Yazılarım(muhabbet Bağının Gülleri) Şiir ...

Nihat Malkoç
1604

ŞİİR


30

TAKİPÇİ

GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ

Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…

Tamamını Oku
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 02.07.2005 - 16:49

    KİTABIN ESKİSİ OLMAZ
    M.NİHAT MALKOÇ

    Düşüncenin gelişimi kitap okumakla mümkündür.Bir insan ne kadar zeki olursa olsun eğer yeterli düzeyde kitap okumamışsa bilgi dağarcığı zayıftır.Onu,birkaç cümle sarfettikten sonra tartabilirsiniz; bilgi birikiminin düzeyini ölçebilirsiniz.
    Kim ne derse desin kitabın verdiği bilgiyi hiçbir iletişim aracı kazandıramaz bize…Biz kitap medeniyetinin çocuklarıyız….Ecdadımızın birikimleri kitaplar yoluyla günümüze kadar ulaştı.Demek istediğim o ki kitabın alternatifi yoktur.
    Son yıllarda internet yoluyla kitap alışverişi sıkça yapılıyor.İnternet üzerinden kitap satışı yapanlar bana kızmasın ama ben olsam internet aracılığıyla kitap satın almam.Çünkü kitabı önce bir karıştıracaksın baştan sona kadar…Kapağına dokunacaksın,okşayacaksın.Sonra burnuna getirip şöyle bir koklayacaksın.Bazıları komik bulacak ama kitabın kokusu bana bambaşka bir haz verir. Sağından,solundan birer cümle veya paragraf okuyacaksın.Tabir caizse kitabı tartacaksın ayak üstü…Anlatımını,üslûbunu beğenir,kendine yakın bulursan alırsın.
    Bana sorarsanız kitap,bilgisayardan da okunmaz.Sanal ortamda binlerce elektronik kitap yayınlanıyor.Bunların çoğunu bilgisayarımıza indiriyoruz.Fakat kaçını baştan sona kadar okuyoruz ki! ...Okumuyoruz….Okunmaz da…Bilgisayarda kitap okumaya kalksak gözlerimiz yaşarır.Bu ilerde görme bozukluklarına bile yol açabilir.Onun için kim ne derse dersin iki kapak arasına alınan kitabın yerini sanal kitaplar tutamaz.Fakat onlar da var olsun.Bazen yazı yazarken alıntı yapılması gereken durumlarda çok işe yarıyorlar.Bize zaman kazandırıyorlar.
    İnsan,bir kitabı beğendi mi onu almadan edemez.Fiyatı ne olursa olsun onu bir şekilde temin eder.Onu bilinçli olarak,inanarak ve beğenerek almışsa bir solukta okur.Okuyunca da fevkalâde haz alır.İçtenlikle okunan bir kitabın verdiği keyfi hiçbir şeyden alamazsınız.
    Bir gecede okuyup bitirdiğim kitapların sayısı az değildir.Bu bambaşka bir tutkudur; ancak yaşayan bilir; anlatılmaz.Bu belki de bir trans hâlidir.
    Bazıları kitapların pahalılığından şikâyet eder durur.Doğrudur bir nebze…Fakat bu bahanenin ardına sığınmak ve okumayı ertelemek doğru değildir.Okumak isteyen insan için kitap her zaman vardır.
    Hemen hemen her ilde ve ilçede devletin açtığı halk kütüphaneleri mevcuttur.Buraya üye olan herkes istediği kitabı alıp okuyabilir.Hem de bir kuruş vermeden…..
    Aslında kitaplar içeriklerine göre farklı farklıdır.Roman ve hikâyeler vardır ki siz onu bir kez okuduğunuz zaman işi biter.Ya rafların birine atar,unutursunuz onu ya da bir sevdiğinize hediye edersiniz.Bence ikincisi daha doğru bir davranıştır.Çünkü bir kitap bir kişiye mahsus değildir,olmamalıdır.Sizin hediye ettiğiniz kişi de bu nazik davranışınıza karşılık kendi okuduğu bir kitabı size hediye ederek karşılık verecektir.Hem o kişinin dostluğunu,sevgisini kazanacaksınız,hem de onun size takdim edeceği bir kitabı hiçbir ücret ödemeden okuma imkânına kavuşacaksınız.Buna “bir taşla iki kuş vurmak” denir herhâlde...
    “Kitap bulamıyorum ki okuyayım” mazereti pek inandırıcı değildir.Benim evimde beş binin üzerinde kitap vardır.Yani kendi kişisel kütüphanemi oluşturmuşum.Herkesin evinde de muhakkak bir kitaplık olmalıdır.Kütüphanemdeki kitaplardan yüzde doksanını üzeri fiyatıyla almamışım…Eğer bir kitabı ilk yayınlandığı,vitrine çıktığı zaman alırsanız elbette yüklü miktarda bir bedel ödersiniz.Eğer bu kitabı belli bir zaman sonra alırsanız fiyatı düşer.Bekleyin,fiyatı düşünce alırsınız.Kitabın modası geçmez.
    Bunun dışında kitaplarımın çoğunu ikinci el kitapçılardan almışımdır.Kitaplar biraz eski olsa da eski kitap almayı tercih ederim.Çünkü on milyonluk bir kitabı ikinci elden rahatlıkla bir milyona alabilirsiniz.Bu da dokuz milyon tasarruf demektir.Başka bir deyişle bir kitap yerine on kitap almış olursunuz.
    Benim müdavimi olduğum ikinci el kitapçılar var.Hemen her gün uğrarım yanlarına…Hem dertleşiriz,hem de kitap alışverişi yaparız.Alan memnun,satan memnun…
    Bilginin eskisi,yenisi olmaz.Bazı ansiklopediler için bu geçerli olmayabilir.Çünkü ansiklopedilerdeki bilgiler zaman zaman güncellenir,yenilenir,takviye edilir.Bu ayrı…Onun dışındaki kitaplarda eskilik yenilik mevzubahis değildir.Aksine eski baskılar daha makbule geçer.Kitabın eskisi olmaz.İmkânınız yoksa bu gibi yerlerden kitap alın,okuyun.Durumunuz iyiyse elbette yenisini, alın ki o kitapları basanlar da emeklerinin karşılığını alsınlar.Fakat fahiş fiyatla da satmasınlar.
    İkinci el kitapla korsan kitapları birbirine karıştırmayın.Korsan kitap basıp satmak emek hırsızlığıdır.Asla korsan kitaplara rağbet etmeyin.Fakat ikinci el kitapları gönül rahatlığıyla alıp okuyabilirsiniz.Unutmayınız ki “Kitap okuyan insanla kitap okumayan insan arasındaki fark, diri insanla ölü insan arasındaki farka benzer.'

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 02.07.2005 - 16:49

    SEN BİZİM DAĞLARI BİLMEZSİN GÜLÜM! ...
    M.NİHAT MALKOÇ

    Karadeniz’imizin doğal güzellikleri bir başka ülkede olsaydı buraları turizm cennetine çevirirlerdi.Oysa biz bu tabiî dokuya sahip olmamıza rağmen kılımızı kıpırdatmıyoruz.Sanki “Derya içredir deryayı bilmezler” mısra-ı bercestesi bizler için söylenmiştir.
    Değerli Şâir Abdurrahim Karakoç “Anadolu Sevgisi adlı şiirinde bu güzellikleri bakın ne güzel dile getirmiştir.
    “Sen bizim dağları bilmezsin gülüm,
    Hele boz dumanlar çekilsin de gör.
    Her haftası bayram,her günü düğün,
    Hele yaylalara çıkılsın da gör.

    Sen bizim köyleri görmedin ki hiç,
    Yolları toz,çamur,evleri kerpiç.
    O kirli kabukta,o en temiz iç;
    Hele bir yakından bakılsın da gör.”
    Trabzon’un Köprübaşı ilçesi de bu güzel beldelerimizden birisidir.Güzelliği doğallığından kaynaklanmaktadır.Yoksa öyle insan elinden kaynaklanan bir güzelliği mevcut değildir.Buraya pek de öyle insan elinin değdiği de söylenemez.Köprübaşı ilçesinin yaylaları meşhurdur.Yeşilin kırk tonunun mevcut olduğu bu yaylalar,sakinlerine şifa ve sağlık sunmaktadır.
    İlçenin güneyinde doğu – batı ekseninde uzanan dağ eteklerinde 1750 – 2200 metre yüksekliklerde yaylalar vardır.Bu yaylaların denize doğru alçalan kesimleri, özellikle vadi yamaçları ormanlarla kaplıdır.
    Yaylalar geniş otlakları, temiz havası ve soğuk suları ile yaz aylarında hayvancılıkla geçinen halkın uğrak yerleridir. Mayıs ayından eylül ayının sonuna kadar bu yaylalar canlılığını korur.
    Köprübaşı İlçesine bağlı olarak; Soğuksu, Ebeler, Küçük Kangel, Harman, Ağaçbaşı, Yangın, Vizera, Mincena,Sulak, Köşk, Kutlusu, Taşlı ve İsmailağa yaylaları bulunmaktadır.
    Doğayla iç içe yaşamaktan zevk alanların bu güzel yaylalarda ömürlerine ömür katmaları kaçınılmazdır.Zaten Trabzon’da ve büyükşehirlerde yaşayan Köprübaşılılar,yaz aylarında havaların ısınmasıyla kendilerini yaylalara atmaktadırlar.
    Köprübaşı; kuzeyden Sürmene İlçesi, güneyden Bayburt İli, doğusundan Çaykara, Of ve Dernekpazarı ilçeleri, batısında Sürmene ilçesine bağlı Küçükdere bucağı ile komşudur.
    Köprübaşı İlçesinin 9 mahallesi ve 4 köyü vardır.(Köyleri: Arpalı, Güneşli, Çifteköprü,Yağmurlu; Mahalleleri: Akpınar, Fidanlı, Gündoğan, Yılmazlar, Büyükdoğanlı, Küçükdoğanlı, Emirgan,Dağardı ve Konuklu) . İlçe merkezinde rakım 220 metredir. İlçenin yüzölçümü ise 132 kilometre karedir. Trabzon İlini Bayburt İline bağlayan en kısa karayolu ilçemizden geçmektedir.
    İlçenin Köprübaşı Merkez Belediyesi ile Beşköy Belde Belediyesi olmak üzere 2 adet belediyesi bulunmaktadır.
    Bilindiği gibi Karadeniz’de arazi genelde meyillidir.Onun için de köyler dağınıktır.Avuç içi kadar düz alan bulan kişi evini oracığa yapmıştır.
    Köprübaşı ilçesinin iklimi Doğu Karadeniz Bölgesi’nin iklim özelliklerini taşımaktadır. Yazları serin, kışları ise ılık geçer. Her mevsim yağış görülmektedir.
    Bölgede güneyden kuzeye doğru akan Manahoz deresi bulunur. Bu dere ilçenin en önemli akarsuyu durumundadır. Yeni yayla ve Gezge kuronlarından doğar, Madur Dağı’nın eteklerinden çıkan en bol kolu alır. Hamzaağa Yaylasından doğan ikinci kolla Arpalı Köyü’nde birleşerek kuzeye doğru akmaya devam eder. Doğuda Sultanmurat yamaçlarından akan Vartan ile, batıdan akan Vizera deresi, Ohşoho deresi, Çifteköprü deresi ve Ormanseven deresini alarak Sürmene ilçe merkezinden Karadeniz’e dökülür.
    İlçemizde en önemli yükseltiler Manahoz vadisi ve Küçükdere vadisi arasında kuzeyden güneye doğru artarak yükselen sırtlardır. Bu yükseltiler sırası ile; Ayluka Tepesi, Yeniyol Tepesi, Kangeller Tepesi, Harman Kayalıkları Tepesi ve güneyde yörenin ve ilçenin en yüksek yeri ve simgesi olan Madur Dağı’dır.(Yüksekliği 2742 metre)
    İlçemizde çok programlı lise ve merkezde bir ilköğretim okulu bulunmaktadır.Ben ortaokulu ve liseyi burada okudum.(1982-1988 yılları arası) Halk geçimini topraktan sağlayamadığı için aileler çocuklarını okumaya yöneltmişlerdir.Buradan çıkıp da Türkiye’de söz sahibi olan pek çok insan mevcuttur.Merhum Adnan Kahveci ve Recep Yazıcıoğlu bunlardan sadece birkaçıdır.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 02.07.2005 - 16:47

    EUROVİSİON ŞARKI YARIŞMASI VE ÖZE DÖNÜŞ…
    M.NİHAT MALKOÇ
    Bir zamanlar birbirlerini çiğ çiğ yiyen Avrupa devletleri,yüzyılın son yarısında kavgayla bir yere varılamayacağını anlamış olmalılar ki her konuda(kültür,sanat,ekonomi,siyaset) ortak teşkilatlar kurarak birlikte hareket etme yoluna gitmişlerdir.Avrupa'daki birlikteliğe bir de yayın birliğini eklemek isteyen bu devletler, Türkçe'si 'Avrupa Yayın Birliği' olan 'European Broadcoasting Union' adlı bir kurum kurarak, ilki 1956 yılında İsviçre'de yapılan ve yine aynı ülkenin şarkısının birinci seçildiği Eurovision Şarkı Yarışmaları düzenlenmeye başlamışlardır.
    Eurovision'a ilk kez 1975 yılında Semiha Yankı'nın 'Seninle Bir Dakika' isimli parçasıyla katıldık ve kötü bir sonuçla, sonunculukla ülkemize döndük.Daha sonra Nilüfer, Ajda Pekkan, MFÖ gibi popüler bir çok grup ve şarkıcıyla denemelerimiz oldu ama yine elimiz boş döndük.
    Bu yarışmaya bizim kadar ciddi yaklaşan ve konuyu millî bir mesele hâline getiren başka bir ülke göstermek pek mümkün değildir.Adeta gurur meselesi yaptık bu yarışmadan aldığımız neticeleri..
    Türkiye,tarihiyle,kültürüyle ve yetmiş milyonluk nüfusuyla dünyanın sayılı devletlerinden birisidir.Göktürkler’den günümüze kadar onlarca devlet kuran ve pek çok medeniyete beşiklik eden ülkemizin dünya devletleri içerisinde apayrı bir yeri vardır.Yani bu ülke bir kabile devleti değildir.Fakat gel gör ki kültürümüze ve bin yıllık devlet geleneğimize yaraşmayan icraatlara imza atıyoruz.Bu büyük kültürel birikimi lehimize kullanamıyoruz.
    Bunun son örneğini Eurovision Şarkı Yarışmasında yaşadık….İki yıl evvel söz konusu yarışmada birinci olmuştu Türkiye… 2003 yılında Sertab Erener, çok büyük risk alarak, sözleri ve müziği Demir Demirkan'a ait olan 'Every Way That I Can' isimli parçayı Letonya'nın başkenti Riga'da seslendirmiş ve Türkiye'yi Dünya Kupası'ndan bir yıl sonra,bu sefer müzik alanında sevince boğmuştu. Fakat ben bu birinciliğe hiç mi hiç sevinememiştim.Çünkü adeta bir sömürge ülkesi mantığıyla hareket ederek,yarışmaya sözleri İngilizce olan bir parçayla katılmıştık.Ezgiler de bize çok yabancıydı…Bizim olan sadece icracı ve de bestecisiydi.Bu yüz kızartıcı bir birincilikti.Sonunda Avrupalılar emeline kavuşarak kendi dillerini ve kültürlerini bizlere kabul ettirmişlerdi.Bunun semeresi olarak da ağzımıza bir tatlı sakız hükmünde kendi zehirlerini enjekte ederek bizi sözde onurlandırmışlardı.
    Bu yılki yarışmada komşumuz Yunanistan birinci oldu.Fakat bize ait değerleri kullanarak bu dereceyi elde etti.Yunanistan,kültür hırsızı bir ülke olmasıyla tanınır.Her ne kadar Avrupalılar tarafından kültür ve medeniyetin beşiği olarak görülse de gerçekle kültür kapkaççısıdır Yunanistan….Bize ait olan ne varsa kendilerine mal etmekte mahirler…Karagöz oyunu,Kemençe ve bunun gibi pek çok kültür unsurumuzu aşırıp kendilerininmiş gibi dünya kamuoyuna sunuyorlar.
    Ukrayna'nın başkenti Kiev'de düzenlenen 50'nci Eurovision Şarkı Yarışması'nda Türkiye'yi, ''Rimi Rimi Ley'' adlı şarkıyla Gülseren temsil etti. Sanatçımız 92 puanla 13'üncü oldu. Yarışmada birinciliği ise Yunanistan adına katılan Helana Paparizou “My Number One” adlı şarkısıyla kazandı.
    Yunanistan’ın şarkısını seslendiren Helana Paparizou ve dans ekibi Karadeniz ezgileriyle Ukrayna’nın başkenti Kiew’i salladı…Evet yanlış duymadınız…O ezgiler tıpatıp Karadeniz horonu ve Karadeniz ezgileri….Ben bir ara gözlerime inanamadım….Adamlar resmen horon oynuyorlardı…Bunlar bizimkiler mi diye düşündüm…Fakat sunucu Yunanistan’ı çağırmıştı sahneye…Sanki “Anadolu Ateşi” isimli dans ve folklor ekibinin gösterilerini izliyorduk.
    Evet…Komşumuz Yunanistan bize ait kültürel değerlerle dünyayı salladı ve haklı olarak birincilik tahtına kuruldu.Çünkü bu yarışmada esas olan orijinal buluşlara dayalı müziktir.Avrupa’yı taklit ederek derece almayı beklemek saflıktır.Taklit hiçbir zaman orijinal kadar güzel olamaz…Öyle de oldu….Fransa,Almanya,İngiltere gibi Avrupa’nın sayılı devletleri yıllardır aynı şeyleri tekrarlayıp durdukları için bu yarışmada tökezlediler.
    Peki Türkiye bu yarışmada ne yaptı?... ''Rimi Rimi Ley'' adlı ne olduğu belirsiz bir şarkıyla yarışmaya katıldı.Şarkıyı seslendiren Gülseren’in kültürümüzü ne kadar özümsemiş olduğu tartışılabilir.Kendisi bir yabancıyla evli…Soyadı bile bizden değil…Diyeceksiniz ki ne ilgisi var?İlgisi olmaz mı hiç!Neyse o ayrı bir konu ama bizi ancak içimizden çıkan ve kültürümüzü özümsemiş biri hakkıyla temsil edebilir.Zira şarkıyı seslendiren Gülseren ve dans ekibi hâl ve hareketleriyle,kıyafetiyle ve danslarıyla Hintliler’i andırıyordu.Hindistan adına katılsalardı kesin birinci olurlardı.
    Türkiye aldığı 92 puanla yarışmada 13'üncü oldu. Ülkemize Hollanda ve Fransa tam puan verdi. Ayrıca Almanya ve Belçika 10, Arnavutluk, Danimarka ve Bosna-Hersek 8, Avusturya 7, İsveç 6, Makedonya 4, Romanya ve Bulgaristan 3, İngiltere ise 1 puanı uygun gördü.Yarışmada, Yunanistan birinci olurken, ikinciliği Malta, üçüncülüğü de Romanya elde etti.
    Türkiye yarışmada en yüksek puanı komşu Yunanistan'a verdi. İşte Türkiye'nin puan verdiği ülkeler: Yunanistan 12, Bosna-Hersek 10, Malta 8, Moldova 7, Macaristan 6, Makedonya 5, Romanya 4, İsrail 3, Arnavutluk 2 ve İngiltere 1….Bize tam puan veren Fransa ve Hollanda’ya hiç puan vermedik.Ama İsrail’i unutmadık…Diyeceksiniz ki bu siyaset değil…Fakat pek çok ülke puan verirken siyaseti ölçü alıyor.Düşmanın silahıyla silahlanmak gerekir.
    Ben bu yarışmayı ciddiye almıyorum.Çünkü al gülüm,ver gülüm hesabı,hemen her ülke kendisine yakın bulduğu devletleri kayırıyor.Kıbrıs Rum kesimi adına yarışan şarkıcılar yellense Yunanistan 12 tam puan veriyor.Balkan ülkeleri birbirini kayırıyor…İsrail Amerika’nın hatırına nazlı bir bebek muamelesi görüyor…Falan filan!....Bunları uzatabiliriz.
    Mademki TRT sponsorluğunda yıllardan beri bu yarışmaya iştirak ediyoruz,amacımız da ülkemizi tanıtmak ise,o zaman bizi biz yapan değerlerle bezenmiş şarkı ve türkülerle Eurovision vitrinine çıkalım
    Gelecek yıl Karadeniz’in özgün sanatçıları Fuat Saka’yı,Volkan Konak’ı hatta İsmail Türüt’ü bu yarışmada Türkiye adına yarıştırın…Arka fona da Akçaabat horon ekibini koyun…Ondan sonra gelsin puanlar…İsterse de gelmesin…Yeter ki “Biz buyuz” diyebilelim..Dik duralım yani…Onlar puan verir vermez…Kendi bilecekleri şey…Bu arada sözüm ona barış adına Yunanistan’a 12 puan verme yalakalığından da kurtulalım..Çünkü haddini bilmeyene haddini bildiriyorlar.
    Bu ülke ne çektiyse ecnebi kültür sevdalılarından çekti.Yeter artık….Kurtulalım bu sömürge millet mantığından…Titreyelim ve özümüze dönelim…Gerçek kurtuluş reçetesi budur…”Ey Türk titre ve kendine dön!” Şayet özüne dönmezsen,gıptayla bakarsın komşularına bön bön!….

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 02.07.2005 - 16:47

    ALTIN KUŞAĞIN SON YILDIZI VÜS’AT O. BENER
    M.NİHAT MALKOÇ

    Türk hikâyeciliğinin altın kuşağının son yıldızı olarak görülen Vüs’at O. Bener geçtiğimiz günlerde hayatını kaybetti.83 yaşında hayata veda eden bu değerli kalem,hikâyeyi şiire yaklaştırmıştı.Uzun ömrüne rağmen az sayıda hikâye yazmıştı.Mükemmeliyetçi bir sanat anlayışına sahipti.Az ve öz yazmayı ilke edinmişti.Kelimeleri yerinde ve tabir caizse iktisatlı kullanırdı.
    Peki kimdi Vüs’at O. Bener? 1922 yılında Samsun'da doğmuştu.Ankara Hukuk Fakültesi'ni bitiren Bener, modern Türk öykücülüğünde “altın kuşak” olarak tanımlanabilecek 1950 kuşağının önde gelen isimlerinden birisiydi.
    Vüs'at O. Bener, 1950'de New York Herald Tribune gazetesi ile Yeni İstanbul gazetesinin ortaklaşa düzenledikleri öykü yarışmasında ”Dost” adlı öyküsüyle adını duyurdu. Vüs'at O. Bener'in, yarım yüzyılda ortaya koyduğu az sayıda öykü, roman ve oyunu bulunuyor.
    !950’li yıllarda yazdığı öyküleri genellikle Seçilmiş Hikâyeler, Varlık, Yeditepe dergilerinde yayınlandı. Bu öykülerden bir bölümü “Dost” adı altında (1952): bir bölümü “Yaşamasız” ismiyle kitaplaştırıldı(1957).
    1962 yılında ilk oyunu Ihlamur Ağacı basıldı, oyun Türk Dil Kurumu’nun 1963 yılı tiyatro armağanını aldı.1977 yılında 29 öyküsü yine “Dost” adı altında, tek cilt halinde basıldı. Öykülerinden, “Dost” Fransızca’ya; “Batak” Almanca’ya; “İlki” İngilizce’ye çevrildi.Öyküleri, yabancı ve Türk antolojilerinde yer buldu.
    Yazarın ikinci oyunu İpin Ucu, 1980 yılında Abdi İpekçi Armağanı’nı kazandı. İlk romanı “Buzul Çağının Virüsü” 1984 yılında basıldı. İkinci romanı “Bay Muannit Sahtegi’nin Notları” 1991 yılında yayınlandı. “Siyah-Beyaz” adlı kitabı 1993’te basıldı.
    Vüs’at O. Bener,dili güzel kullanan bir yazardı…Yani çalakalem yazmazdı.Titiz bir dil işçiliği gözükürdü hikâyelerinde….Onun içindir ki 83 yıllık hayatında yazdığı eserlerin sayısı son derece azdır.Bu,onun dil hassasiyetinden kaynaklanan bir durumdur.Onun hikâyelerinde ülke insanının kültürel yelpazesini bütün ihtişamıyla görmek mümkündür.
    Kendisine özgü bir cümle yapısı vardı O’nun…..Yani üslûp sahibi bir insandı…Eserlerinde taklit edilmiş,iğreti ifadelere rastlamak zordur.Zaten az sayıda eser vermiş bir yazarın bugün konuşuluyor olması onun ancak özgün bir anlatıma sahip olmasıyla açıklanabilir.
    O,hikâye,roman ve oyunlarında gündelik hadiselerin yansımalarını konu edinmiştir daha çok…Bunu,yazdığı eserlerin çoğunda görmek mümkündür.Fakat sıradan olayları dile getirirken dilin sihirli gücünden azamî derecede yararlanmıştır.Olaylar sıradan olsa da anlatım sıradan değildir.
    Vüs'at O. Bener şiirle de uğraşmıştır.Fakat biz onu şâir olarak değil,hikâyeci olarak tanıyoruz.Roman ve oyun da yazmıştır ama asıl ses getirdiği edebî tür hikâyedir.Şiirlerini “Manzumeler” adı altında bir araya getirmiştir.Manzume aslında ölçülü ve kafiyeli,edebî değeri pek fazla olmayan şiir diye algılanır bizde…Fakat onun şiirlerinde ölçü ve düzenli bir kafiye sistemi yoktur.Belki de şiirde iddialı olmadığını ifade etmek için şiirlerini böyle bir isim altında okuyucuya sunmuştur.Bence şiirleri vasat olmaktan öteye gidemez.
    Şiirlerindeki imajlar soyut ve kapalıdır.Sıradan bir okuyucunun bu imgeleri çözüp anlamlandırması mümkün değildir.Düzyazıya yaklaşan anlatım tarzı şiirlerinin bir başka özelliğidir.Orhan Veli tarzı kısa ve ilk görünüşte sıradan gibi algılanabilecek şiirsel söyleyişleri vardır. “Sitem” bunlardan birisidir:
    “Nur içinde yat anacığım
    Mecbur muydun beni doğurmaya
    Bir daha yapma”
    Başkent Hastanesi'nde uzun süredir tedavi gören Bener,31 Mayıs 2005’te vefat etti.Yarım yüzyıl boyunca yazan bu kalemin vedası da sessiz oldu.Sözlerimi yazarın “Ölüm” adlı bir dörtlüğüyle noktalıyorum.
    “Ölüm süzmüş gözlerini
    Testi yazıtlarında sözü geçmez
    Uzun fısıldadığı sen değildin hiç
    Geceye yineler ak doğumları”

    Cevap Yaz

Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta