GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ
Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…
Satarken güllerini,
Alırken alın terini.
Yırtıktı elbisesi,
Ayağında terliği.
YAVUZ BÜLENT BAKİLER’E ARMAĞAN
M.NİHAT MALKOÇ
Dünyada vefa kadar güzel duygu ve asil duruş var mıdır? Kültür, sanat ve edebiyatımıza hizmet etmiş insanları hatırlamak ve onları yaşatmak vefanın kültürel boyutudur. Bizde buna çokça rastlamak pek mümkün değildir. Unutan bir milletiz. Bunun bedelini ağır ödesek de bu zaafımızı üzerimizden atamıyoruz.
İnsanın kendini arka planda tutarak önde bulunmaya lâyık insanlara yol açması tek kelimeyle asil bir davranıştır. Buna diğergâmlık da diyebiliriz. Yani başkalarını kendine tercih etmek… Hak edenleri öne çıkarmak, nisyan bulutları içerisinde kaybolmaktan kurtarmak! ...
Son dönem Türk edebiyatının mühim simalarından biri olan Yavuz Bülent Bakiler’in doğumunun yetmişinci yılı münasebetiyle hazırlanan ‘Yavuz Bülent Bakiler’e Armağan’ adlı kitap bana vefaya dair bu hisleri uyandırdı.
İç dünyasında şairliğiyle yazarlığını yarıştıran ve bu yarışta her ikisi de başa baş gelen bir kalem sahibidir Yavuz Bülent Bakiler… O kendini bildi bileli şiir ve yazı vadisinde kalemiyle düşler ve düşünceler avlayan bir büyük duygu eri ve fikir adamıdır. Yazı ve şiirlerini çocukluğumdan beri büyük bir zevkle okuduğumu ve kendisinden fevkalâde istifade ettiğimi belirtmekten onur duyarım.
Bakiler’in dil hassasiyetini sanırım bilmeyen yoktur. Kendisi Türkçeyi dupduru bir su ve çağlayan misali konuşur ve yazar. Herkesin de dilin kullanımına azamî derecede dikkat etmesini ister. Onun STV kanalında Türk diliyle ilgili olarak yaptığı ‘Sözün Doğrusu’ isimli program daha sonra kitaplaşarak iki cilt halinde yayınlanmıştır. Bakiler Hoca özellikle Türkçeye Fransızcadan giren ‘–sal/-sel’ eklerine düşmandır. Bir yazısında bununla ilgili şöyle diyor: “Bu ‘-sal/ -sel’ eklerinden, bir lağım faresinden iğrenir gibi iğrendiğimi her zaman söylüyorum. Doğrusu çok merak ediyorum; hem bu iğrenç ekleri, hem de uyduruk kaydırık kelimeleri kullanmanız için sizi kim zorluyor? ”
Bakiler, vefa duygusu bariz kalemlerden birisidir. O, Türk kültürünün temel dinamiklerini ortaya koyanları okumuş ve onlardan öğrendiklerini kendi hayal teknesinde yoğurarak geleceği şekillendirecek gençlere sunmuştur. İster sağdan olsun isterse soldan olsun bu fani dünyadan göçen şahsiyetlere dair düşüncelerini belirterek onları kültür kamuoyuna tanıtmıştır. Hataları olanların kusurlarını, onları ve yakın çevrelerini kırmadan, incitmeden belirtmiştir. Fakat değerlendirmelerinde bardağın hep dolu yanını görmüştür.
Geçenlerde onun ilim, siyaset, edebiyat, kültür ve sanat alanında iz bırakanlarla ilgili bir kitabı Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları arasında yayınlandı. ‘Gidenlerin Ardından’ adını taşıyan eserde Celal Bayar, Adnan Menderes, Cemal Gürsel, Osman Bölükbaşı, Tevfik İleri, Fevzi Çakmak, Yakup Kadri, Cihat Baban, Alparslan Türkeş, Nejdet Sançar, Nihal Atsız, Sadri Maksudi, Zeki Velidi, Samiha Ayverdi, Nazım Hikmet, İsmail Hakkı Yılanlıoğlu ve Necip Fazıl gibi isimlerle ilgili daha evvel yazdığı yazılarını iki kapak arasına aldı. Yazar kitabıyla ilgili şu mühim açıklamayı yapıyor:
“Biz, ölenleriyle birlikte yaşayan bir milletiz. Yaşayanlar arasında olduğu gibi, gidenlerin arasında da binlerce yıldan beri yolumu aydınlatanlar; fikirleriyle, yaşayışlarıyla bize güzeli, doğruyu, faydalıyı gösterenler var. Ben bu kitapta onların kırkta birini ancak yazabildim. Bu eserde hayatlarını okuyacaklarınızın bir kısmını bir şarkı söyler gibi, bir kısmını bir ağıt mırıldanır gibi yazmaya, anlatmaya çalıştım. Şarkılarım, ağıtlarım daha bitmedi...”
Vefalı olduğu için de vefa görmüştür Bakiler… Bunun en büyük ispatı da son zamanlarda kendisiyle ilgili olarak edebiyat öğretmeni ve araştırmacı Selçuk Karakılıç’ın hazırladığı ‘Yavuz Bülent Bakiler’e Armağan’ adlı kitaptır. Size Dergisi tarafından yayınlanan bu kitapta bu defa dost ve tanıdıkları Yavuz Bülent Bâkiler’i anlatıyorlar.
Bu mühim eserde onun bir edebiyatçı, bir dost, bir baba ve bir mütefekkir olarak konumu sorgulanıyor. Eserlerinden yola çıkılarak kültürümüze katkıları dile getiriliyor. Aslında bir hukukçu olan Bakiler’in kültür ve edebiyat alanında ne kadar büyük yol aldığı ve gençlere iyi bir rehber olduğu ortaya konuluyor. Şairin sağlığında böyle bir kitabın çıkarılması vefanın bir semt ve boza adından öte şeyler ifade ettiği gerçeğini sağlamlaştırıyor. Kitabı hazırlayan Selçuk Karakılıç’a ve yayınlanmasında emeği geçenlere şükranlarımızı sunuyoruz. Bakiler’e de yüce Allah’tan uzun ve sağlıklı bir ömür diliyoruz.
BASINIMIZIN BÜYÜK KAYBI YILMAZ ÇETİNER
M.NİHAT MALKOÇ
Gün geçmiyor ki mühim bir simayı, bir değeri kaybetmeyelim. Sanki bazı zamanlar Azrail daha sık çalıyor kapımızı… Zor yetişen isimlerin aramızdan ayrılması bizi üzmüyor değil. Çünkü onlar kültürümüzün kolektif şuurudur.
Basın camiasının önemli isimlerinin başında gelen Yılmaz Çetiner de aramızdan ayrıldı. 79 yaşında olmasına rağmen yazı hayatını büyük bir şevk ve heyecanla sürdüren Çetiner’i 2 Ağustos 2006 Çarşamba günü yitirdik. O basın hayatında daha çok röportajlarıyla tanınıyordu. Bu alanda çok başarılıydı; röportajın duayeniydi dersek abartmış olmayız. Saygın bir gazeteci, aydın ve demokrat bir insandı.
Yılmaz Çetiner, gazeteciliğe 20 yaşında başladı. Yeni Sabah, Vatan, Cumhuriyet, Hürriyet ve Milliyet gazetelerinde muhabirlik, röportaj yazarlığı yaptı. Afrika, Kızıl Çin, Sovyet Rusya gibi, o dönemlerin gidilmesi zor, renkli ülkelerinde yaptığı tehlikeli yolculuklarının röportajlarıyla Gazetecilik Başarı Ödülleri kazanan Çetiner, belgesel üç haberiyle de yılın gazetecisi seçildi. Yılmaz Çetiner için Edebiyat Sözlüğü’nde şöyle yazılıyor: “Röportajlarında izlenimlerini, görüş ve düşüncelerini canlı bir dille, Türkçenin sınırlarını zorlayarak, zevkli bir biçimde veren Çetiner, röportaj türüne ayrı bir dinamizm getirdi.” Yılmaz Çetiner’in, şu Bizim Rumeli, Mao’ya Tapanlar, El Fetih, Bilinmeyen Arnavutluk röportajları, kitap halinde çıktı. Son kitabı Milliyet Yayınları’ndan çıkan Son Padişah Vahdettin, dokuzuncu baskısını yaptı.
Onun büyük ses getiren eseri ‘Son Padişah Sultan Vahidettin’ çok konuşuldu ve çok da sattı. Aslında bu ilgi yazanın adından çok, yazılan kişinin kimliğiyle bağlantılıydı. Çünkü Vahdettin, Cumhuriyet tarihi boyunca çokça konuşulmuş ve tartışılmış bir simadır. Bazıları onu vatan haini ilan ederken bazıları da vatan sevdalısı bir mağdur olarak görmüştür. 422 sayfadan meydana gelen ve Doğan Kitap tarafından yayınlanan Çetiner’in ‘Son Padişah Vahidettin” kitabı okuyucuya şöyle tanıtılıyor:
“Son Osmanlı padişahının hazin sonunu ve çöken altı yüz yıllık imparatorluğu anlatan ‘Son Padişah Vahideddin’de, bir enkaz üzerinde yükselen Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda yaşananlardan izler de bulacaksınız. Sultan Vahideddin Mustafa Kemal Paşa’yla neler konuştu? Mustafa Kemal Anadolu’ya nasıl geçti? Padişahın kızı Sabiha Sultan’la evlendirilmek istendiği doğru muydu? Abdülmecit Efendi nasıl halife oldu? Padişah İstanbul’u nasıl terk etti? İngilizlerin, Fransızların İstanbul üzerine entrikaları... Ve nihayet padişahın İtalya’da, San Remo’da ölümü, alacaklıların tabutuna haciz koymaları... Yılmaz Çetiner akıcı, duru üslubuyla bu belgeselde bunları anlatıyor.”
Yılmaz Çetiner 59 yıldan beri durmaksızın yazıyordu. Onun köşe yazılarının ve röportajlarının kaç binlerde olduğunu kendisi de bilmezdi. Gazetecilik hayatı boyunca nice devlet adamlarını ve nice hükümetleri gördü, tanıdı, eleştirdi. O basın hayatıyla ilgili anılarını ‘Nefes Nefese’ adlı bir anı kitabında bir araya getirmişti. Bu eser onun bir nevi kişisel tarihi sayılabilir. Fakat bu eserde kendi sergüzeştini anlatırken yaşadığı devrin mühim olaylarına da parmak basıyor. Bu eseri, basın içerisinde olan ve basına ilgi duyanların mutlaka okuması gerekir. Bu kitaptan geçmişe dair ilginç gördüğüm kısımları sizinle paylaşmak istiyorum. Çetiner kitabında bir zamanlar CHP’de Ecevit’in liderlik kavgasını bakın nasıl anlatıyor:
“CHP’de ise bir başka kavga yaşanıyordu o sıralar. Bülent Ecevit yandaşlarıyla beraber ara rejimin yarasını almaktan kurtulmanın hesabını yapıyordu. Deneyimli lider İsmet Paşa’nın bu döneme müdahale etmesini istemiyordu. Asıl amacı başkaydı. İdeallerini gerçekleştirebilmek için genel başkan olmak sevdasıydı. Karaoğlan Türkiye’yi kurtaracak efsanesi görülmemiş bir kampanya ile köşe bucak, dalga dalga yurt sathına yayılırken bir yandan da İsmet Paşa’nın artık yaşlandığı, partiyi yönetemediği, ülkeyi hiç yönetemeyeceği propagandası yapılıyor, fakat asla İnönü’ye kötü laf edilmiyordu. O yine ortanın solunun CHP’nin değişmez lideriydi. İsmet Paşa’sız olmazdı.
Bülent Ecevit parti içerisinde tam bir darbe hazırlıyordu. Adeta sivil bir cunta kurulmuştu. Yurdun dört bir köşesine mesajlar, mektuplar gönderiliyor, örgütle temaslar sıcak tutuluyordu. Sorun İsmet Paşa değil, sorun paşanın çevresindeki fosillerdi. Bunlar artık demode olmuş siyasetçilerdi. Sol düşünceli, ilerici, genç bir lider gelmeliydi göreve. ‘Benden kolay kurtulamazlar’ diyen Ecevit, artık karar mercii olan parti meclisinde, Nihat Erim hükümetine güvensizlik oyu verilmesini istiyordu. Böyle bir hareket, TSK’yı yönetime tam anlamıyla el koyması için davet etmek demekti.”(Nefes Nefese- Yılmaz Çetiner)
Yarım asırdan fazla bir zaman boyunca yazan ve halkı bilgilendiren Çetiner aramızdan ayrıldı. Fakat dolu dolu yaşadı ve arkasında güzel hatıralar ve dostluklar bıraktı. Bugünün gazetecilerinin ondan öğrenmesi gereken çok şey var. Fakat günümüzdeki gazeteciler eski meslektaşlarına pek itibar etmiyorlar. Çünkü onlar her şeyi biliyorlar! ... Çetiner’e Allah’tan rahmet diliyorum. Basın camiamızın başı sağ olsun.
DUYGU ASENA VE KADIN MAHFİLLERİ
M.NİHAT MALKOÇ
Kadın olsun erkek olsun, erkek yanlısı olsun feminist olsun herkes günü gelince göç ediyor bu fani dünyadan. Geriye sadece bıraktığımız bir hoş seda kalıyor. Şayet bırakabilmişsek… Gerisi kısa zamanda nisyan bulutlarına karışıyor.
Feministliğiyle adını duyuran kadın yazarlarımızdan Duygu Asena da fani ömrünü noktaladı. Beyin tümörü tedavisi gördüğü Amerikan Hastanesi’nde 31 Temmuz 2006 Pazartesi sabaha karşı solunum yetmezliğinden hayatını kaybetti. Kısa sayılabilecek ömrüne çok şeyler sığdıran Asena, yaşadığı sürece hep gündem oluşturdu.
Türkiye, Duygu Asena’yı feminist düşüncenin en ateşli savunucusu olarak tanıdı. Kadın hakları için birçok faaliyetin içinde bulunan Asena, bu konuyu köşe yazılarında ve kitaplarında sürekli gündeme getirdi, adeta hafızalara nakşetti. Kadın derneklerinin organize hareket etmesi için uğraştı. Erkeklere karşı, hep kadınların yanında ve yakınında yer aldı.
Duygu Asena, 1946 yılında İstanbul’da doğmuştu. İstanbul Üniversitesi Pedagoji Bölümü’nden mezun olan Asena bir süre Haseki Hastanesi Çocuk Kliniği’nde pedagog olarak çalışmıştı. Daha sonra bir reklâm şirketinde metin yazarı olarak çalışan Asena’nın ilk yazısı 1972 yılında Hürriyet gazetesinde yayınlanmıştı. Gazeteciliğe ‘Şirin’ imzasını kullanarak başlayan Asena; Kadınca, Onyedi, Ev Kadını, Bella, Kim, Negatif dergilerini yönetti. Milliyet gazetesinde başladığı köşe yazarlığını Cumhuriyet ve Yarın’da sürdüren Asena’nın ilk kitabı ‘Kadının Adı Yok’ geniş bir okur kitlesine ulaştı, çok ses getirdi. Bu ifade adeta feminizm davasının sloganı oldu. Kitap 1998 yılında müstehcen bulundu, iki yıl sonra Atıf Yılmaz tarafından filme alındı. Duygu Asena, iki yıldır beyin tümörü tedavisi görüyordu.
Onun en çok bilinen ve ses getiren eseri ‘Kadının Adı Yok’, ilk defa 1987’de yayımlandı ve rekor kırarak bir yıl içinde kırk baskı yaptı. Aynı yıl Nokta dergisinin düzenlediği “Doruktakiler” yarışmasında ve Boğaziçi Üniversitesi’nden yedi bin öğrencinin katıldığı en başarılı kitap seçiminde en fazla oyu alarak yılın kitabı seçildi.
Ne var ki Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu, 1988’in nisan ayında kitabı küçüklere zararlı yayın ilan ederek poşette satılmasına karar verdi. Ancak yazar tarafından açılan dava sonucu, kitap 1991 yılında aklandı. ‘Kadının Adı Yok’ aynı yıl Hollanda ve Almanya’da bu ülkelerin dillerine çevrilerek yayımlandı ve üst üste birkaç baskı yaptı. Hollanda’da ayrıca ikinci bir yayınevi tarafından cep kitabı olarak da basıldı. 1994’te Yunanistan’da piyasaya çıkarak best-seller oldu.
Duygu Asena bu kitabında, temiz, rahat, kıvrak anlatımıyla bir kadının yaşadıklarını, daha doğrusu cinsiyeti kadın olarak belirlenmiş, herkesin üç aşağı beş yukarı tanık olabileceği ortak bir macerayı, bir kadının ağzından anlatıyor. Bu kadın, küçücük bir kızın henüz yaşanmamış doğal meraklarından, aşklar, acılar, sahtekârlıklar, hislerle dolu bir hayatın bazen hafif, bazen ağır kıpırtılarına kadar, kendi ayakları üzerinde durabilmek için mücadele ediyor. Bu kadın, pürüzsüz bir tenden kırışıklıklara uzanan zaman içinde kendisi için var olabilmeyi hedefliyor. Bütün engellere rağmen bunu başarıyor.
Bu satılarla tanıtılan kitabın yazarı Duygu Asena, feminizmin dozunu kaçıran biri olarak bazen kadınlarla erkeklerin arasını açtı. Kadını erkeğin karşısına dikerek erkeğe meydan okuttu. Elmanın birer yarısı olarak niteleyebileceğimiz iki karşı cinsi çok farklı dünyaların insanları olarak sundu. Her şeyin sevgi ve hoşgörüyle halledilmesinin hayırlara vesile olacağı gerçeğini kavga ve meydan okumayla değiştirdi. Fakat onun duygu ve düşüncelerine katılmayanlar katılanlardan daha çoktu. Çünkü Asena’nın mücadele tarzı sertti; erkeği pasifize etmeye yönelikti.
Duygu Asena’nın kadınlara (belki bilmeyerek yaptığı) zararının yarında pek çok yararı da oldu şüphesiz... Özellikle kırsal kesimde erkekler tarafından şiddete maruz bırakılan ve sürekli ezilen kadınların biraz olsun gözünü açtı. Bir kısım erkeklerin ipliğini pazara çıkardı. Ezilmenin ve baskının kader olmadığı gerçeğini onlara gösterdi. Keşke kadının görevleri ve hakları konusunda biraz olsun İslâmî kaynaklara bakarak hareket etseydi, İslâmî hükümlerden ilham alsaydı; o zaman yürüttüğü dava daha temelli olurdu. Üstelik kadınlarla erkekler arasındaki güvensizlik ve nefret uçurumu oluşmazdı.
Kadın mahfilleri her zaman olduğu gibi cenazede de Asena’nın yanındaydı. Mor Çatı’dan Çağdaş Kadınlar Derneği’ne kadar herkes yılmaz bir savaşçıyı kaybetmenin üzüntüsü içerisindeydi. Fakat onların içinde nice Duygu Asenalar vardır. Umarım kadınları savunurken erkeklerin haklarını ihlâl etmezler.
Feminist yazar Duygu Asena’nın cenazesi de sıra dışı oldu. Asena’nın cenazesi sarı güllerle süslendi. Tabutu kadınlar taşıdı. Kadın derneklerinin üyeleri cenazeyi adeta bir meydan okumaya dönüştürdü. Hüzünden çok öfke vardı insanların yüzünde. Alkışlar ve şarkılar da cabası… Bu öfkenin kime karşı ve niçin olduğunu herkes gibi ben de anlamakta zorlandım.
Asena’nın inancını ve din karşısındaki tavrını sorgulayacak değilim. Onun eserlerini okuyanlar bu konuda yeterince bilgiye sahiptirler. Bu hususta bize söz düşmez. En iyisini muhakkak ki Allah bilir. Ne diyelim Allah yine de amelince rahmet eylesin.
YİĞİT DAVA ADAMI ALİ METİN TOKDEMİR
M.NİHAT MALKOÇ
Ölüm nihai kaderimizdir. Tüm insanlar bu ölüm durağına uğramak zorundadır. Öyle veya böyle muhakkak bir gün ölüm yolcusu olacağız. Nitekim Cenab-ı Hakk, Nisa Suresi’nde şöyle buyuruyor: “Her nerede olursanız, ölüm sizi bulur; yüksekçe yerlerde tahkim edilmiş şatolarda olsanız bile.” (Nisa Suresi, 78. Ayet)
Dünya bir mezradır. Peygamberimizin deyimiyle, “Dünya ahiretin tarlasıdır.” Bu tarlaya ne ekersek onu biçeceğiz. Hiç kimse ebediyen kalmayacaktır bu fani âlemde. Rabbimiz bu hakikati Enbiya Suresi’nde şöyle zikrediyor: “Senden önce hiçbir beşere ölümsüzlüğü vermedik; şimdi sen ölürsen onlar ölümsüz mü kalacaklar? ... Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz sizi, şerle de, hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz bize döndürüleceksiniz.” (Enbiya Suresi, Ayet: 34–35) .
İnsanlar ölümü düşünmemek için eğlence ve zevk âlemine sığınıyorlar. Oysa gerçeklerden kaçılmaz. Ölümden ne kadar kaçarsanız kaçın, o sizi takip edecektir. Âlemlerin Rabbi Allahü Tealâ bu konuda şu çarpıcı ifadeleri zikrediyor: “De ki: Elbette sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, şüphesiz sizinle karşılaşıp buluşacaktır. Sonra gaybı da, müşahede edilebileni de bilen (Allah) ’a döndürüleceksiniz; O da size yaptıklarınızı haber verecektir.” (Cuma Suresi, 8. Ayet) Bu ayet-i kerimeler ölüm konusunda çok hassas olmamız gerektiğini hatırlatıyor bize. Her an hazırlıklı olmalıyız ölüme…
Ölüm insanlık tarihi boyunca güncelliğini hep muhafaza etmiştir. Bundan sonra da güncel olmaya devam edecektir. Çünkü ölüm ölmüyor. Melekü’l-mevt daima canları kabzetmekle meşgul… Azrail ruhları ölümsüzlüğe taşıyor. Daha doğrusu ölümsüzlük diyarına bilet kesiyor. Hepimiz bu gişeye er geç uğrayacağız. Bu gişeye giden yollar çok değişiktir. Fakat bütün yollar ölüm kavşağına varır. Ölüm vakti gizlidir; iyi ki de öyledir. Bu an gizli olmasaydı, insanlar korku ve telaş içinde yaşarlardı. Sebepler ölümü sevimli kılıyor.
Yiğit dava adamı Ali Metin Tokdemir de Allah’ın emrine uyup genç yaşında Hakk’a yürüdü. Bilindiği gibi kıymetli insan Ali Metin Tokdemir 8 Aralık 1995 günü Gümüşhane-Trabzon karayolu üzerinde geçirdiği elim bir trafik kazası sonucu Allah’ın rahmetine kavuşmuştu; dünyayı arkada bırakıp Yaradanına sığınmıştı. 11 yıldan beri aramızda yok…
Ülkücü camianın efsanevî isimlerinden olan A. Metin Tokdemir, 21 Haziran 1959 yılında Kelkit’te doğmuştu. İlk ve orta öğrenimini Anadolu’nun çeşitli yerlerinde tamamlayan Tokdemir, Eskişehir İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü’nden mezun olmuştu. Tokdemir çalışkan ve mücadeleci bir dava adamıydı. Otuz altı yıllık kısa ömründe çok büyük işler yaptı. Siyasete küçük yaşlarda giren bu muhterem insan, Ülkü Ocakları, Ülkücü Gençlik Derneği ve Ülkü Yolu Derneği’nin Aydın şubesinde görev yaptıktan sonra Eskişehir Ülkü Ocakları Başkanlığı’na getirildi. Üniversite yılları siyasetle iç içe geçti.
Merhum A. Metin Tokdemir Türk-İslam ülküsünü rehber edinen ve aksiyon haline getiren kâmil bir insandı. Küçük politikalar onu tatmin etmiyordu. Büyük düşünüyordu. Onun için de küçük ve çıkarcı politikalara alet olmuyordu. Bencillik denen manevî hastalıktan çok uzaktı. Kendini Allah ve Resulü Ekrem’in davasına adayan Tokdemir, yaşadığı müddetçe Allah rızası için gecesini gündüzüne katarak çalışmıştır.
Davasına yönelik görevlerini harfiyen yerine getiren A. Metin Tokdemir, Türklük âleminin lideri merhum Alparslan Türkeş tarafından Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı’na getirilerek ödüllendirilmiştir. Pek çok üstün meziyetlere sahip olan Tokdemir, Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı görevini başarıyla yürütmüştür. Bu süre içinde küfrün bütün oyunlarını bozan Tokdemir, ülkücü gençliğin oluşmasında aktif roller üstlenmiştir.
Metin Tokdemir, Mevlana’nın ifadesiyle, olduğu gibi görünen, göründüğü gibi olan, ilmiyle amil bir müslümandı. İnançları için tüm zorluklara göğüs geren Tokdemir, azimli ve cesaretliydi. Çok güçlü bir hitabeti vardı. Kitleleri arkasından sürükleyecek maharetlere sahipti. Ömrü yetseydi Türkiye onu çok konuşacaktı.
Cesur dava adamı A. Metin Tokdemir, sözden çok, yaşantısıyla davasını savunmuştur. Yaşadıklarıyla gençlere örnek olmuştur. Anlattıklarıyla yaşadıkları asla çelişmemiştir. O iman, aşk, aksiyon ve karakter adamıydı. Kendi milletini ‘efendi’, diğer milletleri ‘köle’ gören anlayışa karşıydı. Bütün insanlığın, İslam âleminin ve Türk dünyasının gerçek bağımsızlığını arzuluyordu. 19–20 Ocak 1990 tarihlerinde Azerilerin Bakü’deki Azatlık Meydanı’nda Rus tankları altında ezildiği sırada, Türkiye genelinde düzenlediği Organize Tel’in Mitingleri’yle Türk milletinin gönlünde taht kurmuştu. Onun bu hareketi geniş kitleler tarafından desteklendi. Onun sayesinde Türk soydaşlarımız, haklı davalarını geniş platformlarda duyurabilme imkânına kavuştular. Tokdemir’in bu örnek hareketleri soydaşlarımızın mücadele gücünü ve azmini artırdı.
Bunun yanında onun Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı yaptığı dönemde Bulgaristan’daki Türk soydaşlarımıza değişik işkenceler yapılıyordu. O, bu olayların üzerine yiğitçe gitti. Bulgar zulmünü Türkiye gündemine oturttu. Onun sayesinde pek çok soydaşımız rahat bir nefes aldı. Bazıları ise Türkiye’ye sığındı.
Tokdemir aydın bir insandı. İyi bir kültürel altyapısı vardı. Her fırsatta kitap okurdu. Özellikle siyaset teorileri ve analizleri üzerinde engin bir bilgi birikimine sahipti. Olayları çok iyi analiz etme becerisi vardı. Bunu hem çok okumasına, hem ileri görüşlülüğüne hem de tecrübesine borçluydu. Türk-İslâm ülküsünün içeriğini fevkalade bilir ve gençlere aktarırdı. Sıradan sloganlardan ve içi boş ifadelerden haz almazdı. Ülkücülerin aydın insanlar olması gerektiğine inanırdı. Bunu sağlamak için ocak seminerlerine ağırlık verirdi. Türk-İslâm Sentezi ifadesini sevmezdi. Onun yerine Seyyid Ahmet Arvasi’nin eserine de ad olan ‘Türk-İslâm Ülküsü’ tabirini kullanırdı. Sentez, yalından karmaşık olana, külliden cüziye, zorunludan olasıya, ilkeden onun uygulanmasına, genel yasadan bireysel duruma, nedenden etkiye, öncülden varılan sonuca giden düşünme biçimi, bireşim ve terkip demektir. Oysa ülkücülerin davası İslâm’ın ta kendisiydi. Bunu sentezi olamazdı.
Ali Metin Tokdemir müthiş bir enerji sahibiydi. Ülkemizi Edirne’den Kars’a Sinop’tan Anamur’a kadar baştanbaşa dolaşmıştı. Fakat onun yaptığı turistik gezi değildi. O insanların mefkûre sahibi olması için çabalıyordu. Gençlerin çağın bataklığına düşmemesi için uğraşıyordu. Türklüğün zilletten kurtulması için koşuşturuyordu. Etkili hitabetiyle kitleleri heyecana sevkediyordu. Vücut dilini çok iyi kullanıyordu. Hakikat adına bildiği ne varsa, yerinde ve zamanında olmak kaydıyla, onu gönüldaşlarıyla paylaşıyordu. Tabir caizse o bir deryaydı. Fakat zaman o deryadan fazlaca nasiplenmemize müsaade etmedi.
Türklüğe ve Müslümanlığa hizmet edenlerin yanındaydı hep… Tarihî kişiliklerin unutulmaması için gayret sarfediyordu. Bu davaya hizmet edenlerin hatırlanması gerektiğine inanıyor, ülkünün temel taşlarının nisyan bulutları içerisinde kaybolmaması için çırpınıp duruyordu. Onun vefası meşhurdu. İnsanların vefasızlığını içine sindiremiyordu. Bununla ilgili olarak söylediği şu söz ne kadar manidardır: “Ahde vefasızlık imansızlıktır.” Bu söz sanırım bu husustaki her şeyi ifade etmek için yeterlidir. Yine onun “Unutmak tükenmektir” veciz sözünü hatırlatmadan geçemeyeceğim. Bununla alakalı olarak her yıl Mayıs ayının son haftasının “Ülkücü Şehitler Haftası” olarak kutlanması fikri ondan gelmişti.
‘İnsan ektiğini biçer’ derler. O, vefa ekmişti yaşadığı müddetçe… Ülkücüler onun ektiği tohumları yeşertti. ‘Ali Metin Tokdemir’ bir abide şahsiyet olarak milletin hafızasına kazındı. Onunla ilgili olarak makaleler, ağıtlar ve kitaplar yazıldı. Önder Karayılan’ın derlediği “Ve Metin Tokdemir” kitabı da bunlardan biridir. Ülkücü kesimin çok sevdiği sanatçılardan Mustafa Yıldızdoğan A. Metin Tokdemir’in ölümünden sonra kendisi tarafından yazılan aşağıdaki şiiri besteleyerek ‘Sevmeyen Bilmez’ adlı albümünde seslendirmiş, onun müzik yoluyla da hatırlanmasına katkıda bulunmuştur:
“Dosdoğruydu ok Tokdemir,
Zafer geldi yok Tokdemir,
Senin suladığın güller
Yeşerdi bak, bak Tokdemir.
Sevda Metin, yürek Metin,
Yollar yokuş, yollar çetin
Sen vuslata erdin amma
Nesilleri sarar methin.
Ömrü çileyle bilendi,
Pes etmedi hep direndi
Garip dostu dağ gönüllüm
Hem yiğitti hem erendi.”
Merhum Tokdemir, milletiyle bütünleşen örnek bir şahsiyetti. Ülkemizin sosyal, ekonomik ve kültürel meseleleriyle ilgilenen ve bu konularda kafa yoran bir insandı. O toplayıcı ve birleştirici bir karaktere sahipti. Türk-İslam ülküsüne gerçekten inanmış ve aşkla bağlanmıştı. Şahsî menfaatlerini, davanın ruhuna engel teşkil edecek derecede öne sürmeyen ve hak bildiği yolda yürüyen Tokdemir, sadece davasının başarısını düşünmüştür. Öldüğünde eşine ve minik yavrusuna bir ev bile bırakamamıştır. O sabırlı, azimli, ahlâklı, basiretli, disiplinli ve kültürlü bir insandı. Bu özelliklere sahip olan Tokdemir, davasının ‘A Takımı’ndandı. Yani birinci derecede öncelikli meziyetlere sahipti.
A. Metin Tokdemir’in davası ‘İlay-ı kelimetullah’ ve ‘Nizam-ı Âlem’ düşüncesini cihana hâkim kılmaktı. İnandığı davasından zerre kadar taviz vermeden, ‘Nizam-ı Âlem’ ve ‘İlây-ı Kelimettulah’ uğrunda Anadolu’yu adım adım dolaşarak verdiği dizi konferanslarla Ülkücü Hareket’e ivme, heyecan ve şuur kazandıran A. Metin Tokdemir, bir ara Türk Ocakları Genel Merkezi’nde, Türk Cumhuriyetleri’nden gelen öğrencilerin koordinasyonu görevini üstlendi. Çünkü O, çok hamiyetli bir kişiydi. Özellikle Türk soydaşlarımızı tutku derecesinde seviyordu. Onların esareti yüreğini dağlıyordu.
Merhum Tokdemir, Türkiye genelindeki konferanslarında millet ve milliyet gerçeklerini geniş kitlelere aktarmıştır. Milliyetçiliğiyle şeref duyuyordu O…. Bazılarının düşünmeden, hesapsız kitapsız bir şekilde kınadığı milliyetçilik anlayışı gerçekte dinimizce de yasaklanmamıştır. Yasaklanan ırkçılıktır. Onu biz de tasvip etmiyoruz zaten… Biz Türk milletinden ve İslam ümmetinden olmakla gurur duyuyoruz. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyruluyor: “Ey insanlar, biz sizleri bir erkekle, bir kadından yarattık ve birbirinizle tanışasınız diye sizi şubelere, ırklara, kavimlere ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki, Allah yanında en şerefliniz takvada en ileri olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır.” (Hucurat S. 13. Ayet)
Yine mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’de: “Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı olması, O’nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, âlimler için gerçekten ayetler vardır.” buyrulmaktadır. (Rum Suresi, Ayet: 22) Bu arada şanı yüce peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v) mübarek sözleriyle İslam ve milliyet kavramlarına açıklık getirmiş ve ırkçılığı reddederken milliyetçiliği yüceltmiştir: “Kişi kavmini sevmekle suçlandırılamaz. Kavmin efendisi, kavmine hizmet edendir. Soyunu inkâr edene Allah, melekler ve insanlar lanet etsin.” Merhum Tokdemir bu gerçekleri her fırsatta dile getirerek, yanlış anlaşılmaların üzerine gitmiştir. Hakikatlerin tersyüz edilmesine izin vermemiştir.
Merhum A. Metin Tokdemir, Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı görevini müteakip, sırayla Yeni Düşünce, Ortadoğu, Milliyetçi Çizgi ve Hergün gazetelerinde köşe yazarlığı, Yazı İşleri Müdürlüğü ve Genel Yayın Yönetmenliği görevlerinde bulundu. Onun diğer gazeteci ve yazarlardan farkı, yazdığını yaşaması, yaşadığını yazmasıdır. Bu konuda realist bir tavır içerisindeydi.
Sevgili A. Metin Tokdemir engin bir birikime sahipti. Bu tecrübelerini TBMM’ye taşıyarak Türk milletinin istifadesine sunma niyetindeydi. Bunun için 24 Aralık 1995 seçimlerinde Gümüşhane’den milletvekili adayı oldu. MHP’den milletvekilliğine talip olan Tokdemir hızlı bir propaganda faaliyetine girişti. Ölümünden birkaç gün önce, Gümüşhane Dumlupınar İlköğretim Okulu salonunda düzenlenen gecede şu ifadelere yer veriyordu. Bu sözler onun ağzından duyduğum son sözlerdi:
“Biz Türk-İslam ülküsünün erleriyiz. Davamız hak ve hakikat mücadelesidir. Amacım yıllardır unutulan ve hizmetten mahrum bırakılan Gümüşhanelilerin haklarını savunmaktan ibarettir. Nasip olur da Meclis’e girebilirsem, Türk milletinin menfaatlerinin takipçisi olacağım. Milletimizi ezilmişlikten ve itilmişlikten kurtarmak için canla başla çalışacağım. Hor görülmüş ve değerleri ayaklar altına alınmış Türk-İslam âleminin şahlanması için itici güç olacağım. İnsanımızın inanç özgürlüğünü temin etmek için var gücümle mücadele edeceğim. Söylediklerimi gerçekleştiremezsem verdiğiniz yetkiyi yine sizlere teslim edeceğim. Destek sizden, kısmet Allah’tandır. Allah bizi utandırmasın.”
Bu sözler onun siyasî duruşunu gösteriyordu aynı zamanda. Ama kısmet olmadı işte. Kaderde olmayanı yaşamak mümkün değildi. O da hayallerinin gerçekleşmesini göremeden bu fani âlemden beka dünyasına göç etti. A. Metin Tokdemir, adaylığının kesinleşmesinden birkaç gün sonra Ankara’daki Gümüşhaneliler Derneği’nin düzenlemiş olduğu toplantıya katılmak için Gümüşhane’den Trabzon’a hareket etti. Trabzon Havaalanı’nda bineceği uçakla Ankara’ya varacaktı. Fakat o güzel insan, Maçka ilçesine bağlı Başarköy yakınlarında geçirdiği elim bir trafik kazası sonucu yaralı olarak Trabzon Numune Hastanesi’ne kaldırıldı. Oradan Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi Farabi Hastanesi’ne sevk edilen Tokdemir, bütün gayretlere rağmen kurtarılamayarak, Cenab-ı Hakk’ın ‘benim ayım’ dediği Recep ayında, 8 Aralık 1995 Cuma günü saat 15.15 sularında Hakk’ın rahmetine kavuştu.
Bilindiği gibi üç aylar (Recep, Şaban, Ramazan) çok mukaddes anlamlar taşır. Cuma günleri de, günlerin en hayırlısıdır; Müslümanların bayramıdır. Merhum A. Metin Tokdemir, üç aylarda ve de Cuma gününde vefat etti. Bu, Allah’ın merhuma dünyadaki manevî hizmetleri karşılığında sunduğu bir lütuftu. Hem Recep ayında, hem de Cuma günü ölmek her mümine nasip olmaz.
Merhum A. Metin Tokdemir Gümüşhane’nin ve şirin Kelkit ilçemizin medar-ı iftiharıydı. Şimdi baba ocağı olan Kelkit’te metfundur; servilerin gölgesinde serinlenmektedir. O, taraflı tarafsız herkesin gönlünde taht kurmuştu. Merhumun vefatı üzerine Gümüşhaneli şair Zülfikâr Yapar Kaleli, yazdığı Ağıt’la Gümüşhanelilerin acısına tercüman olmuştur:
“Çileye Metindi, mertlikte Ali,
Tokdemir’i kına soktu da gitti.
Kanadı yaralı serçe misali,
Gerili yaydaki, oktu da, gitti.
Gün olup binince ecel tahtına,
Kanmadı dünyanın saltanatına,
Bir yolunu bulup Rahman katına
İsa gibi göğe çıktı da, gitti.”
Merhum A. Metin Tokdemir toplumcu bir insandı. Sosyal tarafları ağır basıyordu. Cemiyeti teşhis ve tahlil etmede ustaydı. İnsanların ezilmesine tahammül edemiyordu. Dünyanın, uğrunda yaratıldığı insan kavramına saygı duyulmasının öncelikli bir düşünce olması gerektiğine inanıyordu. Haktan görünerek halkı ezenlere karşı mücadele etmeye ant içmişti. Dünyanın ve dünyayı anlamlı kılan insanın amacından sapması, onu rahatsız ediyordu. İnsanların samimiyetsizliği kahrediyordu bu güzel insanı. Her şeye rağmen ümitvar bir ruh yapısına sahipti. Herkes annesini sever ama O, anasına memedeki bir çocuğun düşkünlüğü derecesinde meftundu. Abisi Engin, onun en değerli varlıklarından biriydi. Fakat sevdikleriyle uzun uzun dertleşemedi. Üstelik yeni evli sayılabilecek bir zamanda Hakk’a yürüdü. Kaleli bu zorunlu yürüyüşü şöyle dile getiriyor:
“İmkân aramayıp sefil gezenden
Hele hak adına halkı ezenden,
Bu iğrenç dünyadan, kahpe düzenden
Riyakâr yüzlerden bıktı da, gitti.
Bundan geri ne söylesem nafile,
Hayata gülerdi ağlasa bile
Bakmaya kıydığı anası ile
Engin’i enginde yaktı da, gitti.”
A. Metin Tokdemir, Allah’tan başkasına kul olmayan, maneviyatı daima maddiyatın üzerinde gören, derviş ruhlu, kâmil bir insandı. Bu kısacık ömründe yılmadan yorulmadan kutlu davasının hizmetinde koştu. O, kendini Peygamberin kutlu vekili olarak gören aziz Türk milletinin bir ferdi olmaktan şeref duyuyordu. Şeyh Galip’in şu beytini ölçü edindiği için, insana çok kıymet veriyordu:
“Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dide-i ekvan olan âdemsin sen”
(Kendine iyi bak, sen âlemin özüsün. Yaratılışın özünün göz bebeği olan insansın sen…)
Cesur bir dava adamı olan A. Metin Tokdemir, gücünü davasından ve cihad ruhundan alıyordu. Kendini yenileyebilen olgun bir insandı Tokdemir… Sadece gerçekleri konuşmayı, yeri gelince de susmayı tercih ediyordu. Fakat O, “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” hadisini asla göz ardı etmemiştir. Yaşadıkça hep doğruları söylemeye, aksi halde susmaya gayret etmiştir. Onun bu özelliğini Kaleli’nin şu dörtlüklerinde bulmak mümkündür:
“Kendini aşmıştı olgun ve selim,
‘Hakkı söylemezsem tutulsun dilim
Uzun bir yoldayım helalleşelim,’
Diyerek elleri sıktı da, gitti.
Ne lüzumu var artık neden, niçine
Selâm durun, geçen devin göçüne
Yağmurlara gebe bulut içine,
Bir yıldız misali aktı da, gitti.
Gönül Mevla evi güzelce donat,
Meleklerle giden neylesin kanat,
Yağmura nazire, buluta inat,
Şimşek edasıyla çaktı da, gitti.”
Merhum A. Metin Tokdemir'i rahatsız eden konuların başında Batı hayranlığı gelmekteydi. O, her akıllı insan gibi Batı’nın teknolojisinin alınması gerektiğini savunurdu. Fakat Batı kültürüne körü körüne kucak açmaya karşıydı. Çünkü kültürler inançlarla yoğrulmuştur. Avrupalının inançlarıyla bizim inançlarımız bağdaşmaz. Bu sebeple kültür değerlerimiz de farklılıklar arzetmektedir. Tokdemir’in ölümünden duyulan acıyı yansıtan Kaleli, yazdığı ‘Ağıt’ı şöyle bitiriyor:
“Şafaklar can bulur ağarınca tan,
Can gözde olunca kurtulur vatan,
Kaldırdı başını şöyle tabuttan,
Gülümsedi son kez, baktı da, gitti.
Bir kabir dar gelir bu kutlu ere,
Mekânı gök olan sığar mı yere,
Kutlu şehitlerin kavli üzere,
Güneşe bir çengel taktı da, gitti.
Başı dumanlıdır dağlar kar iken,
Hep fatiha biçer besmele eken,
Evet, tam gülmeye sıra gelmişken,
Kaleli’yi külli yaktı da, gitti.”
Biz ölümü sonsuzluğa yolculuk olarak tanımlarız. Ebedî âleme açılan kapının anahtarını verir Azrail… Onun için ölüm asla yokluk değildir. Cennet köşelerinden bir parça olan ülkemizden kopmak üzer sevdalı yürekleri… Vatandan ayrılmayı ölümle eşdeğer görürüz biz… Bizi ancak Yahya Kemal’in şu beyti hakkıyla anlatabilir:
“Ölmek kaderde var bize ürküntü vermiyor.
Lakin vatandan ayrılışın ıstırabı zor.”
Netice itibariyle şunu söyleyebiliriz: Bir Ali Metin Tokdemir geçti bu fani dünyadan… O da herkes gibi kendisine takdir edilen sınırlı ömrü yaşadı. Bu 36 yıl gibi son derece mahdut bir zamandan ibaretti. Fakat yaşanan süre kısa olsa da O, arkasında hoş bir seda ve güzel hatıralar bıraktı. Onu bu sınırlı satırlarda anlatmak çok zor… Nihaî sözü; son zamanların moda tabiriyle söylemek gerekirse ‘Metin Tokdemir adam gibi adamdı.’ Allah rahmet eylesin. Rabbim bu gibi üstün şahsiyetlerin sayısını artırsın.
HER MİHNET KABULÜM YETER Kİ! ...
M.NİHAT MALKOÇ
Bin bir sıkıntının serencamında geleceğe ümitle bakmaktır yaşamayı sevmek… Yağan yağmurla arınmak, nefretin saçından tutup sevgiye yelken açmak, içimizde birikmiş kin tortularını kazıyıp bertaraf etmek, huzurun kapısını çalmak bizi canlandırır ve diri tutar.
Yürekteki sevgiyi sarıp sarmalamak, kuştüyü yorganlarla örterek büyütmek, yarınlarımızın çiçekli bahçelerinde bir goncayı iri bir güle dönüştürmek, yürek coğrafyasının dağlarına kırkikindi yağmurları gibi yağıp boşalmak, hasretin ve acının defterini dürmek, güzelliklere giden yoldaki dikenleri kaldırmak hayata dört elle sarılmak; fanilerin beka adına gerçekleştirdiklerin uğraşların en hayatî olanlarıdır.
Kendini tüketmeden yaşamak güzeldir elbet…. Çünkü tükenmişliğin yamaçlarında ayakta durmak buz üstünde cambazlık yapmaktan daha zordur. Yalnızlığın gönül kapılarımıza dayandığı gece yarılarında umutları kalkan ederiz hicran fedailerine. Şehla gözlerin hedef tutturmada zorlandığı demlerde kirpiklerin bir ok misali saplanmaması için yüreğime müfrezeler atıyorum. Yorgun bakışların gölgesi altında salıveriyorum mahrem duygularımı.
Bütün hile ve dalaverelerine rağmen sevmeli hayatı, dört elle sarılmalı zamanın saçlarına… Çekip sürüklemeli onu uzak dağ yamaçlarına. Yıkamalı hazan yağmurlarıyla, arındırmalı tepeden tırnağa kadar... Tekrarı olmayan geçen zamanı doyasıya değerlendirmeli ve her dakikanın içini doldurmalı tıka basa. Zamanın akışına set çekemiyorsak doyumsuzca yaşamalı anın keyfini. Kederleri sürüklemeli tenha uçurumlara. Cahit Sıtkı’nın sarıldığı gibi sarılmalı hayatın yerde sürüklenen eteklerine. Onun gibi haykırmalı ‘Gün eksilmesin penceremden! ’ diyerek… Onun şu dizelerini yüksek sesle okumalı her gece vakti… Okudukça da yürekteki efkârı dağıtmalı köşe bucak:
“Ne doğan güne hükmüm geçer,
Ne halden anlayan bulunur;
Ah aklımdan ölümüm geçer;
Sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur.
Ve gönül Tanrısına der ki:
- Pervam yok verdiğin elemden;
Her mihnet kabulüm, yeter ki
Gün eksilmesin penceremden! ”
Sağlam basmalı yere öncelikle, tek ayaküstünde bekletmeli bütün kederleri… Biriken havasını almalı ara sıra gönül tekerleğinin… İç âlemimize çekidüzen verirken geçmişin kaygı ve elemlerine sünger çekmeli. Yaşanmışlıkları kurcalamamalı, pişmanlıkları gözden ırak tutmalı… Gülümsediğimiz zaman dilimlerini çerçeveleyip yatak odamızın görünen bir yerine asmalı. Onlardan pozitif enerji alarak uykuya dalmalı. Bu sayede göreceğimiz rüyalar da mütebessim olacaktır. Kâbuslar yatak odamıza ve uykularımıza giremeyecektir.
Vurgun yemiş hissiyatı gönül okyanusunda yüzdürmeli. Duygu yoğunluğu içerisinde kaldığımız anlarda hayatın gülen yüzüne sığınmalıyız. Umutsuzluklardan ve umudunu kaybetmiş insanlardan vebadan kaçarcasına kaçmalıyız. Hiç kimsenin hayatımızı cendereye almasına müsaade etmemeliyiz. Bizler de başkalarının hayatını kıskaca almaktan sakınmalıyız. Çünkü ne olursa olsun hayat bir noktaya kadar şahsî ve muhteremdir.
Yaşadığımız asık suratlı çağda pek çoğumuz sevgi dersinden ikmale kaldık. Hayatımızda köklü değişikliklere izin ver(e) mediğimiz için sevginin bütünlemesini aşamıyoruz. Çünkü empatiyi(duygudaşlık) hayatımızın bir parçası hâline getiremedik. Parolamız sevgi olduktan sonra aşamayacağımız engel, açamayacağımız kapı yoktur evelallah. Hayatı yaşanır kılmak için sevgiyi gönül köşkümüzün itibarlı misafiri yapmak mecburiyetindeyiz.
Kaybetme korkusuyla sevmekten korkanlara şaşarım. Aslında sevgi kaybedilince daha da büyür ve yücelir. Kaybetme korkusu bizlerin elini ayağını bağlayan paslı bir zincirdir. Bununla ilgili olarak İngiliz şair Shakespeare ne güzel söylemiş: “İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor… Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için… Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için. Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için…. Duygularını ifade etmekten korkuyor, reddedilmekten korktuğu ğ için… Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğinin kıymetini bilmediği için… Unutulmaktan korkuyor, dünyaya bir şey vermediği için… Ve ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için…”
Hayat bütün çirkefliklere ve acılara rağmen yaşanmaya değer doğrusu… Yeter ki hayatı güzelleştirmek ve yaşanılabilir kılmak için sebep arayalım. Güzellikleri ıskalamazken çirkinlikleri görmezden gelelim. Penceremizden gün doğduğu müddetçe, nefes aldığımız sürece hoşgörüyü ve sevgiyi bayraklaştıralım. Milyonlarca yıllardan beri gök kubbede güneş ve ay vazifesini yaparken hiç üşeniyorlar mı? Peki, bizim hayata karşı kayıtsızlığımız ve üşengeçliğimiz niye? Penceremizden gün eksilene dek umudun takipçisi olalım, yaşayalım ve yaşatalım. Göreceksiniz her şey eskisinden daha güzel olacak.
ASRIN MABETLERİ VE KAYBOLAN GENÇLİĞİMİZ
M.NİHAT MALKOÇ
‘Dünya gençliği nereye koşuyor? ’ desem ne düşünürsünüz bilemem… Ya ‘Türk gençliği nereye koşuyor’ diye sorsam ne cevap verirsiniz? Çok müspet şeyler söyleyebilir misiniz Allah aşkına? Bilime, teknolojiye, kültür, sanat ve edebiyata koşuyor diyebilir misiniz? Diyebilirseniz endişe edecek bir durum yok. Fakat vicdanî kanaatlerinizi hesaba katarsanız olumlu bir cevap veremezsiniz herhalde.
Dünya gençliği bizimkilerden daha iyi bir yoldadır, desem belki gülersiniz ama hakikat budur. Çünkü dünya gençliği inanç boşluğu içerisinde debelenip durmakta olmasına rağmen eğitim açısından bakarsak bizden daha iyi bir noktada olduklarını görürüz. Yani dünyanın medenî ülkelerinde gençler bilime ve sanata yönlendiriliyor. Bu, içlerindeki maneviyat boşluğunu doldurmuyorsa da kendilerini meşgul ediyor. Ya bizim gençlerimiz? Onlar ne iyi bir dinî terbiye, ne iyi bir eğitim, ne de kapsamlı bir kültür birikimi alabiliyorlar.
Gençlerimiz uzun yıllardan beri boş maceralar peşinde sürükleniyorlar. Kitap okuma ve kendini yenileme alışkanlığı yok bizlerde. Bilgisayar oyunları, günübirlik eğlenceler, müzik, atari, sinema ve özellikle futbol; yarınlarımızın teminatı olmasını umduğumuz gençlerimizin kıymetli zamanlarını yok ediyor. Bilgi dağarcığımıza yeni şeyler ilâve etmiyoruz. Üretmekten ve ufkumuzu genişletmekten çok uzağız.
Türkiye’de spor aslında futbol demek… Diğer branşlar(dallar) dikkate alınmıyor bile… İşsiz ve parasız gençlerimizi futbolun tuzağına düşürerek vakitlerini çalıyorlar. Oyuncu olarak bu işle meşgul olanları biraz anlıyorum da seyirci olarak ilgilenenleri, özellikle fanatikleri anlamakta zorlanıyorum. Çünkü onların eline hiçbir şey geçmiyor.
Rivayetlere göre; İspanya’yı 1935–1975 yıllarında tam kırk yıl yönetmiş olan General Franco; “Bu kadar uzun yıllar iktidarda nasıl kaldın? ” diyenlere bu işin sırrını şöyle açıklamıştı: “Üç ‘F’ sayesinde; halkı üç ‘F’ ile meşgul ettim…” Üç F dediği şeyler İspanyolcada: Futbol, Fiesta (eğlence) , Femenino (kadın) oluyor. Durum bundan ibaret… Bizde bunun aksinin olduğunu kim söyleyebilir? Yazık, hem ne kadar yazık! ....
Futbol günümüzde yığınların dini hâline gelmiş durumda. Milyon dolarlık imamları ve on binleri barındıran mabetleri var. Bu çağdaş mabetlere gidip ruhen boşalıyorlar. Toplumsal baskılar statların ardında bırakılıyor. Olmadık hakaretler ve küfürler bu mabedin çatılarında yankılanıyor. Küfür, şiddet ve hakaret üzerine kurulmuş bir sistem bu… Üstelik büyük paralar vererek giriyoruz bu mabetlere. Mabet deyişimi mazur görün, bunu camilerle ilişkilendirmeyin lütfen… Çünkü camiye gidenler sevaplarına yenilerini ekleyerek, hayırlı bir iş yapmış olurlar; oysa statlara gidip içindeki kin ve nefreti kusanlar günahlarına yenilerini ekleyerek, kendilerini manevî çıkmazlara sürüklüyorlar.
Futbol aslında o kadar da harikulâde bir oyun değildir. Basit bir sistem üzerine kurulmuştur. Futbolda kitleleri sürükleyen ve heyecanlandıran enaniyet ve iddiadır. On yıllardan beri oynanmasına rağmen futbolda gözle görülür değişiklikler ve yenilikler yok. Şahsen ben futbolu göz zevkini doyurmaktan da uzak görüyorum. Estetik bir yanının olduğuna da inanmıyorum. Yenilenmeye ve değişime de müsait bir yapısı yok. ‘Benim oğlum bina okur döner döner gene okur’ misali aynı terane sürüp gidiyor.
Aslında futbol bir kısım insanların kasalarının dolması için bir araçtır. Çünkü bugün futbol ekonomik açıdan gelişmiş bir sektör olarak karşımıza çıkıyor. Futbolda sponsorluk(destekleyici) bağlantıları ve reklâm organizasyonları almış başını gidiyor. Keza transferlerde dönen paralar, milyon dolarlar dudaklarımızı uçuklatıyor. Şayet gençler futbola beklenen ilgiyi göstermezlerse bu para ilişkileri de doğal olarak sekteye uğrar.
Futbol, kitleleri uyutmada, hipnotize etmede vazgeçilmez bir araçtır. Futbol olmasaydı haksızlıklar, yolsuzluklar, savaşlar, işgaller, cinayetler, iktidarların başarısızlıkları, hileler, kandırmacalar nasıl göz ardı edilebilirdi? Futbol bu olumsuzluklara kalın bir örtü oluyor, onların gölgede kalmasını sağlıyor. Uyanıkların, hilebazların ve alçakların gemisi karada bile yürüyor. Ortalık sütliman sanılıyor. Oysa hiçbir şey görüldüğü gibi değil.
Gençliğimiz uzun yıllardan beri içi boş bir meşin yuvarlağın peşinde ahmakça koşturuluyor. Gençlere Allah ve ahiret günü bilinci verilmiyor. Namaz gündemimizin çok dışında… Cumaları kılmak mümin olmak için yeterli sayılıyor. Gerçi gençlerimizin çoğu cumaya da devam etmiyor. İslam’ın ve imanın şartlarını bilsek de özüne inmekten uzağız.
Futbol çağdaş toplumları ve özellikle gençleri uyuşturuyor. Hakikatleri görmememiz için gözlerimiz soyut bağcıklarla bağlanıyor. Her geçen gün sürü psikolojisi içerisine dâhil ediliyoruz. Çobanlarımız bizi uçurumun eşiğine getirmiş, kurbanlık koyun gibi bekletiyor. Düşmemiz an meselesi… Bu uçurumdan ancak Hakk’a ve hakikate sarılanlar kurtulabilecektir.
HEM TÜRK’ÜM HEM MÜSLÜMAN! ...
M.NİHAT MALKOÇ
İnsan dünyaya gelirken Allah ona ‘seni Türk olarak mı, Fransız olarak mı yaratayım’ diye sormuyor. Demek ki ırkın fazla bir ehemmiyeti yok. Fakat bazı ırklar vardır ki dünya tarihi içerisinde yaptıkları çirkefliklerle insanlık önünde karalanmışlardır. Bu milletlerle ilgili olarak isim vermesem de sizler hangi milletleri kastettiği mi anlıyorsunuz.
Yaptığı akıl ve vicdan dışı icraatlarla insanlık tarihine karabasan gibi çöken milletleri insanlık unutmadı, unutmayacak da… Çünkü onların açtığı yaralar öyle kolay kapanır cinsten değil. Çok şükür ki bu hastalıklı milletler arasında Türklerin adı yok. Bu hususta ne kadar sevinsek ve övünsek azdır. Tarih Türklerle ilgili olarak hiçbir bariz çirkeflik kaydetmemiştir. Bu hususta ferdi tasarruflar olsa da dikkate alınmaz, alınmamalıdır. Şayet bunu çürüten iddia sahipleri varsa bilin ki onlar da içlerindeki kini kusup iftira atıyorlardır.
Bütün çocuklar Müslüman fıtratı üzere doğarlar. Başka milliyetlerden olsalar da ergenlik çağına kadar onlara Müslüman gözüyle bakılır. Ne zaman ki kişi akıl baliğ olur, işte o zaman inancını seçerek tescil eder. Bizler çok şükür ki Müslüman topraklarda, mümin ailelerde doğduk. Arayışa girmek mecburiyetinde kalmadık. Küçük yaşlardan itibaren Müslüman karakterinin esaslarıyla yoğrulduk. Onun için başka inançlara itibar etmedik. Bunu bir avantaj olarak görmek gerekir. Acaba o zor şartlar altında iman arayışı içerisine girip Müslümanlıkla müşerref olabilir miydik? Maazallah Batılı bir ülkede, gayri müslim bir aile içerisinde dünyaya gelseydik bugünkü konumda olmayabilirdik. Nerden baksan zor ve riskli bir arayış olurdu. Hâlimize şükretmek lâzım.
Türk milleti tarih sahnesine çıkışından bugüne kadar dik ve onurlu durmasını bilmiştir. İslamiyeti kabul etmeden evvel de bu milletin temel dinamikleri insaniyet üzere şekillenmişti. Adalet ve namus anlayışları çağın çok ilerisindeydi. İslamiyetin kabulüyle birlikte insani hassasiyetler daha da inceldi. Alpler eren oldu. Yeni alperen kimliği ses getirdi.
Şerefli Türk milleti bütün insanlığa gönderilen son din olan İslamiyetin bayraktarlığına soyundu. Aslında tarih milletimize bu vazifeyi biçti. Çünkü bu bayrağı yükseklerde salındıracak yegâne millet Türk milletiydi. Her şeyimiz islamla uyuşuyordu. Yani arada bir kan uyuşmazlığı yoktu. Onun içindir ki İslam akidelerini benimsememiz zor olmadı.
Bazıları Türklerin Müslüman olma sürecini sulandırsa da hakikatler tarihî hadiselerle rabıtalıdır. Talas Savaşı’yla başlayan Türk-Arap yakınlaşması zamanla inanç kardeşliğine dönüşmüştür. Her ne kadar tarih boyunca bu iki milleti birbirine düşürmek ve birbiriyle çatıştırmak isteyenler olmuşsa da gayelerine tam anlamıyla ulaşamamışlardır.
Milletimiz islamiyete çok büyük sevgi ve hürmet göstermiştir. Şairlerimiz en güzel şiirlerini Peygamber Efendimiz için yazmışlardır. Süleyman Çelebi’nin Mevlit’iVesiletü’n- Necat ve Yazıcıoğlu Muhammed’in Muhammediye’si bu sahadaki en mühim numunelerdir. Bu güzel naat zincirine her geçen gün yeni halkalar eklenmektedir.
Bazıları Türklükle Müslümanlığı uyumsuz olarak göstermenin ve bunlardan birine öncelik vermenin çirkin mücadelesiyle vakit öldürüyor. Hatta ‘Sen önce Türk müsün, Müslüman mısın? Suda boğulmakta olan bir Müslüman’la bir Türk’ü görsen hangisini önce kurtarırsın’ gibi amiyanesıradan suallerle zihinleri bulandırmak istiyorlar. Bu basitliğe düşmeden şunu söylemeliyiz: ‘Türklük bizim bedenimizse Müslümanlık ruhumuzdur.’ Zorlamayla bedenle ruhu çelişki içerisinde göstermek kara cahilliktir.
Türklükle Müslümanlık etle tırnak gibidir. Zira Avrupa’da Türk deyince Batılı insanlar Müslüman’ı, Müslüman deyince de Türk’ü gözlerinin önünde canlandırıyorlar. Osmanlı devleti zamanında Türk kültürü, edebiyatı ve mimarisi İslâmî unsurlarla ve dinî motifleriyle şekillenmiştir. Bunlar eski Türk kültürünün kalıntılarıyla apayrı bir sentez oluşturmuştur. Fakat bu birleşimde hiçbir öğe sırıtmamıştır; uyumlu bir yelpaze çıkmıştır ortaya…..
Nizam-ı âlemin öncüsü olan Müslüman Türkler tarih boyunca üç kıtaya adalet götürdüler. Osmanlı güçten düşünce Balkanlar’dan Ortadoğu’ya kadar her tarafta bir başıboşluk ve çözülme görülmeye başlandı. Huzur ve istikrar mumla aranır oldu. Bugün o topraklarda yaşayanlar ceddimizin merhamet iklimini çok özlüyorlar. Bugün kavganın beşiği olan Budin, kılıç şakırtılarını rüyasında gören Estergon, mahzun Üsküp, havaya uçurulan Mostar, kana bulanan Bosna; kısacası evlad-ı fatihan diyarı o eski şefkatli elleri arıyor. Sadece onlar mı, biz de arıyoruz o güzel insanları… Onlar ki beyaz atlara binip cennet istikametine doğru yol aldılar. Buluşmak mı? Kim bilir belki kıyamette! ....
Yiğit düştüğü yerden kalkar… Yeter ki inancımızı, kimliğimizi ve basiretimizi kaybetmeyelim. Göğsümüzü gere gere ‘Hem Türk’üm hem Müslümanım’ diyebiliyorsak temel gücümüzü ve dirayetimizi henüz kaybetmemişiz demektir. Zamanın nelere gebe olduğunu ancak Allah bilir. Tarih elbet bir gün eski yol arkadaşlarına kılavuzluk ederek onları gün yüzüne çıkaracaktır. Bunun ilacı, gece gündüz demeden çalışmak ve sabırla beklemektir.
FİLİSTİN VE ANTİSEMİTİZM ÜZERİNE
M.NİHAT MALKOÇ
Bu dünya bütün insanların huzur ve barış içerisinde yaşamaları için Allah tarafından özenle yaratılmıştır. İnsanoğlu ne kadar ilmî araştırma yaparsa yapsın dünya dışında insanın yaşamasına uygun başka bir gezegen yoktur. Demek oluyor ki bu dünyadan başka gideceğimiz yer yok. Biz insanlar dünyaya mahkûmuz. Bunu mahkûmiyet şeklinde nitelendirmek de belki çok doğru değildir. Bunu, dünyaya bağımlı olmamız anlamında söylüyorum. Yoksa dünya kötü bir yer değildir ki bizler mahkûm olalım. Dünyayı yaşanmaz hale getiren insanlardır. Kötülük insanların kör vicdanlarında saklıdır.
Hepimiz dünya denen koca bir gemideyiz. Bu geminin selâmeti mürettebatın ve yolcuların uyumuna bağlıdır. Geminin mürettebatı dünyayı yöneten liderlerdir. Yolcular ise her ülkeden, her ırktan ve her renkten insanlardır.
İnsanlık dostluğa ve barışa sadık kaldığı müddetçe huzur bulacaktır. Aksi hâlde beklenen huzur gelmeyecektir. Bugün dünyadaki kavgaların ve savaşların ana nedeni toplumların bencilliğidir, insanların paylaşmayı bilmemesidir. Oysa nimetler adaletle paylaşılsa mevcut kaynaklar hepimize yeter.
Bugün Filistin’de ve Lübnan’da yaşananlar; tahammülsüzlüğün, inanç ve çıkar çatışmalarının neticesidir. Bir avuç İsrailli, Müslüman coğrafyası içerisinde kabadayılığa soyunuyor. Tabir caizse Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya yelteniyorlar. Bugün tarihî Filistin topraklarının ancak yüzde 22’si Filistinlilerin elinde, bunların üzerinde de hükümran olarak yaşamıyorlar. İki buçuk milyon Filistinli değişik Arap ülkelerinde mülteci olarak yaşıyor. Tarih boyunca dünyanın çeşitli ülkelerinden Yahudi yerleşimciler getirilerek Filistinlilerin evlerine, bağ bahçelerine yerleştirilmiştir. Filistinlilerin hakları ve toprakları talan edilmiştir. Bununla da kalınmamış etnik temizlik yapılmıştır.
Dünyanın gelişmiş ülkeleri yıllardan beri Filistin’e ambargo uyguluyor. Filistin’e ekonomik ve siyasî baskı yaparak İsrail’i tanımalarını istiyorlar. Bu saatten sonra İsrail’in devlet olmaktan vazgeçmesi ve siyasî kimliğini feshetmesi mümkün değildir. Bunu Filistinliler de çok iyi biliyor.Aslında Filistinliler, İsrail’in devam etmekte olan yayılmacı politikasına tepki duyuyorlar. Filistinliler, İsrail’in 1967’de işgal ettiği toprakları boşaltmasını istiyorlar. Filistinliler mültecilerin yurtlarına dönmelerini talep ediyorlar. Son olarak da Doğu Kudüs’ün Filistin devletinin başkenti olarak ilan edilmesini arzuluyorlar. Bunlar zaten Filistin’in önceki haklarıydı. İşgalden sonra her şey gibi bu hakları da ellerinden çekip alındı.
İsrail gerçekleri çarpıtma konusunda dünyada eşsiz bir ülkedir. Onların dünyaya yaydıkları bir yaygara var. O da Arapların ve genel anlamda bütün Müslümanların antisemitik olduğu palavrasıdır. Dilerseniz bu hususta derinleşmeden evvel konunun daha iyi anlaşılması için kısaca antisemitizmden bahsedeyim.
Antisemitizm, Yahudi halkına karşı duyulan fanatik bir nefrettir. Bu ırkçı ideoloji yüzünden dünyanın dört bir yanında milyonlarca Yahudi öldürülmüş, baskı görmüş, yurdundan sürülmüş ve tehdit edilmiştir. Yahudilere karşı düşmanca duygular besleyen ve Yahudilere karşı ayırt edici önlemler alınmasını isteyen görüşe bağlı olan kimseye de ‘antisemitist’ diyoruz. Meselâ Hitler antisemitistti. Milyonlarca Yahudi’yi fırınlarda yaktı, soykırımın âlâsını yaptı. Fakat bugün Yahudilerin Filistinlilere yaptıkları eziyetler bundan çok daha hafif değildir. Bütün bunlara rağmen bizler antisemitizmi tasvip etmiyoruz. Bütün insanlar gibi Yahudilerin de insanca yaşama hakkı vardır; bunu savunuyoruz. Fakat bu insanların başkalarına saldırma ve onları yok etme haklarının olduğuna inanmıyoruz.
İslâm dinî barışı öngörür. Her türlü ırkçılığı kınadığı gibi antisemitizmi de kınar. İslâmiyet ırkçılığı lanetler. Antisemitizm de bir çeşit ırkçılık olduğu için onu da şiddetle yasaklar. Hiçbir insan inancından dolayı aşağılanamaz, kınanamaz. Fakat İsrailliler kafalarında yanlış bir Müslüman şablonu oluşturdukları için bütün Müslümanların antisemitist olduğu paranoyası içerisindedirler.
Aslında onlar Filistinlilere yaptıkları zulmün kılıfını aramak peşindedirler. ‘Minareyi çalan kılıfını hazırlar’ misali onlar da işgal ve zulümlerini dünya kamuoyuna sevimli ve haklı gösterebilmek için bütün Filistinlileri ve Müslümanları antisemitik ilan ediyorlar. Böylelikle de meşru müdafaa haklarını kullandıklarını söylüyorlar. ‘Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu’ deyimi bu mantığa giydirilmiş en şık elbise olsa gerek.
Bugünkü Yahudiler, İsrail’in işgal politikalarına karşı çıkmayı bile antisemitizm kavramı içerisinde değerlendirebiliyorlar. Oysa İsrail’i kınamanın ve İsrail’in resmi ideolojisi olan Siyonizm’i eleştirmenin, hiç bir şekilde antisemitizmle bir ilgisi yoktur. Böyle çöpten fikirler ahmakçadır, hiçbir tutar tarafları da yoktur.
Yahudiler dün olduğu gibi bugün de Müslümanlara duydukları tarihî kinlerini kusmayı sürdürüyorlar. Her fırsatta gerçekleri tersyüz ediyorlar. Ellerindeki sınırsız sermayeyle gariban Filistin halkına yapmadıklarını bırakmıyorlar. Sonra da dünyanın gözünü boyayarak kendilerini haklı çıkartmaya çalışıyorlar. Bunca kin ve nefret dolu saldırılardan sonra Filistinlilerden ve Müslümanlardan sevgi ve hoşgörü bekliyorlar. Umduklarını bulamayınca Müslümanları antisemitizm damgasıyla yargılıyorlar. İnsanlık bu çirkef oyuna gelmemelidir.
HUZUREVİNDE ZAMAN
M.NİHAT MALKOÇ
Geçen zamanla birlikte ahlâkî yapımızda köklü değişimler ve ona bağlı dönüşümler gerçekleşiyor. Batıya yüzümüzü döndüğümüzden beri hayatımız başkalaşmaya, hatta tanınmaz bir hâl almaya başladı. Tanzimat’tan bugüne kadar pek çok şey değişti bu toplumun iç ve dış yapısında. Temel dinamiklerimiz göz göre göre alaşağı edildi. Yerlerine koyulanlar bizi ifade etmekten çok uzak görünüyor.
Müslüman-Türk topluluklarında anne babaya saygı ve hürmet üst düzeydeydi. Çünkü mevcut inancımız bu insanlara olağanüstü derecede kıymet vermiş, onları değerler silsilesinin altın halkası kabul etmiştir. Fakat geçen zamanla birlikte bu alanda da büyük bozulmalara ve değerlerde aşınmalara şahit olunmaktadır. Bu menfi gidişat elbette hayra alamet değil. Çünkü değerlerini ve değerlilerini hiçe sayan milletlerin bir adım ilerlemesi mümkün değildir.
Geleneksel Türk aile yapısı çoktan bozuldu. Eskiden birkaç nesil bir arada yaşardı. Dedeler torunlarla aynı mekânları paylaşırdı. Nineler bütün hünerlerini torunlarına aktarırdı. Tecrübeler dededen toruna aktarılarak ebedileşirdi. Fakat günümüzde bu emniyet ve gelenek halkası koparıldı. Aileler bölündü, ufalandı. Yaşlanan anne ve babalar sözüm ona huzurevlerine mahkûm edildi.
Bilindiği üzere bedenî ve zihnî engeller nedeniyle, evde bakım güçlüğü içinde olan kişiler için, kendilerini evlerinde hissettirecek ortamları sağlamak üzere devlet tarafından huzurevleri kurulmuştur. Fakat hiçbir yaşlı, evindeki huzuru bu mekânlarda bulamaz. Çünkü insana huzur ve emniyet hissi veren mekân değil, o çevrede yaşayan insanlardır. Hiçbir görevli memur, bakıma muhtaç yaşlılara aile bağlarıyla rabıtalı kişilerin sağladığı keyfi ve güven hissini yaşatamaz.
Sevgi, saygı, güven ve huzur birbirleriyle iç içe kavramlardır. Birinin varlığı ötekine destek, yokluğu ise aynı derecede köstektir. Son yüzyılda bu değerlerin hızla aşındığını görmekteyiz. Değerlerimizin erimesini, hatta buharlaşmasını görünce geleceğe dair vicdanî kanaatlerimiz ve beklentilerimiz berraklığını yitiriyor.
Hiç kimse yaşlanmayı istemez. Çünkü yaşlılık hayatı güçleştiriyor. Öyle bir zaman geliyor ki düzlükler yokuşa dönüşüyor Yaşlı olarak tanımlanan nüfus grubu çeşitli sağlık sorunları açısından risk taşıyan özel bir gruptur. En sık gözlenen sağlık sorunları bellek bozuklukları, nörolojik bozukluklar, psikolojik sorunlar, deri değişiklikleri, işitme ve görme kayıpları, kalp, dolaşım, akciğer problemleri, sindirim ve beslenme bozukluklarıdır.
Yaşlanma, bireysel bir değişim olarak kişinin fizikî ve ruhî yönden gerilemesidir. Yaşlılarımız ilerleyen zamanla birlikte pek çok yetilerini kaybediyorlar. Adeta çocuklar gibi bakıma ve himayeye muhtaç hâle geliyorlar. Bazılarının ağzında diş kalmadığı için tıpkı bebekler gibi sıvı gıdalarla besleniyorlar. Alınganlıkları ve hassasiyetleri yaşla birlikte artıyor. Kendileriyle ilgilenilmesini daha çok arzu ediyorlar. Nerden bakarsanız bakınız yaşlılar, yaşın ilerlemesiyle birlikte gittikçe çocuklaşıyorlar.
Yaşlının yaşam kalitesini arttırmak, yaşadığı süreci rahat geçirmesini sağlamak gayesiyle oluşturulan huzurevlerinde binlerce insanımız huzur arıyor. Huzurevinde ne kadar üstün konfor olsa da bu mekânlarda iç huzurun sağlanması pek mümkün değildir. Çünkü buralardaki yaşlılar sudan çıkmış balık misali çaresiz ve yalnızdırlar.
Huzurevinde zaman uzadıkça uzar. Dakikalar saat, saatler yıl, yıllar asırlar gibi uzar gider. Gözler ziyaretçi avındadır her zaman. Bir kapı tıkırtısı gözbebeklerinin canlanmasına yeter de artar da. Her tıklamanın ardında tanıdık bir seda aranır. Gelen olmazsa umutlar geleceğe tehir edilir, ama hiç kaybolmazlar. Zaten umudun tükendiği noktada yaşamak, bedene hamallık yapmaktan farksızdır. Huzurevinde zamanın durağanlaşmasını Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şu dörtlüğündeki ifadelerle anlatabiliriz:
“Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında.”
Yaşlılık biraz da dünyaya yabancılaşmaktır. Çünkü eş dostun çoğu artık ötelerdedir. Dönülmez yolculuğa çıkmışlardır. Anılarını da toprağa gömmüştür pek çoğu. Diriler için yaşamak da nefes almaktan öte fazla bir mana taşıyamaz raddeye gelmiştir. Hayatın bu noktasında yanı başımızda sakladığımız sararmış solmuş gençlik fotoğrafları koca bir ömrün belgeseli sayılabilir.
Bilindiği gibi Batılı devletlerin yaşlı bir nüfus yapısı var. Bizim nüfusumuz onlara nazaran çok daha genç… Avrupa’da yaşlılar huzurevlerinde bakılıyor. Anne babasını evinde bakan evlat sayısı bir hayli az... Oysa biz onlardan farklıyız. Bizim inancımızda “Cennet annelerin ayakları altındadır”. Anaya, babaya, yaşlılara hizmet ve hürmet etmek Müslümanlıkta ibadet hükmündedir. Onun için ecdadımız anne babalarını el üstünde tutmuş; yaşarlarken onlara adeta ‘öf’ bile dedirtmemişlerdir. Fakat son yıllarda biz de Batının çirkef yoluna girdik. Gelinler kocalarını zorlayarak elden ayaktan düşmüş anne babaları huzurevlerine gönderiyorlar. Fakat bu devran böyle gitmez. Onlar da bir gün elden ayaktan düşeceklerdir. Kendileri de aynı şeylerle karşılaşınca o zaman yanlış yaptıklarını anlayacaklardır. Fakat o zaman da ne yazık ki iş işten geçmiş olacaktır.
İSMET ÖZEL VE KALIN TÜRK
M.NİHAT MALKOÇ
Türkler tarihin kaydettiği ender milletlerden biridir. Enderdirler, çünkü bu millet tarih sahnesine çıktığından beri dik ve diri durmayı becermiştir. Eğilip bükülmemiştir hiçbir zaman… Dürüstlüğü mizacının mayası kabul etmiş ve davranışlarını bunun üzerine temellendirmiştir. Müslümanlıkla bütünleşince şanına şan katmış ve imanıyla kıtalar aşmıştır.
Bu şanlı millet üzerine, dostu da düşmanı da zaman zaman güzel şeyler söyleyerek hakkını teslim etmiştir. Fakat çamur atanlar da az olmamıştır doğrusu. Lâkin Türklere çamur atanların pislikleri kendi üzerlerine sıçramıştır. Neticede altını çöpe atanlar, onun kıymetinden bir şey eksiltememiştir.
Yerli ve yabancı aydınlar yıllarca Türk milleti üzerinde düşünmüşler, fikirlerini değişik şekillerde ve ortamlarda ifade etmişlerdir. Kimileri ise fikri sabitlerden kurtulamayarak yılların terennümlerini aşamamışlardır. Bazıları da hakikatleri tüm çıplaklığıyla görmüş ve göstermiştir. Bir kısmının narası da hesapları doğrultusunda çıkmıştır. Biz hesabı şahsî olanların hezeyanlarını duymak istemiyoruz.
Türk aydınları arasında önemsediğim isimlerden birisi de İsmet Özel’dir. Uzun yıllardan beri şiir ve yazılarıyla hayatımıza yön veren bu kalem erbabı, bazen de sivri çıkışlarıyla dikkat çekmiştir. Sözünü sakınmadan söylediği için sevenleri de, sevmeyenleri de çok olmuştur. Fakat lâfını hiç kimseden esirgememiştir. Bazen kendi kendisini de hırpalamasını bilmiştir.
Son zamanlarda İsmet Özel’in ince bir kitabı bu yoğun gündemde kendine mühim bir yer edinmiş. “Kalın Türk” adını taşıyan bu kitap aslında bundan çok evvel verilmiş bir konferans metninden ibaret… Bu eser medeniyetler çatışması üzerine İzmir’de yaptığı bir konuşmanın iki kapak arasına alınmış hâlinden başka bir şey değil. Özel’in ‘Kalın Türk’ü Nisan 2006 tarihinde Şule Yayınları’ndan çıkmış. Kitap küçük hacimli; fakat 53 sayfada çok şey anlatılıyor. Geniş içerikli bir konuyu kısaca zihne yerleştiriyor. Bu kitapta da yine ince göndermelerde bulunmuş İsmet Özel… Sözünü harbi ve delikanlıca söylemiş. 13 yıl önce verilen bir konferansın, uzun zaman sonra kitaplaştırılması, Özel’in, söylediklerinin arkasında olduğunu ve durduğunu gösteriyor. Tahminlerinde yanılmamak ve sözünün eri olmak bir aydın için önemli bir değerdir. Özel, ‘Gerçek Hayat’ dergisine verdiği röportajda Türklükle Müslümanlık arasındaki ilişkiyi irdeleyerek ‘Kalın Türk’ kitabında ele aldığı mevzunun çerçevesiyle ilgili olarak da ipucu veriyor:
“Allah Resulü, cihada gitmeyip de onun masrafıyla mescit inşa edenlerin mescidine hiç gitmedi ve o mescit sonunda yıkıldı: Mescid-i Dırar... Ben diyorum ki, Türk olmak, İslamiyet’in ortaya çıkışından bu yana, kâfirle çatışmayı göze almakla mukayyettir. Allah Resulü, cihada gitmedikleri için o insanlara ne münafık dedi, ne kâfir dedi. Ama mescitlerine girmedi.
Yani biz, insanların Müslümanlığına bir şey demiyoruz. Herkes Müslüman. Ama Türk olmak başka bir şeydir. Müslüman olmak Türk olmak demek değildir. Fakat Müslüman olmadan Türk olunmaz. Kâfirler bize İslam’dan tamamıyla kopuk bir Türklük yutturdular. Böyle bir şey yok. Türk ırkı diye bir şey tarihin hiçbir döneminde yok. Ama varmış gibi yaptılar. Hâlâ işler böyle yürüyor. Bu yapay ve aşağılayıcı kimlik dayatmasına bir cevabımız olmalı. Müslüman kimliğimize ve ayırıcı vasfımıza sahip çıkalım. Bakın, Müslümanların çoğunluk teşkil ettikleri bütün ülkelerde İslam’ın görüntüsü kâfirler tarafından özel olarak değiştiriliyor. Hoşgörü, temizlik… Bunlar İslam olarak öğretiliyor çocuklara. Kelimetullah uğruna kılıç çekmek yok. Bu, İslamiyet’in Türk’ten, Türk’ün İslamiyet’ten koparılmasıdır. Kılıçsız, güçsüz, meydan okumak yerine sırıtan bir insan tipi üretiliyor. Çünkü Türk’ten korkuyorlar. İnce, incelmiş Türk istiyorlar. Kraker gibi.”
Daha evvel Türklükle kalınlık ve inceliğin alakası üzerinde düşünen çıkmış mıydı acaba? Sanmıyorum… Peki, kalınlıkla Türklük bağdaşır mı? Kalınlığın sınırları çizilse nasıl bir numune çıkar ortaya? Kitapçığı okuyunca bu soruların cevabını alabiliyorsunuz. İsmet Özel’in Türklükle ilgili vurguları yeni değil aslında. O eskiden beri bu konu üzerinde kafa yormuştur. O, Türklükle Müslümanlığı etle tırnak gibi iç içe görmüştür hep… Bu kanaatini benimsemeyenler ona dört koldan saldırmıştır. Fakat bu fikrî saldırılar hakikatleri ters yüz edememiştir. İsmet Özel, kitaptan da anlaşılacağı gibi kendini ‘Kalın Türk’ olarak tavsif ediyor. Ömrü boyunca ince Türklerden olmadığını, bundan sonra da olamayacağını söylüyor.
Peki, nedir bu kalınlık incelik muhabbeti? Özel’ e göre Türkler önceden kalındı, fakat son zamanlarda incelmeye başladılar. Ona göre bu incelik hayra alâmet değil. Çünkü kıtalar aşan ve imparatorluk kuran Türkler esasında ince değildi. Eskiden beri mukavemetlidir bu sert coğrafyanın insanları. Onları hemencecik kırmak mümkün değildi. Oysa geçen zamanla birlikte Türkler de inceldi. Özel’e göre incelmiş Türkler ‘çıt’ diye kırılıyor. ‘Kalın Türk’ün yazarı bu konuda şöyle diyor:
“Türkiye’de incelmiş Türkler var. Türkiye’de çıt deyip inceldiği yerden kopacak Türkler yaşıyor. Ben gevrek Türk değilim. Kalın Türk olduğumu söylüyorum. Şiir, sosyalizm, İslâm dolayısıyla yaşadıklarım beni kalınlaştırdı. Ama sesim Davudî bir ses oldu mu? Mesele orada. Ben başkalarının da kalınlaşmasını öneriyor ve bekliyorum. İncelikten şikâyetim var. Bugüne kadar incele incele geldik. Bizim incelmemiz başkalarına geçiş kolaylığı sağladı. Biz kalınken geçemiyorlardı. Tekrar kalınlaşmalıyız.”
Ne diyelim! .... İsmet Özel böyle diyorsa bir bildiği vardır. Bizler de kendimizi boy aynasında seyredip konumumuzu tespit etmeliyiz; mevcut duruma göre yol haritamızı çizmeliyiz. Netice olarak, bir solukta okunabilecek kadar kısa ve net yazılan ‘Kalın Türk’ü bir okuyun derim. Ötesini tasarlamak ve geleceği tanzim etmek size kalmış. Bu okumanın düşünce dünyanıza katkısının olacağı muhakkaktır.
Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta