolaşıp özlemlerini giderdikten sonra, tekrar ekmeklerini kazandıkları yerlere geri dönüyorlar.
.Hiç kimse, ölmeden önce, doğup büyüdüğü topraklardan kopamaz, çünkü o topraklarda yaşanmış anıları vardır. Gözlerinin önünde canlanan, yürekleri burkan iyi kötü geçmiş günleri vardır.
.Yaşlılar, bir hastalıklarında anlarlar, yaşadıkları geçmişinin kıymetini, bir de, ölürken gelir gözlerinin önüne, yaşanmış yılları iyi kötü günleri. Asla içlerini kavuran yakan, bu özlemleri, ölmeden onlar günü gelip mezara girmeden bitmezdir.
.Hele bir’ de, ölen kendi atalarının, mezarları hala oralarda bir yerlerde ise, onları ziyaret edememek yakar onların canlarını.
.Mezar ziyaretleri bir gelenektir. İnsanların kendi sonlarının, nasıl olacağını gösteren ibretlik yerlerdir.
.Bu gibi yerleri ziyaret etmeyi alışkanlık haline getirmiş kişiler, dünya malının boş olduğunu kimselerin zenginliğini varlığını girdikleri iki metrelik, çukur bir mezarın içine koyamadıklarını görürler.
Bu ziyaret onları, hırstan kötülükten ve haram kazançlardan uzak tutar,Daha ılımlı, daha hoş görülü küslük nedir bilmeyen, aklı fikri şu gelip geçici dünyada arkasında bir eser bırakma alışkanlığı verir.
Aklı olan, daha dünyada yaşarken, kendini ölünce geride kalanların anacakları iyiliklerini yapar, yaşarken fakirin fukaranın yanında olur, kimsenin kalbini kırmaz, kimsenin canını yakmazdır.
Nihayet, Nadya ve annesi Elanor, gerekli izinleri ve pasaportlarını almışlar, doğup büyüdükleri toprakları son bir defa daha gidip görmek için hazırdılar.
Onlar Atina şehir limanından bindikleri gemi ile önce İstanbul’a geldiler, burada yaşamışlardı amma bu şehirde yaşamış olan akrabaları olduklarını biliyorlardı.
Akrabalarından kimileri, İstanbul dışına çıkmamak için, Müslümanlığı seçip orada kalmıştı kimi de devletin izni ile hala, Büyük adada, Ortadoks kilisesine bağlı olarak yaşıyorlardı.
Kimi kuyumculuk yapıyordu,kimi başka ticaret işleri ile uğraşıyorlardı.
Birkaç haftalık bir zamanı, İstanbul’ u gezmekle geçiren Nadya ve annesi bu şehrin güzelliğine bayılmış, bu güne kadar neden bu güzel şehri gelip görmediklerine yanıyorlar, kendi kendilerine kızıyorlardı.
Hâlbuki onlar Ayvalı köyünde yaşarlarken buraları ne gelip görecek gezecek maddi durumları vardı ne de göç edip gelme imkânları vardı.
Gerçi İstanbul’un methini çok duymuşları hatta, Nadya sevgilisine kaçır beni buralardan kimsenin bizi bulamayacağı yerlere gidelim derken buraları kastederek söylemişti amma, isteği yerine gelmeden ayrılmak mecburiyetinde kalmışlardı.
Nadya ve annesi yine bindikleri gemi ile Trabzon’a doğru yola çıkmışlardı.
Bindikleri yolcu gemisi, her uğradığı limanda birkaç saat, bazen ise, bir iki gün duruyor, limandan ihtiyaçlarını giderirlerken, gemiden yeni yolcular iniyor onların yerlerine yeni yolcular biniyordu.
Mevsim son bahardı. ve Trabzon limanına doğru yol alan gemi, denizdeki dalgaların arasında ilerlerlerken, bir inip bir kalkıyor, gemideki insanların yolcuların içini dışına getiriyordu.
Kaptan her ihtimali düşünerek, kıyıya yakın gidiyor geminin alabora olması durumunda alınacak tedbirleri gemi personeline söylüyor, yolcuları her an gemiyi terk edecekmiş gibi hazırlıklı tutuyordu.
Çünkü denizde, çok fazla dalga vardı ve her an gemi dalgaların büyüklüğünden batabilirdi.Gemi, onu idare eden kaptanın ve yardımcısının ustalığı sayesinde, Sinop limanına ulaşmıştı.
Nadya ve annesi Elanor gemi limanda kaldığı zaman içinde kendileri gibi diğer yolcular ile beraber gündüzleri şehrin görülecek yerlerini gezerlerken akşam olunca yine gemiye çıkıyorlar geceyi gemide geçiriyorlardı.
.Ay ışığına karşı, güvertede oturuyorlar, viski şarap içiyorlar ve geminin içinde, Kara deniz yöresine mahsus, olan, kemençe tulum eşliğindeki söylenen, Kara deniz halkına mahsus olan, kıvrak, oyun havalarını ve onların insanı yerinde durduramayan, müziklerini dinliyorlardı.
.Bazen söylenen kıvrak Karadeniz müziğinden, aşka gelen yolcular yerinden kalkıyorlar, geminin güvertesinde topluca horon oynamaya başlıyorlardı.
.Onlara Nadya ve onun yanında onunla beraber seyahat eden annesi, Elanor hanım’ da eşlik ediyor, gece boyu geminin içinde topluca eğlenip gezintinin ve eğlencenin tadını çıkarıyorlardı.”
.Gece denizde şiddetli bir fırtına vardı.fırtınanın sesi gemiden duyuluyordu. Dalgalar nerede ise, geminin sığındığı limanı bile dağıtacak gibiydi.
.Elanor’ u bir türlü uyku tutmuyor, kamerasındaki yatağının içinde bir sağa bir sola dönüp duruyordu.
.Aklında fırtınalı havada, Ege denizi açıklarında batan, balıkçı teknesindeki ölen eşi Poyraz vardı.
Onu düşünüyor, Kara deniz açıklarında balığa çıkmış olan balıkçıların karşılaşacağı sorunlar aklına gelmişti ve kendi kendine içinden, içinden mırıldanıyordu.
-Bre Poyraz, yüzme bilmuysun sen balukçu bilen değilsun, senun ne işin var idi balık avlamaya gittun balığa,
“Diye kendi kendine konuşuyor,dışarıdaki denizde oluşan dalgaların sesi duyuldukça, balıkçı teknesinde ölen eşi, Poyraz’ ın ölümünü aklına getiriyordu.
Bir ara, aynı kamarada kaldıkları, yatağında uyur halde olan kızı, Nadya’da uyandı ve annesine baktı. Annesi uyanmış, yatağının içinde oturmuş düşünüyordu, onu gördü..
-Anne, neden uyumoysun, bir şey mi oldu?
-Diyerek annesi ile konuşmaya başladı.
-Yok, gızım yok, dışarıdaki dalgalardan uyuyamadım sen bana bakma, sen uyu dedi kızına.
“Nadya’ın da uykusu kaçmıştı, denizin sesini dinledi.Dalga sesleri onu da rahatsız etmişti.Kalktı yatağının, üzerine o da oturdu ve annesi ile konuşmaya devam etti.
Ana, kız, karşılıklı kamaralarındaki yataklarının üzerinde oturmuş, konuşurlarken dışarıda gök yüzü ağarmaya başlamıştı. Neredeyse sabah olmuştu.
.Hala kulakları sağır edercesine kıyılarına vuran dalgaların sesleri geliyordu.
Elenor yerinden kalktı geminin güvertesine çıktı.Güvertede hala gecenin ışıkları yanıyordu.
Etrafına bakındı, Ne Sinop görünüyordu ne de Kara deniz’in yamaçlarında, görünmesi gereken, yeşil kıyıları ormanları ve dağları görünüyordu.
Görebildiği her taraflar, simsiyah kara bulutların altındaydı.Bulutlar, fırtınaların önünde savrulup duruyor, içindeki yağmurları bardaktan boşanırcasına, yer yüzüne döküyordu.
Eyvah dedi içinden.
-Böle olursa, biz bu gün yine buradayyuz, bu havada bu gemu ile, yolculuk yapılmaz diye konuşuyordu kendi kendine.
“Dedikleri doğruydu.Geminin bu fırtınalı havada, denizin açıklarında,yola çıkması, Kara denizin hırçın dalgaları arasında gideceği yere varması imkânsızdı.
Beklemeleri gerekiyordu. Fırtınanın dinmesi gerekiyordu.Kaptan ve onun yardımcısı’ da, bu konuda aynı düşüncede olduklarından, Sinop limanında bir gün fazladan kalmışlardı.
Nadya ve annesi durumdan memnundu.Onların içinde, Karadeniz kıyılarının, Karadeniz bölgesinin bardaktan boşanırcasına siyah bulutlarından boşanan, yağan, yağmurlarının hasreti vardı.
Onlar bunu özlüyordu, geldikleri ege kıyısındaki, küçük balıkçı kasabası onlar için cehennemden farksız bir yerdi.Bunlar Karadeniz iklimini yaşayarak doğmuşlardı sıcak nedir bilmiyorlardı, sıcağı görmemişlerdi.
Bir günlük bir gecikmeden sonra, kısmen rüzgar dinmiş, denizdeki dalgalar hafiflemişti.
Gemi, zincirlerini toplamış, motorlarını çalıştırmış yavaş, yavaş bulunduğu Sinop limanından çıktı ve tam yol, Kara denizin karanlık sularını yara, yara gemi, kıç kısmından arkasından, beyaz köpükler çıkarta, çıkarta Trabzon limanına doğru, gitmeye başladı.
Sabah kahvaltılarını gemide yapan Nadya ve annesi Elanor güvertede oturmuşlar sipariş verdikleri kahvelerini içiyorlardı.
Onlar kahvelerini içerlerken üzerlerinde dolaşan martılar üzerlerine doğru bir iniyor bir çıkıyor güvertede oturmuş hala kahvaltı yapanların, yedikleri ekmek parçalarını, onların ellerinden yiyeceklerini alıyorlardı.
Nadya neşeliydi.Hastalığını, çoktan unutmuştu. Dilinde Kara deniz türkülerini mırıldanıyor, bir taraftan’ da yeşillikler içindeki karşı dağlara bakıp, çok özlediği Kara deniz dağlarının havasını içine çekiyordu.
Onlar gittikleri Trabzon şehrinin limanına vardıklarında, akşam olmuş hava kararmaya başlamıştı.
Nadya, gemiden inmeden önce, güverteden aşağıdaki iskeleye baktı.Aklında, yıllar öncesinde, kendini buradan Yunanistan’a yolcu eden sevgilisi Ali vardı.
Aşağıda limanda bulunan, gelecek yolcularını bekleyen, insanların kalabalığı arasında gözleri onu aradı.
Ali yoktu, Nadya birden, gemideki olduğu yerde hıçkıra, hıçkıra ağlamaya başladı.
Gözlerinden dökülen, sanki göz yaşları değildi, Kara denizin durmak bilmeyen, günlerce yağan yağmurları idi.

.Annesi onun neden ağladığını anlamıştı. Yavaşça yanına yaklaştı.
-Ağla kızım ağla.
-Dedi. Ve sonra kendi gözlerine de hâkim olamadı Elanor hanım’ da, ağlamaya başladı.
.Onlar, güverteden, aşağıdaki iskelede bulunan insanlara bakıp ağlarlarken neredeyse gemide kimse kalmıştı ve bir bunlar vardı.
.Görevlilerin uyarmaları ile,Elanor ve kızı Nadya ellerinde hediye dolu valizleri ile aşağıya inerek çağırdıkları bir payton ile gecenin karanlığında kendilerine yatacakları bir otel aradılar ve paytoncunun tavsiye ettiği bir otele gidip yerleştiler.
.Yorgun ve biraz’da üzgün olan anne kız geceyi, paytoncunun taşlı sokaklardan dik yokuşlardan geçip, tavsiyesi ile kaldıkları otelde geçirmişlerdi.
Sabah erkenden yola çıkmak ve bir zamanlar terk etmek mecburiyetinde kaldıkları Ayvalı köyüne gitmek ve orada bıraktıkları eski arkadaşlarını yerinde görmek doğup büyüdükleri toprakları görmek suyundan içmek havası ciğerlerine yeniden doldurmak istiyorlardı.
Elanor bunları düşünürken kızı Nadya ise, bir zamanlar beraber oldukları sevdiği Ali’yi düşünüyordu.
Çünkü onlar, bu topraklardan yıllar önce ayrılırlarken, konuşup birbirlerine, başka hiç kimseyle evlenmeyeceklerine dair söz vermişlerdi.
Nadya verdiği sözünü tutmuştu.Gittiği yerde Hiç kimseyle evlenmemiş, hala bekârdı ve sevgilisi Ali’yi de öyle sanıyordu.
Nadya ve annesi Elanor eskisi gibi fakir değildi. Çalışmışlar, çabalamışlar, şirketler kurmuşlar ve yeni yerlerinde, çok para kazanmışlardı.
Şehirden kendilerine kiraladıkları bir vasıtaya eşyalarını koydular ve çok özledikleri doğup büyüdükleri, Ayvalı köyüne gitmek üzere yola çıktılar.
Sarp dağları, bulutlar içindeki ormanları geçtiler ve yol üzerlerindeki köylerde yata kalka, ertesi günün akşamı olmadan, kendi doğup büyüdükleri çocukluklarını gençliklerini yaşadıkları, köylerine vardılar.
.Onları köyde, muhtar Mustafa karşılamıştı.Mustafa köylerinde o güne kadar gelen bir yabancı görmemişti.Bu onun köyünde ilk oluyordu.
Mustafa, dedesinden babasından ölmeden önce öğrendiği, misafirperverliği sayesinde, onları yine dedesinden bunlara miras kalma, konak şeklindeki kendi evlerinde misafir etti.
.Nadya ve annesi Elanor hanım, bu konağı çok iyi hatırlıyordu. Onların vardıkları köydeki, bu konağı unutmaları mümkün değildi.
.Bu konak, Nadya’ın kendisini, oğluna gelin olarak istemeyen, eski köy muhtarı olan, Hacı Hasan efendinin eskimeye başlamış konağıydı.
Nadya durmadan sağa sola bakıyor, oturdukları evin içinde Ali olup olmadığını arıyordu.Bir ara genç muhtar Mustafa’ya soracak oldu amma sonradan vaz geçti.
Muhtar Mustafa, Elanor ve Nadya için, daha önce bunlar bu köyde yaşarlarken, onların hiç görmediği tanımadığı biriydi.
.Gençti tek benzerliği Nadya’ın köyde bıraktığı sevgilisi olan, Ali’ye benzemesiydi.
.Konak, aynı konaktı amma, zamanla el değiştirmiş olabileceklerini düşündüklerinden bu konak kimin konağı diye sormaya bile dilleri varmıyordu.
Muhtar Mustafa bunları konakta ağırladıktan sonra, yemeğin üzerine kahvelerini içerlerken onlarla sohbet edip gelenlerin kim olduğunu öğrenmeye çalışıyordu.
.Nadya ve onun annesi Elanor hanım, her ne kadar bu köyde doğup büyümüşler olsalar’da, buraların dilini bilmiş olsalar’ da, Yunanistan’daki gittikleri yerlerde, Rumca konuşulduğundan, bir zamanlar konuştukları Romanika dilinden çok Rumca konuşmaya alışmışlardı.
.Fazla konuşmuyorlar, fazla soru sormuyorlardı.
.Fakat Mustafa konuşmadan duramamıştı, konuştuğu Romanika diliyle bunlara sorular sormaya başladı.
.Misafirlerinin en yaşlısı olan, Elanor’ a baktı ve onunla konuşmayı denedi.
.Af edeysun,bizum buralara kolay, kolay yabancu kimseler gelmez amma, suz neden geldunuz.
.Dedi.
.Elanor güldü.
.Biz’ de bu köyde, doğduk büyüdük oğlum.
.Dedi. Muhtar şaşırmıştı, karşısında, hiç tanımadığı iki Rum bayan yabancı vardı ve bunlar, kendisi ile Romanika dilinde konuşuyorlardı.
-Nasul olur!
.Dedi ve kendisinin onların karşısında, hayret ettiğini gösteren kelimelerle, konuşmaya başladı.
.Nasul olur!
Elanor hanım onlar ile, hala unutmadığı, yarı Rumca yarı Romanika dilinde karışık konuşmaya çalışıyordu.
-Olur, olur oğlum olur, bizler’de bir zamanlar bu köyde doğduk büyüdük, bu köyde okuduk, bu köyde, arkadaşlarumuz var, Yunanistan’a göçüp giderken burada, bizum bırakıp gittuğumuz, eski yaşaduğumuz evlerimiz bahçalarımız var dedi.
“Genç muhtar konuşulanlardan şaşkındı. Haber daha sabah bile olmadan, köyün içinde duyulmuştu.
.Sabah yataktan kalktıklarında, köydeki onların eski bildiklerinden, tanıdıklarından kimler varsa, erkenden duyan muhtarın evinin kapısına dayanmışlardı.
Fatma bacı, Zehra kadın, Zaliha kadın hepsi duymuş toplanmış gelmişler, hepsi oradaydılar.
Sarılan sarılanaydı.Kimi onları çekiştiriyor kendi evlerinde misafir etmek için uğraşıyordu kimi neden geldiklerini merak etmelerine rağmen, konuyu açmadan onlar ile hal hatır sorup konuşuyorlardı.
.Nadya, gelenlerin içinden, eski Müslüman ve Türk olan, okul arkadaşlarını arıyordu.Bir ara karşıdan onlara doğru bakan, Emine’ yi gördü.
Emine ile aynı sınıfta okumuşlar bu köyde beraber çocukluklarını yaşamışlar, aynı sokaklarda onunla beraber oynamışlar, aynı yaylalarda koyun otlatmışlardı.
Koştu Emine’ in boynuna sarıldı.
Emune, benu tanımadun mı gız yoksa
Dedi.
“Emine şaşkındı, baktı, baktı sonra yine baktı.”
Sen Nadya’ sun da,Tanudum seni.
Dedi.
Elanor kendi arkadaşları akranları ile köyün içinde beraber komşuluk yaptıkları arkadaşları ile dolaşıp onların evlerine misafir olurken yanında Yunanistan’dan getirdiği, zeytin yağından yapma hoş kokulu sabunlarından, çam sakızı çoban armağanı diyerek onlardan veriyor, ayrıca onun yanında yine gelirken getirdiği, zeytin kokulu parfümlerden veriyordu.
Nadya ise yaşıtları ile buluşmuş, eski aşklarından bahsediyorlar kim kiminle evlenmiş birbirlerine bunları anlatıyorlar, bir zamanlar beraberce horon oynadıkları gülüp eğlendikleri yerlerde geziyorlardı.
Onlar sokakların arasında gezerlerken, Nadya birden durdu.Nadya, olduğu yerde sanki çakılmış kalmış gibiydi.
Gözleri yaşarmıştı.Karsı sokağın tam başında, evlerini görmüştü ve arka kısmındaki sevgilisi Ali ile buluştukları koruluk, aynen duruyordu.
Koruluğun olduğu yere doğru yürüdü arkadaşları onun ne yapmak istediğini anlamışlar, sessizce onun yanında konuşmadan onunla beraber koruluğun olduğu yere doğru gitmişlerdi.
. Nadya’ın gözleri, girdikleri koruluğun içinde, bir zamanlar sevgilisi ile, altında diz dize yanak, yanağa oturdukları,evlilik hayalleri kurdukları sevgilisine güzel sesi ile şarkılar söylediği, Ahlât ağacını arıyordu.
.Ahlât ağacı çoktan kurumuş üzerinde ise ne sallanan bir mendil vardı, ne de bir zamanlar Ali yanında iken dilek tutup, bağladığı bezler vardı.
.Üf, desen oracıkta, senin nefesinden yıkılacak gibiydi. Çürümüştü., Ağaç kakanlar ağacın her tarafını delmiş, amma hala zamana direnen bir ağaç vardı.
Yanındaki arkadaşlarından olan yanlarındaki Fadime korulukta onu izlerken, birden ağzından kaçırdı.
-Ali aklına geldu değul mu Nadya, Ali çok oldu öleli biliy’ musun Nadya
-Dedi.
Nadya’ın aklında Ali vardı onu hiç unutmamıştı amma, arkadaşının ağzından onun öldüğünü söylemesi bunu şaşkına çevirmişti.
Çünkü kızlar anlatırken, onun ölmeden önce, babasının eski muhtarın kendisini zorlaması karşısında Ayşe ile evlenmek mecburiyetinde kaldığını, sevmediği bir kadın ile mutlu olamadan yataklara düştüğünü verem hastalığından onun öldüğünü duyunca şaşkına döndü.
Çünkü Nadya, aynı hastalığa daha önce kendi’ de yakalanmıştı ve bu köyden gitmeden önce hastaydı.
Nadya iyileşmişti ve bu gün Nadya, sevgilisi Ali’sinin olduğu köydeydi.
Onun, babasının zorlaması karşısında çaresiz kalıp, evlenmiş olacağını aslında tahmin edebiliyordu amma, onun kendi gibi verem olup, verem hastalığından ölmüş olacağını hiç düşünmemişti.
.Nadya oracıkta kahrolmuştu. Arkadaşları ile beraber daha sonra mezarlığa gitti ve mezarının başında önce kendi usullerine uygun bir dua etti, sonra, mezarının başında oturdu ağladı, ağladı ve bir zamanlar sevgilisi Ali ile koruluktaki Ahlat ağacının altında birlikte ay ışığına karşı yattıklarında söylediği şarkısını söyledi.
Nadya Ali’in mezarı başında, eski günlerini hayal ediyordu. Hayalinde korulukta buluştukları ve meytaplı gecelerde ay ışığına karşı Ahlat ağacının altında sevgilisi Ali’ nin, başı kendi göğsünün üzerinde, uzanmış yatarlarken Nadya’ın ona söylediği her zamanki şarkısı vardı.
Ali onu çok severdi, ne zaman buluşsalar, Ali başını sevgilisinin dizine koyar yüzünü gökyüzüne döner yıldızlara baka, baka sevgilisi ile konuşurdu.
Sevgilisi Nadya ise, göğsünün üzerindeki Ali’sine bir çocukmuş muamelesi yapar; ona, Nani, nani oy, oy türküsünü söylerdi.
Mezarı başında iken duasını yapmış daha sonra aklına bu türkü gelmişti. Son görev olarak, Ali’in mezarındaki çiçekleri okşadı ve ağlayarak bu türküyü söylemeye başladı.
Söylerken Nadya, kendisini, yıllar önce buluştukları koruluktaki koca ahlat ağacının altında hissediyordu. Aynı içtenlikle şarkısını söylüyor, söyledikçe gözlerinden akan yaşları önündeki Ali’ye ait olan, mezarın toprağı üzerindeki dağıttığı çiçeklerinin yapraklarında, çiğ taneleri oluşturuyordu.
.Bunlar bu mezar başında ağlarken ve bu türküyü söylerken; muhtar Mustafa mezarlığa, babasının mezarı üstüne doğru giderken babasının mezarının üstünde kendi köyünden olan kızların yanındaki ağlayan, ağlarken de Türkü söyleyen Nadya’yı gördü.
-Ona doğru yanaştı ve başında dikildi.
-Sen o, babamın sevgilisi olan, Nadya’ sın değil mi?
-Dedi.
“Nadya gözlerinin yaşını elinin tersi ile sildi ve başını kaldırdı muhtara baktı.
Sen’ de onun oğlu olmalısun, aynı ona benziuysun.
-Dedi.
“Nadya ile muhtar Mustafa arasında mezar başında geçen bu konuşmalar sonunda, Nadya Kendisinin onun babasının sevgilisi olduğunu ve babasının Nadya’ya olan aşkından verem olduğunu annesi Ayşe ile evlenmiş olsa da annesini, onun yüzünden hiç sevmediğini öğrenmişti.
Mezarın başından onlar ayrılırken, Nadya sevdiği kişinin, kendi gibi verem olabileceğini hiç düşünmemişti.
Aklında sevgilisi, hayalinde ise gelmiş geçmiş eski gençlik yılları ve bu köyde buluştukları yerler, beraber kemençe ve tulum eşliğinde horon oynadıkları düğünler yaylarda beraber koyun otlattıkları yerler vardı.
.İnsan gençliğinde birini sevdi’ mi bunun üzerinden yıllar geçse onu unutamadı.
Hele aşka karşı gelen biri olmuşsa, birileri onların sevdasını yok sayıp, kendi çıkarı uğruna sevenleri ayırıp mutluluklarına bir bahane ile engel olmuşsa, iş değişirdir.
Sevenlerin, sevgisine karşı gelip, onların yüreğinde bıraktıkları yarayı, ne yaşadıkları zaman tedavi edebilirlerdir, ne’ de onları bir başkasının sevmesi veya sevmeye çalışması, onun ayrılık acısını bastırabilirdir ve yüreğinin yarasını iyileştirebilirdir.
Nadya gittiği bir zamanlar çocukluğunu gençliğini geçirdiği köyünde, eski sevgilisi Ali ile ilgili düşüncelerinde umduğunu bulamamıştır. Amma onun hayalleri onu sanki bu köye bağlamış gibi olmuştur.
Köyden ayrılmak istemiyor, tekrar burada yerleşip, sevdiği adamın mezarının olduğu yerde, onun anıları içinde yaşayarak, ömrünü geçirmek istiyordur.
Bu fikrini annesi Elanor hanıma’ da açar. Açar, amma bu fikri kabul görmez, çünkü onlar, gelip geçici olan birer turisttir. Onların kanunlara göre, burada oturma izinleri’ de alacak durumda’ da değillerdir.
Çaresiz onlar, umduklarını bulamamış halde üzgün bir şekilde, buraya geldikleri gibi, daha fazla oralarda kalmadan, üzüntü içinde, tekrar geriye geldikleri yere geri, dönerler ve yaşadıkları daha doğrusu yaşamaya alışmaya başladıkları, ege denizi kıyısındaki yerleştikleri balıkçı kasabasındaki evlerine geri hayatta kalmaya yeni yerlerine alışmaya çalışırlar.

Son





.



.

.
.



.

-

.

-


Ahmet Yüksel Şanlıer
Kayıt Tarihi : 31.3.2023 08:24:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!