GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ
Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…
O masal dağında ünleyen gazal
Güz ve hasret yüklü akşam bulutu
Güz ve güneş yüklü saman kağnısı
Babamdan duyduğum o mahzun gazel
Ahengiyle dalgalandığım harman
NAMAZLA DİRİLİŞ SEFERBERLİĞİ
M.NİHAT MALKOÇ
Geçen Pazar günü(17 Aralık 2006) Trabzon’da Hamamizade İhsanbey Kültür Merkezi’nde mahşeri bir kalabalık vardı. Salon ağzına kadar doluydu. Bu kalabalığın sebebi Türkiye’yi çepeçevre kuşatan Namazla Diriliş Seferberliği’ydi. ‘O da ne? ’ demeyin. Son zamanlarda Türkiye’yi sarıp sarmalayan bir kampanya var: ‘Namazla Diriliş Seferberliği’… Namaz Gönüllüleri Platformu diye bir grup oluşturan Müslüman aydınlar, Anadolu’yu şehir şehir dolaşarak namazsızlık hastalığımıza ve kangrene dönüşmüş bu yaramıza neşter vuruyorlar. Platformda birbirinden değerli aydınlar var. Bunlardan Senai Demirci, Abdullah Yıldız ve Vehbi Karakaş Trabzon’a gelerek, hayatımızın dışına ittiğimiz namazı bize hatırlattılar. Nefislerine köle olan biz Müslümanları namaza çağırdılar.
Trabzon Trabzon olalı böyle kalabalık bir panel görmedi. Kadınlı, erkekli, çocuklu büyük bir kalabalık salonu tıklım tıklım doldurmuştu. Salondakilerin yarısı kadar bir kalabalık da ayakta dikilip paneli takip etti. Bu kişiler fire vermeden iki buçuk saatlik paneli büyük bir coşku ve heyecanla ayakta dinlediler. Bu durum iki gerçeği gözler önüne serdi. Birincisi bu millet namaza susamış, fakat bir kıvılcım bekliyor. Bu kıvılcım nerden gelirse gelsin imanlı gönüllerin tutuşması için yeterli olacak. İkincisi konunun özüyle alakalı değil, fakat çok mühim… Trabzon’a büyük bir konferans salonu inşa edilmesi acil bir zaruret halini almıştır. Yetkililer kısa zamanda bu tarihi kültür ve sanat şehrine layık büyük bir salon yapmalıdırlar. Aslında salonu da içine alan bir kültür sarayı kurulmalıdır. Namazla Diriliş Seferberliği panelindeki izdiham bunun acil bir ihtiyaç halini aldığını bir kere daha gözler önüne serdi.
‘Namazla Diriliş’ konulu panel, Araştırma ve Kültür Vakfı tarafından düzenlendi. Panele herkesin televizyonlardan yakinen tanıdığı Dr. Senai Demirci, Abdullah Yıldız ve Vehbi Karakaş konuşmacı olarak katıldı. Sohbet havasında geçen paneli Dr. Senai Demirci yönetti. Bu, Namaz Gönüllüleri Platformu’nun dört ay içinde yaptığı 61. panel oluyor. Yani Türkiye’yi adım adım dolaşıyorlar. Cemiyetin namazsızlık hastalığına derman arıyorlar. Bizlere namazın önemini hatırlatıyorlar. Bizi yitiğimizi bulmaya davet ediyorlar.
‘Namazla Diriliş’ gecesi ‘Umran Okulu’ adlı sinevizyon gösterisiyle başladı. Sinevizyonda namaz konusu işleniyordu. Daha sonra sözü Platform üyelerinden Umran Dergisi sahibi Abdullah Yıldız aldı. Namaz Gönüllüleri Platformu’nun kuruluş öyküsünü anlattı. Daha sonra namaza ve gönüllü teşkilatlarına dair şu mühim görüşlere yer verdi:
“Rabbimizin Kur’an’da 70 kez emrederek en çok önem verdiği ibadet olan namaz, dinimizin “olmazsa olmazı”dır! İslâm’ın ilk farzı iman, ikincisi namazdır. Peygamberimiz (s.a.v.) ’in haber verdiği üzere, ahirette kendisinden hesaba çekileceğimiz ilk amelimiz namazdır. Yine namaz, O’nun ifadesiyle; ‘Dinin direği’, ‘Müminin miracı’, ‘Cennetin anahtarı’ ve ‘Gözüm(üz) ün nurudur.
Ne var ki, yüzde 99’u Müslüman olan ülkemizde, bir ankete göre, beş vakit namaz kılanların oranı sadece yüzde 25’tir. Kılanların da ara sıra kazaya bırakmak, aceleye getirmek, gereken önemi vermemek ve kıldığı namazın farkında olmamak gibi problemleri vardır. Zaten millet ve İslâm âlemi olarak çektiğimiz sıkıntıların en büyük sebebi, namazı terk etmektir. Çünkü savaşta bile terkine izin verilmeyen, mutlaka kılınması emredilen namaz, Allah’ın rahmet ve inayetine vesiledir.”
Onun ardından Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim üyelerinden Dr. Vehbi Karakaş söz aldı. Müslümanların yitik hazinesi olan namaza dair şunları söyledi: “Namaz kılmayan, en büyük kötülüğü önce kendine yapıyor. Çünkü Allah’ın hakkını vermiyor.
Allah’ın hakkını vermeyen, başka haklara dikkat edemez. Etse de makbule geçmez. Çünkü namaz kılmadığı için Allah ondan razı olmaz. Namaz kılan insanın meşru her işi ibadet olur, ona sevap kazandırır. Allah’ı aldattığını ve atlattığını sanan ve namazlarını kılmayan nefis, aslında kendisini aldatmaktadır ama haberi yok.”
Bize namaz gerçeğini hatırlatan ve bu konuda bizleri uyaran bu kıymetli Allah dostlarına şükranlarımızı sunuyoruz. Onların nasihat ve telkinleriyle bir kişi bile yolunu bulup namaza başlasa bu durum, programın amacına ulaştığının açık delili sayılabilir. Umarım ahirette ilk sual olarak karşımıza çıkacak ve ihya etmişsek bizi kurtaracak olan namaza bundan sonra daha çok zaman ayırırız. Çünkü kurtuluş sadece namazdadır.
EĞİTİM VE DEMOKRASİ PANELİ–2
M.NİHAT MALKOÇ
Geçen hafta sonu(16 Aralık 2006 Cumartesi) Eğitim Bir-Sen tarafından organize edilen, Hamamizade İhsanbey Kültür Merkezi’nde düzenlenen ‘Eğitim ve Demokrasi Paneli’nde tuttuğumun notların ilk bölümünü daha evvel yayınlamıştım. Şimdi ikinci ve son bölümü yayınlıyoruz. İlk bölümün sonunda ABD Nevada Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev yapan Prof. Dr. Yunus Çengel’in görüşlerini aktarıyorduk. Değerli akademisyenimizin sözlerine kaldığımız yerden devam ediyoruz. Prof. Dr. Yunus Çengel eğitim konusunda ABD ile Türkiye’yi kıyaslamaya devam ediyor; iki ülkenin eğitim anlayışlarını sorguluyor. Bu iki ülke arasındaki anlayış farklarını bakın nasıl dile getiriyor:
“Bizim eğitimimizde saltanatın izleri var. Emirler her zaman Ankara’dan geliyor. Ankara’nın talimatı olmadan hiçbir şey yapılamıyor. Bu da işleri yavaşlatıyor. Eğitimde yerelliğe önem verilmiyor… ABD’de öğretmeni müfettişler değil; öğrenci, veli ve müdürler değerlendiriyor, notunu onlar veriyor. Orada üniversite giriş sınavlarında bizdeki gibi sadece test soruları sorulmaz. Öğrencilere çok değişik alanlarda sorular sorulur, kompozisyon bile yazdırılır. Oysa bizde liseyi bitiren bir öğrenci doğru dürüst bir dilekçe bile yazamaz.
ABD’de eğitimde önyargılar yoktur; akıl ve ilim işbaşındadır. Orada bir iş yapılırken ‘Biz bu işi niçin yapıyoruz? ’ sorusu sorulur. Dersin gayesi dersten evvel verilir. Türkiye’de ise eğitimde belli bir misyon yoktur. Bizde liseyi bitiren ancak iyi test çözer. Oysa hiçbir işte iyi test sorusu çözme şartı aranmaz. YÖK, ÖSS ile lise eğitimini felç etmiştir. Türkiye’de 8-10 milyar dolar dershanelere gidiyor. Bu parayla Koç ve Sabancı Üniversiteleri ayarında 17 tane üniversite açılır. Bizdeki ÖSS’nin bir kısmında da beceri soruları sorulmalıdır.
Türkiye demokrasi konusunda 167 ülke arsında 88. sırada yer alıyor. Bu bizim için büyük bir utançtır. Demokrasiden korkmamak lazım. Demokrasi aslında bir nimettir. Demokrasi olan yerlerde bölünme olmaz. Bölünme ve dağılmanın olduğu yerler demokrasinin olmadığı yerlerdir. Durum bu iken bizim devletimiz sanki düşünenlerden ve demokrasiden korkuyor. Nerde yasakçılık varsa orda geri kalmışlık, nerde serbestlik varsa orda gelişmişlik vardır. Bunu dünyanın modern devletlerinde açıkça görebiliyoruz.
Fikir hürriyeti içerisinde iyi fikirler daima yükselir. ABD’de tehlikeli fikir yoktur. Çünkü bir fikrin tehlikeli olup olmadığını görmeden bilemezsiniz, kimseyi potansiyel suçlu sayamazsınız. ABD’de devlet fikirlere aynı yakınlıkta durur, bu hususta önyargıları yoktur kimsenin… Orada eğitim ve bilim alanında faaliyet gösterenlerin yarısı yabancıdır. Fakat orada insanlara hangi dinden, hangi milliyetten, hangi inançtan olduğu gözüyle bakılmaz; ne yaptıklarına, işlerinin üstesinden gelip gelmediklerine bakılır. İşini doğru yapanları daima yükseltirler, ödüllendirirler, baş tacı ederler. Onların yollarını açarlar.
ABD’de değişim hayatın özünde var. Orada merkezi eğitim yok, yerel eğitim var. Eyaletler kendi eğitim sistemlerini kendileri belirler. Eyaletler arasında adeta bir eğitim yarışı vardır. Onlar her görüş ve anlayıştan yararlanmanın yollarını ararlar. Oysa biz çok vehimli bir milletiz. Bizde kimse kimseye güvenmez. Fertlere güçlülerin doğruları empoze edilir. ABD ile Türkiye arasındaki temel ayrılık şudur: Türkiye’de düşünce âlemi mayınlanıyor. Bu da yürüyüşümüzü yavaşlatarak hareket kabiliyetimizi zorlaştırıyor. Oysa ABD’de düşünce yolundaki mayınlar temizleniyor. Hareket alanı genişletiliyor.
ABD’de tevhid-i tedrisat yoktur. Bu anlayışı doğru bulmazlar. Orada ‘evde eğitim modeli’ diye bir sistem de vardır. Bazı kesimler eğitimi eve taşırlar. İstedikleri ortamda eğitim görürler. Orada isteyen herkes okul açabilir. Eğitime yatırım yapanlara her türlü kolaylık sağlanır. Eğitime yatırım yapanlar açtıkları okullarda diledikleri müfredatı uygulayabilirler. Onlara kimse şüpheyle, vehimle ve yan gözle bakmaz. İsteyen dini eğitim veren okullar açabilir. Bunun önünde hiçbir kanuni engel yoktur. Bu ülkenin eğitimden sorumlu idarecileri okul açan kişilere bir öğrenciyi yetiştirmeleri karşılığında 4500 dolar para veriyorlar. Bu hususta yerli yabancı ayrımı yapmıyorlar. Okulları ihaleye açıyorlar. Son zamanlarda Türkler burada da eğitime yatırım yapıyorlar. Çok da başarılı oluyorlar. ABD her milliyetten insanın fikirlerinden yararlanıyor, onların tutarlı ve mantıklı düşüncelerini ülke menfaatleri doğrultusunda kullanıyorlar. ABD faydacılığında birleşiyorlar.”
Yıllarını ABD’de eğitime vermiş bir akademisyen olan Yunus Çengel’in bu zengin içerikli konuşmasından sonra Hacettepe Üniversitesi Öğretim üyesi Prof. Dr. Mustafa Erdoğan eğitime dair düşüncelerini dile getirdi. Erdoğan özetle şöyle dedi:
“Bizde nedense bir özgürlük korkusu var. Bir otoriteye teslim olma temayülündeyiz. Özgürlük risk almayı gerektirdiği için bazen onu bile kendimizden uzak tutuyoruz. Yıllardan beri Türkiye’nin hürriyetçi bir anlayışa sahip olmaması, verilen ideolojik eğitimle ilgilidir. Bizde belli bir görüşü esas alan eğitim veriliyor. Oysa bizler sadece doğruları göstermeliyiz.
Aslında bundan 200 sene evvel devlet okulu yoktu. Okullar devletin olunca eğitim ideolojik bir araç olarak kullanılıyor. Bu da bazı düşüncelerin devre dışı kalmasına neden oluyor. Bizdeki eğitim, dağılan SSCB’dekine çok benziyor. Verilen eğitim zihni melekelerimizi dumura uğratıyor. Öğretmenlerimiz de şartlandırılıyor… Özgürlüklerden korkmamak lazımdır. Eğitimde ideolojilerden arınmış, standart doğruların olmadığı bir sistem getirilmelidir. Böylelikle değişik anlayışlar devre dışı kalmaz, onlardan da istifade edilir.”
Eğitim Bir-Sen tarafından organize edilen ve saygın akademisyenler tarafından onurlandırılan “Eğitim ve Demokrasi” panelinde sadece bunlar söylenmedi. Daha çok şey dile getirildi. Bunlar benim aldığım kırık dökük notlardı. Bu panel bizi pek çok konuda aydınlattı, ufkumuzun genişlemesine vesile oldu. Panelin düzenlenmesine vesile olan Eğitim Bir-Sen Trabzon şubesine Trabzonlu aydınlar olarak şükranlarımızı sunuyoruz.
EĞİTİM VE DEMOKRASİ PANELİ–1
M.NİHAT MALKOÇ
Geçen hafta sonu (16 Aralık 2006 Cumartesi) Trabzon’da Hamamizade İhsanbey Kültür Merkezi’nde Eğitim Bir-Sen Trabzon merkez şubesi tarafından “Eğitim ve Demokrasi” konulu bir panel düzenlendi. Panele konuşmacı olarak Hacettepe Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Mustafa Erdoğan, Gaziosmanpaşa Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Osman Çakmak ve Amerika Nevada Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Yunus Çengel katıldı. Panelin yöneticiliğini KTÜ İİBF öğretim üyelerinden Yahya Deryal yaptı. Kalabalık bir dinleyici topluluğunun katıldığı panel çok büyük bir ilgiyle takip edildi. Konuşmacılar ilk bakışta soğuk ve resmi görünen bir konuyu ilginç hale getirmesini bildiler. Konuşmacılar sırayla söz alıp konuyla ilgili düşüncelerini dile getirdiler. Panelistler en sonda da dinleyicilerden gelen sorulara cevap verdiler.
Konuşmacılardan biri olan Prof. Dr. Osman Çakmak eğitimde zihinsel özgürlük konusuna değinerek mevzuya enteresan açılımlar getirdi. Gaziosmanpaşa Üniversitesi’nde Kimya profesörü olan Osman Çakmak bu konuda özetle şu görüşlere yer verdi:
“ Farklı düşünmek insan fıtratının gereğidir. Herkes aynı düşünmek zorunda değildir. Eğitim yapımızın temelinde bilgili insan yetiştirmek ve öğrencileri sınavlara hazırlamak amacı yatıyor. Eğitimde reflekslere dayanan şartlı öğrenme sistemini uyguluyoruz. Sorgulamadan, sebep sonuç ilişkisi kurmadan öğrenme şartlı öğrenmedir. Şartlı öğrenmede eleştirel bakış yok olmaktadır… Ezbercilik beynin fonksiyonlarını köreltiyor. ‘Kitabın yazdığı ve öğretmenin dediği doğrudur’ anlayışı eğitim sistemimizin bir parçası haline gelmiş. Bizde sormayan, sorgulamayan çocuk makbul görülüyor... Eğitim insana saygıyla başlar. Öğrenmek özgün bir faaliyettir. Hemen herkes farklı bir yaklaşımla öğrenir. Öğrenemeyen insan yoktur. Öğrenci merkezli bir eğitimde etkili bir öğrenme ortamı oluşturmak esastır.
Gelişmenin temelinde bilim, bilimin temelinde merak vardır. Bizim eğitim sistemimiz şartlandırıcı esaslara dayandığı için merak hissi vermemektedir. ÖSS ve OKS şartlandırmanın en bariz örneğidir. İlkokulda sınav gözetmenliği öğrencilere ‘güvenilmez insanlar’ damgası vurduruyor. O yaşlarda sınav gözetmensiz yapılmalıdır. Hâl lisanımız konuşmaktan daha etkilidir. Bizde derslerde anlatılanlar sınavlarda aynen geri isteniyor. Bu hocaya bağımlılığı beraberinde getiriyor. Bizde şeylerin kendi değil, adı öğretiliyor. Bizim eğitimimiz sorgulamadan uzak, malumat düzeyindedir. Oysa önemli olan bilginin kendisinin öğretilmesi değil, nasıl kullanılacağının öğretilmesidir. Bilgiyi ilişkilendirerek öğretiyoruz... Merak ilmin hocasıdır. Öncelikle öğrencilerde merak hissini uyandırmalıyız ki öğrenme hızlı, etkili ve kalıcı olsun. Türkiye’de mesleki eğitimi geliştirmeli ve yaygınlaştırmalıyız. Dünya mesleki eğitime yöneliyor. Bugünkü kafada test çözmekle hiçbir yere varamayız.”
Osman Çakmak’ın konuşmasının ardından ABD’de Nevada Üniversitesi’nde uzun yıllardan beri öğretim üyeliği yapan, dünya üzerinde termodinamik ve ısı geçişi konularını en iyi bilen Türk olarak tanınan Prof. Dr. Yunus Çengel konuşmasını ve sunumunu yaptı. Avrupa Birliği sürecinde eğitim konusuna değindi. Konuşmasında ağırlıklı olarak Amerika’da uygulanan eğitim sistemiyle Türkiye’deki eğitim sistemini karşılaştırdı. Çok ilginç anekdotlara yer vererek dinleyiciden alkış aldı. Özetle şunları söyledi:
“Bir yerde eğitimin iyi olması için orada demokrasinin iyi olması gerekir. İyi eğitime giden yol demokrasiden geçer. ‘Hayatta en hakiki mürşit ilimdir’ sözü bütün okullarımızın duvarlarında asılıdır. Fakat bu zihinlere kazınamamıştır. Duvarlarda asılı kalmıştır. Hayata tatbik edilmemiştir. ABD’de okul duvarlarında böyle bir söz yoktur. Fakat onlar yaptıkları her işte bu sözü rehber edinmişlerdir. Eğitim bir istişaredir. Eğitim bilgi yüklemek değil, bilinenleri hayata geçirmektir. ABD’de mühim olan bilginin hayata geçirilmesidir. Oysa Türkiye’de eğitimin gayesi sınavlara hazırlanmaktır. Bence eğitim hammaddeye katma değer ilavesidir. Kimde bilgi varsa asıl zengin odur. Güney Korelilerle Kuzey Koreliler benzer coğrafyalarda yaşamalarına rağmen onları birbirinden ayıran ve birini ötekine fersah fersah üstün kılan bilgidir, bilginin hayata tatbikidir.
ABD her şeyi sorguluyor. Onların da bazı konularda eksiklikleri var şüphesiz... Onlar çocuklarına maneviyatı ve insaniyeti veremiyorlar. Akıl ve bilim menfaatin hizmetine sunulmuş orada. Böyle olunca faziletle menfaat çatışıyor. Türkiye’de gerçek hayatta işe yarayacak bilgiler verilmiyor. Sınav merkezli eğitim uygulanıyor. ABD’de normal liselerde bile asgari düzeyde meslek bilgileri veriliyor. OECD Raporuna göre şayet Türkiye mevcut eğitim sistemini değiştirmezse gelecekte AB’nin düşük kaliteli işlerini yapacak.
MERHUM VALİ RECEP YAZICIOĞLU VE “KÖPRÜ” DİZİSİ
M.NİHAT MALKOÇ
Yıllardan beri hep söyleriz: Türkiye’de un var, şeker var, yağ var; fakat helva yapacak maharetli eller yoktur. Bu belki öznel bir yargıdır, ama yaşanan hakikatler bunun nesnel yanlarının da görmezlikten gelinmemesi gerektiğini ortaya koyuyor.
Yeraltı ve yerüstü zenginliklerimiz dünya devletlerinin iştahını kabartıyor. Büyük bir hazinenin üzerinde yaşıyoruz, lakin nedense ‘Derya içredir deryayı bilmezler’ berceste mısraının tecellisini hayatımızın her yanında ve anında görüyoruz. Bizi bu halden kurtaracak, bize geçmişin ihtişamını yaşatacak, maddi ve manevi değerlerimizi hayatımızın mühim bir parçası haline getirecek yüce şahsiyetlere bugün dünden daha çok ihtiyacımız vardır.
Ülkemizde zaman zaman sıra dışı insanlar ortaya çıkıp güzel şeyler yapıyor. Fakat bu insanlar değişik merciler tarafından bir şekilde susturuluyor. Buna en güzel örnekler yakın zamanda aramızdan ayrılan Turgut Özal, Adnan Kahveci ve Recep Yazıcıoğlu’dur. Zamanlarını aşan ve bütün engellemelere rağmen çok büyük işler yapan bu üç kişinin de ölümü şaibelidir. Bu üç kişiden Turgut Özal aniden rahatsızlanarak vefat etmiş, Adnan Kahveci ve Recep Yazıcıoğlu şüpheli trafik kazalarına kurban gitmiştir. Turgut Özal’ın zehirlendiğine dair bilgi ve belgeler değişik kurum ve kişiler tarafından dile getirilmiştir. Özellikle eşi Semra Özal bunu defalarca vurgulamıştır.
Trabzon’un yetiştirmiş olduğu iki büyük bürokrat olan Maliye eski bakanı Adnan Kahveci ve Denizli eski Valisi Recep Yazıcıoğlu izahı mümkün olmayan şekillerde kaza geçirerek hayatlarını, genç denilebilecek yaşlarda kaybetmişlerdir. Bunlar kamuoyuna sıradan kazalar olarak duyurulmuş, fakat zihinlerdeki şüphe ve tereddütler silinememiştir.
Türkiye’nin süper valisi olarak nitelendirilen Recep Yazıcıoğlu Trabzon’un Köprübaşı ilçesinde dünyaya gelmiş kıymetli bir şahsiyetti. 1968 yılında, Aydın Maiyet Memuru olarak göreve başlayan Yazıcıoğlu, 1971-1984 yılları arasında sırasıyla Kalkandere, Bahçe, Hamur, Ayvacık, Kırıkhan, Alaca, Akçakoca ilçelerinde kaymakamlık görevinde bulunmuştu. 1984 yılında Tokat Valiliği’ne atanan Recep Yazıcıoğlu daha sonra, 14 Ağustos 1989’da Aydın Valisi olarak göreve başlamıştı. 19 Ağustos 1991 tarihinde Erzincan Valiliği’ne atanmış, bu görevinden sonra, 26 Eylül 1999’da da zamanın Başbakanı Süleyman Demirel tarafından Merkez Valiliği’ne düşürülmüştü. Bu şekilde bir anlamda cezalandırılarak geri hizmete alınmıştı. Peki, suçu neydi? Sadece zamanı aşan düşünceleri ve demeçleri…
O sıra dışı bir valiydi. Evli, üç çocuk ve bir torun sahibi olan Recep Yazıcıoğlu, zaman zaman yaptığı sistem eleştirileriyle ve aykırı görüşleriyle dikkat çekti. Son olarak Denizli Valiliği görevinde bulunan Yazıcıoğlu, 2 Eylül 2003’te Eskişehir-Ankara Yolu üzerindeki Temelli Belediyesi yakınlarında şüpheli bir trafik kazası geçirdi. Ankara İbni Sina Hastanesi’ne yatırılan Yazıcıoğlu, kazadan iki gün sonra bitkisel hayata girdi. 8 Eylül 2003’te Ankara İbni Sina Hastanesi’nde vefat etti. Cenazesi bir gün sonra, Söke ilçesinde defnedildi. O yaşarken de, öldükten sonra da çok konuşuldu, tartışıldı.
13 yıllık kaymakamlığında kimsenin tanımadığı Recep Yazıcıoğlu, Tokat’ta rakıya yasak koydurunca Türkiye gündemine oturuverdi. Onun akıl dolu uygulamalarını art niyetli kişiler saptırarak aleyhine delil olarak kullanmaya çalıştı. Onu hiç kimse hak bildiği yoldan döndüremedi. Karadeniz inadı ve kararlılığı genlerine sinmişti. O, bürokrasi hazretlerine meydan savaşı açtı. Resmi dairelerde resmiyeti rafa kaldırdı, onun yerine samimiyeti yerleştirdi. Kapısını halka ardına kadar açtı. Her gittiği yerde halkın içine yarıştı. Zaman zaman tebdil-i kıyafetle denetimler yaptı. Sporu bizzat yaparak halka sevdirdi. Değişik çevreler onun uygulamalarını çok tartıştı. Hak veren de, yeren de oldu.
Son zamanlarda özel televizyon kanallarından birinde merhum vali Recep Yazıcıoğlu’nun hayatını ve icraatlarını anlatan ‘Köprü’ isimli bir dizi yayınlanıyor. Dizi Ayşe Kulin’in aynı adlı romanından film haline getirilmiş. ‘Köprü’ romanın kurgusu idealist bir valinin merkeziyetçi bürokratik yapının doğal sonucu olarak soğuttuğu, birbirinden uzaklaştırdığı, hatta kimi zaman kopardığı devlet-halk ilişkisindeki kısır döngüyü kırma çabası üzerine şekillendirilmiştir. Roman gerçekçi bir bakış açısıyla kaleme alınmıştır.
‘Köprü’ romanında anlatılan konu Erzincan’da bürokratik engellerle yapılamayan bir köprünün acıklı başlayan, mutlu sonla neticelenen hikâyesidir. Erzincan’ın Kemaliye İlçesine bağlı Başpınar Köyü’nde bir köprü bulunmaması sebebiyle insanların hayatlarında çektikleri sıkıntılar anlatılıyor bu eserde. Uzun yıllar boyunca yapılamayan bir köprünün Vali Yazıcıoğlu’nun seferberliğiyle inşa edilmesi dile getiriliyor.
Yazar Ayşe Kulin’in aynı isimli romanından Ahmet Yurdakul’un senaryolaştırdığı, yönetmenliğini Sadullah Şentürk’ün yaptığı Köprü’nün başrollerinde Erdal Beşikçioğlu, Ayşegül Ünsal, Selim Bayraktar, Ali Hakan Beşen, Haldun Boysan, Yurdaer Okur ve Melis Birkan oynuyor. Dizi Eskişehir’de çekiliyor. Bence Erzincan’ı ve oranın efsaneleşmiş bir valisini anlatan dizinin Erzincan’da çekilmesi daha gerçekçi ve uygun olurdu. Diziyi hangi akılla burada çektiklerini anlayamıyorum. Bunun dışında diziyi başarılı buluyorum. Zira diziden alacağımız pek çok ders vardır. Bu dizi merhum Vali Recep Yazıcıoğlu’na gösterilen vefanın güzel bir örneğidir. Demek ki vefa can çekişse de henüz ölmemiş… Ben söz konusu romanı okudum, diziyi de takip ediyorum. Herkese, özellikle Trabzonlulara bu diziyi izlemelerini, Ayşe Kulin’in ‘Köprü’ adlı romanını okumalarını tavsiye ediyorum.
BİRİNCİ KARADENİZ SPOR OYUNLARI
M.NİHAT MALKOÇ
Trabzon güzel ülkemizin şirin şehirlerinin başında gelmektedir. Binlerce yıllık bir yerleşim yeri olan Trabzon, nice medeniyetlere ev sahipliği yapmıştır. Şehri gezenler bunun kalıcı izlerini her adım başında göreceklerdir. Bu kalıntılar vefalı ellerle geleceğe taşınacaktır.
Trabzon’da kültür, sanat, edebiyat ve spor çok mühim bir yer teşkil etmektedir. Bu şehirde spor bir yaşam tarzı oluvermiştir. Sporun da özellikle futbol dalına aşırı bir ilgi ve rağbet vardır. Bunun en büyük nedeni Trabzonspor’un yakın tarih içindeki başarılarıdır.
Geçenlerde Trabzon’umuz çok önemli bir uluslararası organizasyonu düzenleme hakkı kazandı. 2011 yılındaki Avrupa Gençlik Olimpiyatları Trabzon’da düzenlenecek. Çok değil, dört yıl sonra 48 ülkeden 5 bin kişinin katılacağı olimpiyatlarda dünyanın gözü, kulağı Trabzon’da olacak. Bu, Türkiye’nin ve Trabzon’un tanıtımına büyük fayda sağlayacak. Trabzon bu vesileyle yeni tesislere kavuşacak. Organizasyonun Trabzon’a alınmasında emeği geçenleri kutluyoruz.
Bunun yanında futbolla yatıp kalkan Trabzon’da bu yıl uluslararası bir spor organizasyonu gerçekleştirilecektir. Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerden gelecek sporcularla değişik dallarda yarışmalar düzenlenecektir. “Karadeniz Spor Oyunları” adı altında ilk kez düzenlenecek olan bu uluslararası organizasyonun ilki Türkiye’de, Trabzon, Giresun ve Rize şehirlerinde gerçekleştirilecektir. Fakat oyunların merkezi Trabzon olacaktır. Organizasyon 2-8 Temmuz 2007 tarihleri arasında düzenlenecektir.
Karadeniz Ekonomik İşbirliği ülkelerinin çeşitli alanlarda var olan birlikteliklerinin yanı sıra, spor alanında da bir işbirliğine giriş sürecinin Karadeniz Oyunları ile pekiştirilmesi hedefleniyor. Bu oyunlar vasıtasıyla Karadeniz Ekonomik İşbirliği ülkelerinin özellikle bölgesel bütünleşme, sosyal ve kültürel alanlardaki ilişkilerin gelişimi, Akdeniz, Amerikan, Asya spor oyunları gibi bölgesel bir aktivite ile ülkeler arası dostluğun geliştirilmesi amaçlanıyor.
Trabzon’un merkez olacağı oyunlar çerçevesinde sporcu, idareci, çalıştırıcı ve teknik ekip olmak üzere üç bin kişinin Trabzon’a gelmesi bekleniyor. Bu şehrimiz için çok mühim bir tanıtım fırsatı olacaktır. Organizasyona katılacak ülkelerin vatandaşları Trabzon şehrinin adını sık sık duyacaklardır. Hatta oyunlarla ilgili bilgiler ve neticeler bütün dünyaya haber olarak geçecektir. Bu son derece büyük bir tanıtım fırsatıdır; çok iyi değerlendirilmesi gerekir.
1. Karadeniz Spor Oyunları’nın daha popüler bir hale gelebilmesi ve daha çok sporcunun katılımının sağlanması amacıyla oyunlara Karadeniz Ekonomik İşbirliğine üye ülkelerin tümünün katılımı planlanmıştır. Bu çerçevede oyunlara Türkiye’nin yanı sıra Sırbistan, Moldova, Rusya, Romanya, Ermenistan, Yunanistan, Gürcistan, Arnavutluk, Ukrayna ve Azerbaycan katılacaktır. 3 Temmuz 2007 Salı günü açılış töreni, 8 Temmuz 2007 Pazar günü de kapanış törenleri yapılacaktır. Anlaşılan o ki bu yıl Trabzon temmuz sıcağında güzel bir heyecan yaşayacaktır.
Karadeniz Oyunları’nda merkez Trabzon olmak üzere Giresun ve Rize
illerindeki tesisler organizasyon için kullanılacak. Trabzon’da Yorma, Sürmene, Araklı, Vakfıkebir, Of ve Akçaabat ilçelerindeki spor tesisleri organizasyon için şimdiden hazırlanıyor. Atletizm yarışmaları için Moloz’da yapılması düşünülen tesise Trabzon Belediyesi yer tahsisinde bulunurken, Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü 1 milyon 500 bin YTL’yi bu tesisin yapımı için ayırdı bile. Tesis 2007 yılında hazır olacaktır. Karadeniz Teknik Üniversitesi de spor tesislerinin yanı sıra kampüste oyunlar köyünün hazırlıklarına başladı. Organizasyon boyunca KTÜ Oyunlar Köyü olarak kullanılacak. Yurtlar, yemekhaneler ve tesisler tamamen bu organizasyon için hazır olacak. Üniversite tüm imkânlarını bu organizasyona seferber edecek.
Şüphesiz ki Trabzon, Doğu Karadeniz bölgesinin en gelişmiş şehridir. Kara, deniz ve hava olmak üzere her türlü ulaşım imkânı mevcuttur. Şehrimizde biri beş yıldızlı olmak üzere pek çok yıldızlı otel vardır. Yani konaklama konusunda bir sıkıntı yaşanacağını sanmıyorum. Trabzon’un misafirperver halkı gelenlerden sevgi ve hoşgörüsünü esirgemeyecektir. Trabzon bu uluslararası organizasyondan alnının akıyla çıkacaktır. Şehirde bu kültürel altyapı mevcuttur.
Bu organizasyon 2011 yılında Trabzon’da yapılacak olan Dünya Gençlik Olimpiyatlarının bir çeşit provası olacaktır. Trabzon bunu başaracaktır. Yeter ki Trabzon sevgisinde, asgari müştereklerde birleşelim, kenetlenelim. Bu imtihanı başarıyla geçersek Trabzon’un vitrini daha da renklenecek, zenginleşecektir. Şehrimize yepyeni ufuklar açılacaktır. Trabzonluların bu gibi uluslararası faaliyetlere ilgi göstermesi gerekir. Büyük bir aksilik olmazsa herkesi 3 Temmuz Salı günü 1. Karadeniz Oyunları açılışına bekliyoruz. Spor futboldan ibaret değildir. Trabzonlular’ın futbol kadar diğer spor dallarına da ilgi göstereceğini umuyorum.
ÂŞIKLIK GELENEĞİ VE ÂŞIK REYHANÎ
M.NİHAT MALKOÇ
Türk şiirinin en zengin kaynaklarından birisidir âşıklık geleneği… Bu mübarek çeşmeden nice kaynak beslenmiştir. Bilindiği üzere âşıklık geleneğinin kökeni çok eskilere dayanmaktadır. Saf şiirin kaynağıdır bu aydınlık ve bereketli şiir oluğu… Köklü bir deneyim süreci neticesinde birbirinden güzel, özgün şiirler ve şairler çıkmıştır bu gelenekten.
Âşıklık geleneği pek çok kaidelerden oluşmuştur. Yani pek çok hususta kurallar ve sınırlandırmalar vardır. Bu durum şiir söylemeyi zorlaştırsa da ortaya çıkan mahsulün kalitesini ve edebi değerini artırmaktadır. Âşıklık bir yaşama biçiminin yansımasıdır. Âşık edebiyatı, ozan-baksı geleneğinin Anadolu’da yaşama biçiminin değişimiyle ortadan kalkması üzerine oluşmuştur. Âşıklık geleneğinden sazlı (telden) , sazsız (dilden) , doğaçlama yoluyla, kalemle (yazarak) veya birkaç özelliği birden taşıyan geleneğe bağlı olarak şiir söyleyenlere ‘âşık’, bu söyleme biçimine ‘âşıklık-âşıklama’, âşıkları yönlendiren kurallar bütününe de ‘âşıklık geleneği’ adı verilir. Çok sağlam bir altyapısı vardır.
Türk şiirinin en büyük zenginliklerinden birisi Divan şiiriyse, ötekisi Halk şiiridir. Fakat günümüzde nedense bu iki şiir geleneği de serbest şiirin gölgesinde kalmıştır. Kuralsızlık ve aşırılık şiire de yansımış, ucube şiirler mantar gibi sağda solda biter olmuştur. Maalesef bunlar bir hayli de taraftar bulmuştur. Anlayacağınız o ki şiirimiz modaya kurban edilmiştir. Halk şairleri ilgisizlikten unutulmuş, bu gelenek her geçen gün kan kaybetmiştir.
Günümüzde halk şiiri birkaç ustanın üstün gayretleriyle hayatını devam ettirmektedir. Onlar sayesinde âşıklıklık geleneği sürmektedir. Fakat o eski ihtişamından eser kalmamıştır. Onun içindir ki her halk şairinin, her âşığın aramızdan ayrılması bu şiir geleneğinin biraz daha eriyip yok olması anlamına geliyor. Çünkü bu şiire gönül vermiş ustaların yeri kolay kolay dolmuyor. Üstelik halk şiirine artık kimse rağbet etmiyor. Bu durum halk şiiri kaynaklarının yakın gelecekte kuruyacağı endişesini beraberinde getiriyor. Ben bunları düşünürken halk şiirinin efsane isimlerinden biri olan Âşık Reyhanî’nin ölüm haberi geldi kulağıma....
Türk halk şiirinin günümüzdeki en büyük temsilcilerinden biri olan Erzurumlu Âşık Reyhanî’yi de kaybettik. 10 Aralık 2006 Pazar günü Reyhanî göç eyledi bu fani âlemden… Geçtiğimiz sene de halk şiirimizin en büyük ustalarından biri olan Murat Çobanoğlu’yu yitirmiştik. Bu iki ustanın birer yıl arayla aramızdan ayrılması halk şiiri adına büyük kayıplardır. Şu üzücü bir gerçek ki bunların yeri bir daha doldurulamayacaktır. Fakat dünyaya gelişimiz ne kadar gerçekse göçüşümüz de o kadar gerçektir. Onun için Âşık Reyhanî’nin ebediyete intikalini de bu açıdan değerlendirmemiz gerekir.
Asıl adı Yaşar Yılmaz olan Âşık Reyhanî, 1932 yılında Hasankale’nin Alvar köyünde doğmuştu. Yani O, 74 yaşında aramızdan ayrıldı. Konya Âşıklar Bayramına aralıksız katılan yedi âşıktan biriydi. Eski âşıkların dışında, yetiştiği Huzuri Baba, Nihani, Cevlani, Efkari, Murat Çobanoğlu’nun babası Gülistan Çobanoğlu gibi âşıklardan gelenek ve usul öğrenmişti. İran’dan Avrupa’ya birçok ülkede türkü söyleyen Âşık Reyhanî, katıldığı yarışmalarda da birçoğu birincilik olmak üzere çeşitli ödüller almıştı. 1980’li yılların başında Erzurum’da bulunan Doğu Ozanları Derneği’nin başkanlığına getirilmişti. Âşık Reyhanî birçok ülkeye konser ve konferanslara katılmak üzere çağrılmıştı. Halk şiirimizi sınırlarımızın dışına taşımış ve oralarda tanıtmıştı. Ayrıca ABD’nin Michigan Üniversitesi’nde katıldığı bir konferanstan sonra kendisine fahri öğretmenlik unvanı verilmişti.
O sessiz yaşasa da ismi Edirne’den Kars’a kadar yayıldı. Şiirlerinin çoğu bestelenerek dilden dile dolaştı. Türkülerde sesi ve sazı yankılandı. Ülkemin yürek sızılarını dilden dile, telden tele taşıdı. Sevdalı yüreklerin tercümanı oldu. Fakat kendisi çok vefalı olmasına rağmen vefa görmedi. Uzun zamandan beri hastalıklara duçar oldu. Hastalık onu yataklara mahkûm eyledi. Bedeninin dili, sazının teli sustu. En sonunda da şairin dediği gibi bir tel koptu, ahenk ebediyen kesildi. Son günlerinde eriyip bir deri bir kemik kaldı. O güzel insan tanınmaz bir hale geldi. Geçmişte söylediği bir şiirde aşktan bir deri bir kemik kaldığını söylemişti. Sanki o dizeler ömrünün son demlerindeki hazin görüntüsünü yansıtıyordu. Onu kendi ifadesiyle gerçek sevdaya, Hakk’a götürdüler. Çünkü erenlerden geri kalmak istemiyordu. O şimdi Hakk’ın divanında hayat bulmuş bir erendir:
“Al beni ne olur sevdaya götür
Erenlerden geri kaldım sevdiğim
Saz bir bahanedir göğsümü dövdüm
Bir kemik bir deri kaldım sevdiğim”
Âşık Reyhanî şair doğmuş insanlardan biriydi. Âşıklık geleneğini çok iyi biliyordu. Bu işi ciddiye alıyordu. Uzun yıllar usta âşıklardan dersler almıştı. O, halk şiiri arşivine pek çok nitelikli eser kazandırmıştır. Onu mahdut bir yazıyla anlatmak ne mümkün…
O büyük insan ömrünün son yıllarını büyük sıkıntılarla, hastalıklarla, hastane köşelerinde geçirdi. Yalnızlık tek yoldaşı oldu. O koca insan adeta bir mum gibi eridi. Fakat kimse onun derdiyle dertlenmedi. Ölümü bile televizyonlarda ve gazetelerde son haber olarak satır aralarında verildi. Çünkü o yeniyetmelerin moda kültürüne iltifat etmedi hiçbir zaman. Büyük medya patronlarıyla yıldızlı otellerde oturup kadeh kaldırmadı. O, halkın bağrından çıkmış, halkının sesi olmuş bir çilekeşti. Onun içindir ki değerlerin altüst olduğu bu bahtsız zamanda sesi kısık çıktı. Kimse elinden tutmadı, hayatta tek başına yürümek mecburiyetinde bırakıldı. Onuruyla yaşadı, onuruyla öldü, kimseye el açmadı. Bu milletin gerçek efendisi ve sahibi olan halkın gür sesi olmaya and içmiş bu büyük halk aşığına Allah’tan rahmet diliyorum. Sözlerimi onun ölüme dair bir dörtlüğüyle noktalamak istiyorum.
“Gel gülü yandırma bülbül / Önce ağla sonradan gül
Ölüm en son nokta değil / İş ondan öteye başlar”
TUTUM, YATIRIM VE TÜRK MALLARI HAFTASI
M.NİHAT MALKOÇ
Ülkeler sağlam bir ekonomik yapı üzerine kurulmuşsa geleceğe güvenle bakılabilir. Aksi halde ülkelerin ayakta durması güçleşir. Ekonomik bağımsızlık olmadan siyasal bağımsızlık olmaz. Çünkü yabancılara borçlanan ülkelerin eli ayağı bağlanır. Para veren bir zaman sonra akıl vermeye başlar. “Borç iyi güne gitmez” demiş atalarımız. Borçtan ancak ödemekle kurtulabiliriz. Türkiye yıllardan beri borçlu yaşamanın sıkıntılarını çekiyor.
Türkiye zengin bir ülke değildir. Bazıları bolluk içinde yaşarken bazıları da çöplerden rızkını çıkarmanın mücadelesini vermektedir. Bunu bilerek hareket etmek zorundayız. Tutumlu olursak gelecekte maddi sıkıntılar yaşamayız. Hiç ihtiyacı yokken gösteriş için harcama yapanları anlamak mümkün değildir. Çoğumuzun evinde hiç kullanılmayan eşyalar vardır. Durum bu iken bu eşyalara yenilerini ekleriz. Bu iş için avuç dolusu paralar harcarız. Fakat nedense bir garibanı doyurmak için elimizi cebimize götürmekte zorlanırız.
İnsanın gelecekte neler yaşayacağı, nelerle karşılaşacağı belli değildir. Kader bize nice sürprizler hazırlamıştır. Onun için elimizde ne varsa har vurup harman savurmamalıyız. Bir kenara bir miktar para koyup tabir caizse onu unutmalıyız. Onu yok saymalıyız; ancak darda kaldığımızda onu kullanma yoluna gitmeliyiz. Tutumlu olmakla cimriliği birbirine karıştırmamalıyız. Cimrilikle tutumluluk çok farklı şeylerdir. Harcanması gereken yerde harcanmalı, tasarruf edilmesi gereken yerde de tasarruf edilmelidir.
İnsanlarımız mücevherlerini yastık altında saklıyorlar. Özellikle kadınlarımız takıya büyük paralar harcıyorlar. Bazıları altın ve döviz almayı yatırım olarak görüyor. Bunlar ekonomide dolaşmadığı için atıl olarak kalıyor. Takdir edersiniz ki paranın bir köşede bırakılmasının ülke ekonomisine hiçbir yararı yoktur. Parayla yatırım yapmak ve insanlara iş ve aş kapısı açmak gerekir. İşsizlik ancak böylelikle önlenebilir.
Kaynaklar sınırsız değildir. Onun için ölçülü ve yerinde kullanılmaları zaruridir. Aksi halde sıkıntıların baş göstermesi işten bile değildir. Zenginlerimizin bir kısmı kendi ülkelerine değil, yabancı ülkelere yatırım yaparak belki farkında olmadan bu ülkeye zarar veriyorlar. Oysa ülkesini ve milletini seven insanlar parasını başka ülkelerdeki yatırımlara değil, kendi ülkesindeki yatırımlara harcarlar. Bu tutum vatan sevgisinin en güzel göstergesidir. Bu ülke ancak yerli sermayenin verimli kullanılmasıyla kalkınabilir.
Ülkemizdeki ekonomik sıkıntıların başında ihracat gelirinin ithalatı karşılayamaması geliyor. Sattığınız maldan elde ettiğiniz parayla yabancılardan aldığınız mallara verdiğiniz para en azından birbirini karşılamalıdır. Gerçi ideal olan, mümkün olduğunca yabancı ülkelerden mal almamaktır; her türlü malı iç piyasada üretmektir. Fakat Türkiye’de bugünkü ticari verilere baktığımızda ihracatın ithalat giderlerini karşılamadığını görüyoruz. Karşılamayı bir kenara bırakın, bu iki kalem arasında büyük bir uçurum vardır.
Türkiye son yıllarda yabancı mal cennetine dönüştürülmüştür. Kaliteli veya kalitesiz, ucuz veya pahalı her türlü mal, sınırlarımızdan rahatça içeri girmektedir. Önüne gelen devletler ülkemizde mallarını rahatlıkla pazarlamaktadır. Fakat Türkiye tekstilde çok ileri noktalara gelmiş olmasına rağmen ürettiği mallarını Avrupa ve ABD pazarlarında satamamaktadır. Mallarımıza kota konmaktadır. Bu büyük bir çifte standarttır. Bizler de onlara belli kısıtlamalar koymalıyız. Aksi halde Türkiye’de üretilen mallar pazar sıkıntısı çekecek, yerli üretim ortadan kalkma noktasına gelecektir.
Eskiden okullarımızda ‘Yerli malı yurdun malı, herkes onu kullanmalı’ vecizesi öğretilirdi. Öyle de yapardık. Yabancı mallara itibar etmezdik. Gerçi yabancı mallar bugünkü kadar rahat giremezdi Türkiye pazarına. Mecburen yerli malı kullanırdık. Oysa bugün yabancı markaları kullanmak bir üstünlük ve zenginlik göstergesi olarak görülüyor. Yabancı malların kaliteli olduğu inancı var insanlarımızda. Oysa bugün ülkemizde her türlü mal, araç gereç yapılabilmektedir. Bunun yanında Türk mallarıyla kıyaslanmayacak kadar kötü olan Çin malları sırf ucuz olduğu için iç piyasada yaygın olarak alıcı bulmaktadır.
Geçmişte okullarımızda yerli malı haftaları kutlanırdı. Bu günler milli bir eğlenceye dönüştürülürdü. Günümüzde de 12-18 Aralık tarihleri arsında Yerli Malı Haftası kutlanıyor ama o eski ruh ve heyecan yaşatılamıyor; kutlamalar sembolik olmaktan öteye gitmiyor. İthalatın bu kadar başını alıp gittiği bir dönemde Yerli Malı Haftası’nın sembolik olmaması beklenemezdi zaten... Gelin yol yakınken hatadan dönelim, bundan sonra yerli malları kullanalım. Milyonlarca doların yabancılara gitmesine rıza göstermeyelim. Vatan sevgisi lafta kalmasın. Sözlerimi şair Hakkı Sunat’ın yerli mal kullanmanın önemini anlattığı dörtlükleriyle noktalamak istiyorum:
“Üstüm, başım, içim, dışım. / Ayakkabım yerli malı...
Vatanını seven insan, / Yerli malı kullanmalı.
Çeşidi az olsa bile, / Yerli malı, vatan malı
Başka türlü düşünenler / Varlığından utanmalı.”
MEVLANA’NIN GÖNÜL ÇAĞLAYANI
M.NİHAT MALKOÇ
Bazı şahsiyetler vardır ki fikri ne olursa olsun bütün kesimlerin ortak hafızası olurlar. Herkes onların yazdıklarında birleşir. Bunlar toplumun asgari müşterekleri konumundadırlar. Onlar bu haliyle toplumun denge unsurudurlar. Kavgalar ve sıcak tartışmalar bu büyük şahsiyetlerin buz dağlarına çarparak bertaraf edilir. Bu yüce ruhlar her dönemdeki zehirlere karşı panzehir vazifesi görürler. Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, Hacı Bayram Veli, Hoca Ahmet Yesevi ve Mevlana Celaleddin Rumî bunlardan sadece birkaçıdır.
Ruhlarımızdaki manevi kirleri silip gönüllerimizin pasını zımparalayan muhabbet erlerinden birisi de bundan 800 yıl evvel dünyaya gelen Mevlana’dır. O, yediden yetmişe kadar Türk milletinin kucakladığı ve benimsediği bir aşk kahramanıdır. Onun kitabında sevgi ve hoşgörü kavramları altın yaldızlı harflerle yazılmıştır.
Mevlâna 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan yöresinde, Belh şehrinde doğmuştur. Bu yıl onun doğumunun 800. yıldönümünü büyük bir coşkuyla kutluyoruz. İyi ki doğmuş ve yazdıklarıyla bize hayat vermiş… Onun olmadığı bir dünya ne kadar eksik olurdu. Mevlana’nın Mesnevi’sinin olmadığı bir kütüphane ne kadar da boş kalırdı. Onunla cilalanmayan yürekler bir harabeden farksız olurdu.
Onun 26 bin beyitten meydana gelen Mesnevi’si bir birlik dükkânıdır. Fitne ve fesadı yok eden manevi dermanların toplandığı eczanedir. Bunu “Mesnevi’miz, birlik dükkânıdır; birden başka ne belirirse puttur.” diyerek vurgulamıştır. Bu dükkânın vitrinlerinde aşk, sevgi, hoşgörü, vefa, ilim ve muhabbet sergilenir. Bunların alıcıları aynı zamanda satıcılarıdır.
Gönül adamları ölümden korkmazlar. Çünkü onlara göre gerçek anlamda ölüm yoktur. Ölüm gurbetten asli vatana göçüştür. Mevlana da bu anlayıştan yola çıkarak ölümü bir vuslat olarak görmüştür. Kulun Allah’ına ulaştığı sevimli bir an olarak nitelendirmiştir. Onun içindir ki ölümü olgunlukla ve büyük bir ruh genişliği içerisinde karşılamıştır.
Mevlana, ölüm vaktine ‘şeb-i arus’(düğün gecesi) demiştir. O, kabri temsili bir mekân olarak kabul etmiştir. Onun içindir ki “Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! Bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir” diyerek ölümsüzlüğün imanlı gönüllere girerek sağlanabileceği hakikatini teslim etmiştir. Gerçekten de dediği gibi kendisi imanlı gönüllerde yaşayarak bugünlere kadar ulaşabilmiştir. Sesinin yankısı yedi asır sonrasında duyulabilmiştir.
Mevlana sevgi ve hoşgörü anahtarının bütün kapıları açabileceğine yürekten inanmıştır. Bunun canlı örneklerini bizzat yaşayarak müşahede etmiştir. Bununla ilgili olarak söylediği şu güzel sözler sevgi tılsımının gücünü ortaya koymaktadır: “Sevgiden acılıklar tatlılaşır. Sevgiden bakırlar altın kesilir. Sevgiden tortulu, bulanık sular, arı duru bir hale gelir, sevgiden dertler şifa bulur. Sevgiden ölü dirilir, sevgiden padişahlar kul olur.”
Aşk adamıdır Mevlana… Fakat Mevlana’nın aşkını beşeri aşklarla karıştırmayalım sakın... O, bütün aşkların ilahi aşktan neşet ettiğine inanan ve eşyaya o gözle bakan engin ruhlu bir gönül eridir. Allah aşkını yüreğinin merkezine yerleştiren Mevlana, varlığa da Allah’ın mahlûku olması açısından hikmetle bakmıştır. Her şeyi muhabbet penceresinden seyretmiştir O…Onu anlamak için bu açıdan bakmak gerekir öncelikle…
Aşktan mahrum gönülleri virane olarak görmüştür Mevlana… Aşkı her şeyin ön şartı olarak kabul etmiştir. Aşka gönül alfabesinin ‘elif’i gözüyle bakmıştır. Her beytine aşkın ruhaniyetini sindirmiştir. Bir beytinde “Aşkı olmayan kişi, ne de zevksizdir ya; bir sevgilisi olmayan kişi, ne de ölüdür ya. Aşktan diri olmak gerek, ölüde iş yok. Diri kimdir, bilir misin? Aşktan doğan kişi. Aşkın eteğine yapış, onun eteği keremdir, ihsandır; ondan başka kimsecikler kurtaramaz seni yabancılıktan. Aşk, güzellik padişahının damına çıkılacak bir merdivendir; sen gel de miraç hakikatini aşığın yüzünden oku.” diyor, Hz. Mevlana…
O, aşksız yaşamanın aşsız yaşamaktan daha beter olduğuna inanıyordu. Kendisini doğumunun 800. yılında rahmet ve minnetle anıyoruz. İyi ki doğmuşsun; hasta ruhlarımızın ilacı, hissiyatımızın serdarı, gönül çağlayanı Mevlana… Senin manevi ikliminde ve ‘Mesnevi’ ağacının dalları altında gölgelenenlere ne mutlu… İyi ki varsın postnişinim, sevgi ırmağım… Asırlardan beri viran gönüllerimizi mamur eyledin. Doğum günün kutlu olsun…
ÇİĞNENEN İNSAN HAKLARI
M.NİHAT MALKOÇ
Dünyaya şüphesiz ki insandan daha kıymetli bir varlık gönderilmemiştir. Onun içindir ki insan ‘eşref-i mahlûkat’(yaratılanların en şereflisi) olarak nitelendirilmiştir. Hangi inanca, dile, milliyete ve cinsiyete mensup olursa olsun insan özü itibariyle değerlidir. Yüce Rabbimizin biz insanları muhatap olarak kabul etmesi, dünyayı ve içindeki nimetleri bize sunması insanın kıymetli bir varlık olduğuna delildir.
Kişiye varlığı ve makamından dolayı değil, insan olduğu için değer vermeliyiz. Fakat bu, yaşadığımız hayat içerisinde nedense böyle olmamaktadır. İnsanlara sonradan elde ettikleri varlıklar ölçü alınarak değer verilmektedir. Güçlüler, güçsüzleri her fırsatta ezmektedir. Böyle olunca da hayat yaşanmaz ve çekilmez bir hâl almaktadır.
Bugün olduğu gibi geçmişte de insan hakları sürekli çiğnenmiştir. Değişik önlemler alınmaya çalışılmışsa da bunun önüne geçmek pek mümkün olmamıştır. Bununla ilgili kanunlar çıkarılmışsa da tam anlamıyla suistimallerin önüne geçilememiştir. Çünkü tavandakiler tabandakileri hep görmezden gelmiştir.
Bilindiği gibi tarihte 1215 yılında İngiltere Kralına kabul ettirilen bildirge, Magna Charte (Magna Karta) İnsan Hakları kavramının ilk belgesi sayılır. İnsan hakları konusunda yayınlanan bir diğer önemli bildirge, Amerika’da yayınlanan Bağımsızlık Bildirgesi’dir. Bunlara ilave olarak özgürlük, eşitlik, kardeşlik gibi ifadeler, 1789 yılında gerçekleşen Fransız Devrimi’nden sonra yayınlanan İnsan Hakları Bildirgesi’nde yer alan kavramlardır.
Geçen zamanla birlikte insana bakış açısı da değişmiştir. İnsanın değişmesinin ve gelişmesinin sonucunda 10 Aralık 1948 yılında yayınlanan ‘İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ doğmuştur. Türkiye, Birleşmiş Milletler’in kurucu üyelerinden birisi olarak İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni ilk onaylayan ülkeler arasında yer almış ve insan hakları konusundaki önemli sözleşmelerin büyük bölümüne taraf olmuştur. Lakin bu belgelerde yazılanların çoğu hayata geçirilememiş, teori olarak kalmıştır.
Dünyaya gelen her insan özgürce yaşama hakkına sahiptir. İnsanın en önemli hakkı yaşama hakkıdır. Gerekçesi ne olursa olsun bunu hiç kimse sonlandırma hakkına sahip değildir. Haksızlıkların hesabını kişiler değil, bağımsız mahkemeler sorar. Yaşama hakkını düşünme, eğitim, öğretim, çalışma, iletişim hakları takip etmektedir. Dünyaya gelmek bu haklara sahip olmak için yeterli bir sebeptir. Fakat hiçbir hak sınırsız değildir. Unutulmamalıdır ki bizim haklarımız, başkalarının haklarını çiğnediğimiz noktada biter.
Bütün insanlar dünyaya özgür bir fert olarak gelirler. Fakat yasal olmasa da bazen kişilerin yaşadıkları hayat, onların özgürlüklerini kısıtlar, hatta elinden alır. Bunun önüne geçmek için çeşitli kanun metinleri hazırlanmıştır. Bunlardan biri olan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi fertlerin haklarıyla ilgili itibarlı bir uluslararası belgedir. Bu mühim beyannamenin ikinci maddesinde hakların sınırları ve muhatapları hususunda şunlar yazar:
“Herkes, ırk, renk, cins, dil, din, siyasal ya da herhangi bir başka inanç, ulusal ya da toplumsal köken, varlıklılık, doğuş ya da herhangi bir başka ayrım gözetilmeksizin bu Bildirge’de açıklanan bütün haklardan ve bütün özgürlüklerden yararlanabilir.”
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi içerik olarak zengin bir belgedir. Fakat buna imza atan ülkeler, imzalarına sadık kal(a) mayarak insan haklarını ihlal etmektedirler. Bu sadece Doğu ülkelerinde değil, özgürlüğün çıkış noktası olarak kabul edilen Batıda da sıkça yaşanmaktadır. Kimse kendini sütten çıkmış ak kaşık olarak görmesin.
İnsan haklarını Batıyla özdeşleştirmek, Doğuyu buna muhalif göstermek doğru değildir. İslam da haklara, vazifelere ve inanç özgürlüğüne çok kıymet vermiştir. Son ilahi din olan İslam, insan hakları konusunda Batı’dan geri değil, aksine çok çok ileridir. Resulullah Efendimizin ömrünün son demlerinde irat ettiği “Veda Hutbesi” insan hakları beyannamelerinin ilk büyük örneklerindendir. Bu hutbeyi tarafsız bir gözle okuyanlar İslam’ın insan hakları hususunda çok ileri bir noktada olduğunu göreceklerdir. Veda Hutbesi’nde Müslümanın yol haritası çizilmiş, üstünlüğün sadece takvada olduğu belirtilmiştir. Özellikle kadınların erkeklere emanet olarak verildiği vurgulanmıştır.
Adı ne olursa olsun, hangi kültürden çıkmış olursa olsun insana değer veren ve onu koruyan düzenlemeler muteberdir. İnsan haklarını ihlal edenler, günün birinde hakları ihlal edilenler konumunda olabilirler. Ancak o zaman yaptıklarının anlamını hakkıyla kavrayabilirler. Bu hususta empati yapanlar ve vicdanlarının sesini dinleyenler hakikatlerle yüzleşip doğruları yakalayacaklardır. Mutlu bir hayat için birbirimizi sevelim, sınırları ihlal etmeyelim. Haklarımızı bilelim ve sonuna kadar savunalım.
İMECE FİLMİN İLK ÖRNEĞİ: DONDURMAM GAYMAK
M.NİHAT MALKOÇ
Sinema en etkili iletişim araçlarından birisidir. Bu yolla geniş kitlelere ulaşmak mümkündür. Bizde sinemanın tarihi geçmişi Avrupa ülkeleri kadar çok eskilere dayanmasa da son yıllarda büyük bir hız ve ivme kazanmıştır. Anlaşılan o ki yeni nesil sinema yapımcıları ve yönetmenleri bu işin sırrını hakkıyla öğrenmiştir. Yapımcı ve yönetmenlerimiz bu işin ilmi usullerini ve inceliklerini kavramışlar. Bunu yaptıkları son filmlerden anlayabiliyoruz. Eskiden pek rağbet görmeyen sinema salonları bugünlerde dolup taşıyor. Çünkü işin teknik ve görsel hakkı veriliyor. Böyle olunca seyirci filme para vermeyi ziyan olarak görmüyor.
Geçenlerde gösterime giren kaliteli filmlerden birisi de “Dondurmam Gaymak” tı… Adı üzerinde senaryosu dondurma üzerine kurulmuş… Fakat bu fabrikalarda üretilenlerden değil… El yapımı hakiki kaymak dondurmaları konu ediniyor. Böylelikle de uluslararası sermayenin koca şirketlerine meydan okunuyor.
Türkiye, yaklaşık yüz yıl önce dondurma ile tanıştı. Bazı belgelerden, üç bin yıl önce, Çin’de karla meyve sularının karıştırılarak tüketildiği anlaşılan, Amerika ve Avrupa’nın ise yüzyıllar önce keşfettiği dondurmayla Türkler geç tanışmış olmasına rağmen onu kısa zamanda çok sevdi. Başlangıçta; özellikle İstanbul’da belirli kitlelerin ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla tanınmış lokanta ve otellerde üretildi. Daha sonra da sırasıyla ev, sokak ve dükkân dondurmacılığı şeklinde bir gelişme gösterdi. Öyle hızlı gelişti ki ‘Maraş Dondurması’ gibi her bölgeye özgü dondurmalar üretilmeye başlandı. Dondurma bir sektör haline geldi.
Küçük esnafın, küçük kasabanın, ‘küçük’ insanların ‘büyük’ filmi ‘Dondurmam Gaymak’, bu bağlamda küreselleşen dünya ekonomisi karşısında çaresizce çırpınan küçük esnafın, eski tarz teknikle üretim yapıp satan bir dondurmacının traji-komik hikâyesini anlatan bir film olarak karşımıza çıkıyor. Bütçesi küçük, misyonu büyük! Filmin konusu kısaca şöyle:
“Yıl 1995… Ege’nin küçük bir kıyı kasabasında babadan kalma mesleği dondurmacılıkla geçinen Ali Usta, büyük dondurma firmalarının karşısında durabilmek için banka kredisiyle küçük bir motosiklet alır ve bu motoru dondurma satmaya uygun bir şekilde römork ve benzeri aksesuarlarla donatır. Bunun yeterli olmadığına karar verip bir de yerel televizyona reklâm filmi çektirir. Yakın çevresi bu durumu alaycı ve sitemkâr bir tavır ile karşılar. Satış yapmak için yola koyulduğu bir gün, Ali Usta’nın motoru ve dondurma yüklü römorku çalınır. Deliye dönen Ali Usta, olayı büyük dondurma şirketlerinin kendisine karşı bir planı olarak algılar. Durum hiç de sandığı gibi değildir. Hırsızlar, dondurmaları afiyetle yiyen bir çocuk çetesinden ibarettir. Olaylar böylece devam eder.”
Konuyla ilgili olarak fazla ayrıntılara girmeyim. Devamını sinema salonlarında takip edin… Böylelikle zor şartlarda çekilen filme katkıda bulunun ki bu tarz yapımların sayısı artsın. Neticede sinemamız bazılarının tekeli olmaktan kurtulsun, halkın malı olsun.
Sokak aralarında dolaşıp kendi ürettikleri dondurmaları satan dondurmacıları konu alan ‘Dondurmam Gaymak’ filminin yönetmeni Yüksel Aksu, uluslararası dev dondurma firmalarına karşı bayrak açtı. Türkiye’deki ‘gaymak dondurmacıları’ örgütleyen Aksu, Liz Hurley’in 1,5 milyon dolar aldığı 1,5 dakikalık reklâma karşılık, yaklaşık 450 bin dolarlık bir bütçeyle hiçbiri tanınmamış, halktan bir oyuncu kadrosuyla yüz dakikalık traji-komik bir sinema filmi çekmeye başladı. Sonunda başardılar da! ... Zor şartlarda hoş bir eser çıkardılar ortaya. İmece usulüyle yapılan bu film bir sembol oldu ülkemiz için…
Tamamı tanınmamış ve Muğlalı, birçoğu da amatör oyunculardan oluşan kadronun yiyeceği, içeceği için de Muğla ile ilçelerindeki işletmelerden yardım istendi. Kendi deyimiyle Yüksel Aksu, küçük işletmeleri ve esnafı, uluslararası büyük sermayeye karşı örgütledi. Ve ‘Dondurmam Gaymak’ geçen hafta seyircisiyle buluştu.
Senaryosu da kendine ait olan ‘Dondurmam Gaymak’ isimli filmin çekimi öncesi Yüksel Aksoy, tam üç ay boyunca büyüklü küçüklü sayısız esnafı destek olmaları için aradı. Asistanlarıyla birlikte internetin başına oturan Aksu, yurdun dört köşesinde halen dev firmaların hâkimiyetine giren piyasada ayakta durmaya çalışan, külahta satılan dondurma üreten işletmelerin yetkilileriyle görüştü. Onlarla dayanışma içerisine girdi. Çoğunun desteğini aldı. Kültür Bakanlığı’nın 250 bin YTL’sini karşıladığı filmin 600 bin YTL’lik maliyetine destek istedi. Bu desteği parayla sağlayamayacaklarını belirtenlerden ise ya bir torba külah ya da eski bir dondurma aracı, kaşığı talep etti. Böyle zor şartlar altında ortaya çıkan film bugünlerde büyük bir beğeniyle seyrediliyor.
İmece usulüyle çekilen ‘Dondurmam Gaymak’ filmi Adana Altın Koza Film Festivali’nde üç ödül aldı. Bunun yanında filme İstanbul Film Festivali’nde ‘Jüri Özel Ödülü’ verildi. Bu film daha nice ödüller alacak… Bu filmi kaçıran çok şey kaçırmış olur.
‘Dondurmam Gaymak’ filmi, düşük bütçeyle de güzel şeyler yapılabileceğini gösterdi. Söz konusu film bu yıl Türkiye’yi Oscar’da “En İyi Yabancı Film” kategorisinde temsil edecek ‘Dondurmam Gaymak’, New York Queens Film Festivali’nde açılış filmi olarak seyirciyle buluştu bile. Yani sizin anlayacağınız, sınırları aştı bizim gaymaklı dondurmalar! …
Bu filmde sadece Turan Özdemir profesyonel oyuncu, o da tiyatro kökenli, ilk kez bir filmde başrol oynadı. Diğer kişiler filmin çekildiği Muğla yöresinden anonslarla toplandı. Dört bin kişi arasından seçilen 150 kişiye oyuncu Mehmet Ali Alabora rol eğitimi verdi. Olağanüstü bir birlik beraberlik sergilenerek böyle bir film çevrildi. Bu Türk’ün inandığında neler ortaya koyabileceğinin bariz göstergesidir. Onlar zoru başardı ve bizi anlatan güzel bir eser üretti. Bize düşen bu esere destek olmak, sahip çıkmak… Öyle değil mi?
Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta