GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ
Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…
O masal dağında ünleyen gazal
Güz ve hasret yüklü akşam bulutu
Güz ve güneş yüklü saman kağnısı
Babamdan duyduğum o mahzun gazel
Ahengiyle dalgalandığım harman
2007 GÜNDOĞDU SANIMER ŞİİR ÖDÜLÜ VE GENÇ ŞAİR OLCAY ÖZMEN
M.NİHAT MALKOÇ
Şehirler yetiştirdiği değerlerle büyürler. Bu değerlerin başında şair ve yazarlar gelir. Şair ve yazar deyip geçmeyin, onlar çok önemli bir iş yapıyorlar… Yazdıkları şiir, hikâye, roman ve deneme gibi türler aracılığıyla dil tarlasını ekip biçiyorlar; onlar dil işçisidirler. Dilimizin bugünkü zenginliğine kavuşmasında onların emeği büyüktür. Büyük sanatkârlar yetiştirmeyen şehirlerin isimleri kültür ve sanat kamuoyunda zikredilmez. Onlar vaktin hoyrat ellerinde kaybolur, zaman değirmeninde öğütülürler. Gün gelir kimse esamisini okumaz bu sahipsiz şehirlerin… Böyle bir şehir zamana hükmedemez, zamanın hükmüne boyun eğerek kaybolur gider. Çok şükür ki Trabzon’umuz bu silik ve bahtsız şehirlerden değildir.
Trabzon şehri tarihten bugüne kadar yüzlerce mühim değer yetiştirerek milletimizin istifadesine sunmuştur. Bürokrasiden edebiyata kadar her alanda söz sahibi olan Trabzonlular, doğup büyüdükleri şehirlerde teneffüs ettikleri havanın, içtikleri suyun ve faydalandıkları tüm nimetlerin hakkını fazlasıyla vermişlerdir. Trabzon’da doğup büyüyen ve bu şehre gerek mesleğiyle, gerek yüreğiyle hizmet eden isimlerden birisi de Jinekolog Doktor ve Şair merhum Gündoğdu Sanımer’dir. O, nefes aldıkça gerek doktorluk mesleğiyle, gerekse duygu işçiliğiyle bu şehre güzel eserler ve hizmetler sunmuştur. 2003 senesinde 68 yaşındayken aramızdan ayrılan Sanımer, arkasında çok sayıda şiir, yazı ve dost bırakmıştır. Geride bıraktığı dostları onu hiçbir zaman unutmamış, vefa duygusunun hakkını vermişlerdir.
Paylaşılan şiir, ruhlara ekilen yediveren tohumu gibidir. Her yürekte dallanır, budaklanır, büyür, serpilir, gölgesi uzadıkça uzar. Defterlerde saklanan şiir, zamanın paslı çarklarında ezilir, kaybolur gider. Belki bu şiirlerin de halk nazarında kıymetleri vardır. Fakat gün ışığına çıkarılmadıkları ve paylaşılmadıkları için layık oldukları yeri bulamamışlardır.
Eskilerimiz “Marifet iltifata tabidir” derken, hak edenleri övmenin, bunu zamanında ve ölçüsünce yapmanın önemini de belirtme ihtiyacı duymuşlardır. Hangi alanda olursa olsun güzel işler yapanlar hak ettikleri yere getirilmelidir. Yaşarken kıymeti bilinmeyenler vefanın saltanatının hüküm sürdüğü devirlerde, geç de olsa yaşatılmalıdır, hak ettiği yere konmalıdır. Son yıllarda bir kısım şairlerin adını yaşatmak için değişik şiir ödülleri tertip ediliyor. Bu ödüllerin bir kısmı düzenli verilse de bir kısmı zaman zaman aksatılarak veriliyor. Bazıları şiir alanında, bazıları da dönüşümlü olarak şiir, hikâye, roman ve deneme alanlarında veriliyor.
Trabzon’un yerel değerlerinden birisi olan Gündoğdu Sanımer’in adını yaşatmak için 2007 yılından başlamak üzere şiir ödülü tertip edilmiştir. Kıyı Dergisi tarafından düzenlenen ve her yıl tekrarlanacak ödül için belli ölçüler sıralanıyor. Eserler belli zaman aralığında yayınlanmış olacak. Kitap hacminde şiir dosyasıyla da yarışmaya katılmak mümkün… Geçenlerde bu yılki yarışma neticelendi. Ödülü uzaklardan bir isim, İzmir’den Olcay Özmen adlı genç şair “Yere Düşen Gül Sesi” adlı şiir dosyasıyla kazandı. Kendisini kutluyoruz.
Trabzon’un yetiştirdiği şair, ebru sanatçısı ve ressam Sanımer adına, edebiyatımızın değerlerine sahip çıkma anlayışı çerçevesinde bu yıl ilk kez Kıyı Kültür ve Sanat Dergisi tarafından düzenlenen Gündoğdu Sanımer Şiir Ödülü’nün genç bir şaire gitmesi sevindirici… Bilindiği gibi seçici kurul üyeliğini; İbrahim Dizman, Raif Özben, Ahmet Özer, Günaç Sanımer ve Çiğdem Sezer’in yaptığı yarışmada Olcay Özmen’in “Yere Düşen Gül Sesi” adlı şiir dosyası oy çokluğuyla birinciliğe değer bulunmuştu. Olcay Özmen’e ödülü, 23 Haziran 2007’de Trabzon’da Gündoğdu Sanımer anısına düzenlenen törende verildi. Genç şair plaketi aldıktan sonra kısa bir teşekkür konuşması yaparak mutluluğunu katılımcılarla paylaştı.
2007 Gündoğdu Sanımer Şiir Ödülü’nü kazanan Olcay Özmen geçen sene de Yaşar Nabi Nayır Şiir Ödülü’nü kazanmıştı. Bu onun şairlik hayatında kazandığı ikinci büyük ödül oluyor. Özmen, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okuyor. Geleneksel şiirle modern şiiri harmanlama gayreti içerisinde olan Özmen’in, gelecek zamanlarda şiirimize ayrı bir renk katacağına inanıyor, kendisini gönülden kutluyorum.
2007 GÜNDOĞDU SANIMER ŞİİR ÖDÜLÜ
M.NİHAT MALKOÇ
23 Haziran 2007 Cumartesi akşamı Hüseyin Kazaz Kültür Merkezi’nde Gündoğdu Sanımer’le ilgili ödül ve anma programı vardı. Trabzon’un yetiştirdiği değerlerden şair, ebru sanatçısı Gündoğdu Sanımer adına, edebiyatımızın değerlerine sahip çıkma anlayışı çerçevesinde bu yıl ilk kez Kıyı Kültür ve Sanat Dergisi tarafından bir şiir yarışması düzenlenmişti. 2007 Gündoğdu Sanımer Şiir Ödülü’nün seçici kurulu İbrahim Dizman, Raif Özben, Ahmet Özer, Günaç Sanımer (ailesi adına) , Çiğdem Sezer’den oluşuyordu. Sanımer’in adını yaşatmak için konulan bu şiir ödülüne şairler 01 Ocak 2007–15 Mayıs 2007 tarihleri arasında yayımlanmış şiir kitaplarıyla veya kitap hacmindeki şiir dosyalarıyla katılabiliyordu. Süreç işledi ve ödül sahibini buldu. 2007 Gündoğdu Sanımer Şiir Ödülü’nü İzmir’den 1982 doğumlu genç bir şair Olcay Özmen kazandı. Özmen, plaketini şairin eşinin elinden aldı.
Sanımer’le ilgili program Zekeriya Saka’nın bu şair için yazdığı bir şiirin okunmasıyla başladı. Sunuculuğunu şair Çiğdem Sezer’in yaptığı anma programının başında Sanımer’in şiirleri canlı fon müziği eşliğinde seslendirildi. 2007 Gündoğdu Sanımer Şiir Ödülü’nün takdim töreninden sonra Trabzonlu şair Gündoğdu Sanımer’le ilgili bir de panel yapıldı. Şair Çiğdem Sezer’in yönettiği panelde Şair Gündoğdu Sanımer’in yakın dostları gazeteci-yazar, şair, Bilkent Üniversitesi Öğretim Görevlisi Ahmet Özer, şair Ali Mustafa, şair İbrahim Dizman söz aldılar. Bir anlamda geçmişte yaşanılanları masaya yatırdılar. Nostalji sağanak yağmurlar misali salona yağdı. Anılar film şeridi gibi göz önünden geçirildi. Fakat küçücük salondaki boş yerler dikkat çekti. Trabzonlu sanatseverler programa yeterli ilgi göstermedi. Panelistler Sanımer’le ilgili değişik görüşlere yer verdiler. Öncelikle Ahmet Özer’in Gündoğdu Sanımer’le ilgili düşüncelerini ve anılarını dikkatinize sunmak istiyorum:
“Trabzon’un kültür tarihinde canını dişine takarak çalışanlardan birisi de şair-doktor Gündoğdu Sanımer’dir. Aslında onun en son işiydi doktorluk… Sanatçı bir insandı. İki yaşında babasını kaybetmişti. Tek çocuktu, dertlerini paylaşacak bir kardeşi de yoktu. Hayatta hep bir kardeşi olmasını isterdi. Çok iyi taklit yapardı. Yedi bölgenin insanlarını da bütün ağız özellikleriyle taklit edebilirdi. Onun hayatında Trabzon Lisesi’nin apayrı bir yeri ve önemi vardı. Bilindiği gibi o zamanlar Trabzon Lisesi bölgenin tek lisesi konumundaydı.
Önceleri psikiyatrist olmayı düşünse de daha sonra bu arzusundan vazgeçmiştir. Delilerle uğraşmaktansa akıllılarla uğraşmayı tercih etmiştir. Onun Trabzon sevgisi çok büyüktü; bu sevgi hiçbir şeyle ölçülemezdi. Mesleğinin yanında sanata, şiire çok önem verirdi. Maraş Caddesi’nde muayenehanesi vardı. Oraya giderek şiirlerimizi birbirlerimize okurduk. Türkçeyi çok önemserdi. İstikrarlı bir yazı hayatı yoktu. Bunun asıl sebebi yazılarının gazetelerdeki görevliler tarafından yanlış dizilmesiydi. Bu durum onu fazlasıyla üzerdi. Nedense şiirlerinin kitaplaştırılması fikrine sıcak bakmıyordu. Bir gün şiirlerini değişik dergilerden toplayıp daktilo ile yazdım, dosyaladım. Trabzon Doğum Hastanesi’ndeki odasına gidip kendisine uzattım. Şaşırdı, çok mutlu oldu. Dosyayı alıp öptü. “Kitapsız olarak öleceğim diye korkuyordum” dedi. Meşhur eseri olan Trabzon Destanı’nı yazmak için her gün 2–3 saat Trabzon tarihi üzerine yazılan kitaplardan okuyor, öğrenciler gibi çalışıyordu.
Gündoğdu Bey aynı zamanda iyi bir ebruzendi. Çok güzel ebru yapardı. Enstrümanlardan ney ve keman çalmasını da biliyordu. Sulu boya, yağlı boya resimler de yapardı. Trabzon Lisesi’nde Kayahan Keskinok’tan resim zevkini almıştı. Yani komple bir sanatçıydı o… Daha sonraları annesi âlim sayılan Mustafa Sıtkı Cansızoğlu’yla evlendi. Yani Cansızoğlu onun üvey babasıydı. Üvey babasından dil bilinci kazandı. Doktor Celalettin Algan, Nabi Üçüncüoğlu, İsmet Zeki Eyüboğlu onun yakın dostlarından sadece birkaçıydı. Sanat ona göre boş vakitlerin uğraşı değildi. O, sanata yüreğini yatırmıştı. Onun şiirlerinde belirgin bir dize mükemmeliyeti vardır. Dize ve imgeye çok değer verirdi, eksikliği ve sıradanlığı kabul etmezdi. O modern şiirden ve geleneksel şiirden fazlasıyla yararlanmıştır.”
Daha sonra panelin katılımcılarından Şair Ali Mustafa da Sanımer’le ilgili şu görüşlere yer verdi: “Muayenehanesine gittiğimizde Nedim’den başlar, Nazım Hikmet’le noktalardı. Masasının üzeri kitaplarla dolu olurdu. Bir öğretmen kadar üzerimizde emeği vardı. Şiirlerimizi dinler, gerektiğinde düzeltirdi. Kıyı okulunun başöğretmeniydi o…Divan şiirini sevmediğim halde ondan dinlediğim divan şiirlerini severdim. Onun şiirinde yerelliğin izlerine fazlaca rastlanmaz. Geçen zaman içerisinde her şairden bir şiir kalır geriye… Bence Gündoğdu Sanımer’den de geriye kalacak şiir Karayelin Sürüleri’dir.”
Şair İbrahim Dizman da Sanımer’le ilişkili olarak şu görüşlere ve anılara değindi: “Sanımer’den ilk öğrendiğim şey, şiirin bangır bangır bağırılarak okunamayacağı gerçeğidir. O, Trabzon’la Ordu arasında da bir kültür-sanat köprüsü kurmuştu. Aslen Çanakkaleli olduğum için beni hemşehrim İlhan Demiraslan’la özdeşleştirirdi. Sanımer, İstanbul-Trabzon arasında gidip gelen bir insandı. Bu yüzden şiirlerinde yer yer İstanbul temasına da rastlanır. Son nefesini de İstanbul’da vermiş, orada gömülmüştür. Onun şiirlerinde doğaya ait imgeler vardır. Fakat şiirlerinde Karadeniz doğasına pek yer vermemiştir. Gündoğdu Sanımer’in şiiri imajlarla beslenmiş, kapalı bir şiirdir. Şiirlerini anlamak için çaba göstermek gerekir.”
Sanata, edebiyata, şehir kültürüne katkıda bulunanları unutmak tek kelimeyle vefasızlıktır. Hangi görüşten olursa olsun sanatkârları değerlendirirken öncelikle sanat kabiliyetleri ve verdikleri eserler ölçü alınmalıdır. Tarihi süreç içerisinde fikir taassubu hiç kimseye bir şey kazandırmamış, aksine topluma ve fertlere çok şey kaybettirmiştir. Gündoğdu Sanımer’in de bu kapsamda değerlendirilmesi, eserlerinin ve isminin yaşatılması gerekir.
NUSRET ÖZCAN’IN ANİ VEDASI
M.NİHAT MALKOÇ
Bazı yazarlarla yüz yüze görüşmüşlüğümüz olmasa da kitaplarından dolayı dost veya düşman belleriz onları… Duygu ve düşüncelerimize hitap ediyorlarsa, bizi anlatıyorlarsa, hissiyatımıza tercüman oluyorlarsa en iyi dostlarımız arasına girerler. Şayet benimsediğimiz değerlerin aleyhinde kalem oynatmışlarsa onlara karşı soğuk dururuz, hatta düşman kesiliriz. Benim de dost bellediğim, sevdiğim yazar dostlarım vardır. Fakat fikrini benimsemediğim kalem sahipleri de yok değil. Lakin yazdıklarına katılmasam da düşmanlık da duymam kendilerine. Zira herkes inandığını terennüm eder. Herkes hesabını yalnızca Allah’a verir.
Dost bildiğim, yazdıklarından zevk aldığım, özü sözü doğru adamlardan biriydi Nusret Özcan. Biriydi diyorum, çünkü o 22 Haziran 2007 itibariyle aramızdan ayrıldı. 49 yaşında saçı sakalı ağaran bu Hak ve hakikat dostu, gazeteciliği ve yazarlığı meslek olarak seçmişti. 25 yıldan beri bu sevdiği işle uğraşıyor, rızkını bu meslekten temin ediyordu. Uzun zamandan beri Yeni Şafak gazetesinde editörlük yapıyordu. 1958 yılında Eyüp'te doğan Özcan, geçtiğimiz yıl iki kalp krizi atlatmış, sağlık sorunlarına rağmen gazetedeki görevine geri dönmüştü. Çünkü üç erkek evlat ve bir eş ondan ekmek bekliyordu. Öyle olmasa da o, yaptığı işi aşk derecesinde seviyordu. Boş kalmak, başkalarına el açmak ona göre işler değildi. Onurluydu, gururluydu, gayretliydi, fakat tamahkâr değildi.
Üstat Necip Fazıl’ı çok severdi rahmetli Nusret Özcan… Onun fikirleri üzerine bina etmişti karakterini… Çile’den süzülen nurlarla hayatına ışık ve renk katmıştı. O, Eyüp Sultan’da doğup büyüyen ve o manevi atmosferde ruhunu şekillendiren mütedeyyin bir insandı. Necip Fazıl’ın Eyüp Sultan’daki kabri ona ayrı bir heyecan verirdi. Necip Fazıl’ın maneviyatıyla iç içe sayardı kendini… 22 Haziran 2007 Cuma gününde son nefesini veren 49 yaşındaki bu yirmi birinci yüzyıl alpereni, çok sevdiği ve fikirlerinden beslendiği Necip Fazıl’la aynı kabristanda ebedi uykusuna dalacak. Belki Cennette komşu olacaklar, kim bilir?
Nusret Özcan; Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı mezunuydu. Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sanat Görüntüleri ve İlahiyat Bölümü eğitimi de almıştı. Çeşitli gazetelerde köşe yazarlığı, idarecilik ve editörlük görevlerinde bulunmuştu. Edebi çalışmalarını İzlenim, Kayıtlar, Kafdağı gibi dergilerde okuyucularla buluşturmuştu. Bizim Mahalle, Sokak Sesleri, Leyla ve Mecnun, Beşir Ayvazoğlu Kitabı, Kar Kelebekleri ve Kemal Aykut’la birlikte hazırladıkları Mustafa Kutlu Kitabı adında altı tane eseri bulunuyordu. Onun Beşir Ayvazoğlu ve Mustafa Kutlu için hususi kitaplar hazırlanmasına öncülük etmesi yazar dayanışmasına ve dostluğuna iyi bir örnektir; bu ayrıca bir vefa tablosudur.
Nusret Özcan tıpkı Yahya Kemal gibi bir İstanbul sevdalısıydı. Doğduğu ve doyduğu İstanbul’dan çıkmayı, başka şehirlerde yaşamayı hiç düşünmedi. İçindeki İstanbul aşkı hiç sönmedi, küllenmedi. “Ben İstanbul’la zehirliyim, mecbur kalmadıkça sur dışına bile çıkmıyorum.” diyecek kadar İstanbul’a bağlıydı. Ölümünde de bu şehirden ayrılmadı. O şimdi Eyüp Sultan Kabristanı’nda İstanbul düşleri görmeye devam edecek. Yerin Cennet olsun dost insan… Onun İstanbul’la ilgili şu ifadeleri, sevgisinin ölçüsünü ortaya koyuyor sanırım:
“İstanbul, tarifi kolay kolay yapılamayacak bir şehir. Efsunlu, hırçın, cazibeli, netameli, belalı, cezbedici... Bu sıfatları daha da çoğaltabilirsiniz. Diğer şehirlerde olmayan birçok şey var onda... Hadis-i Şerif’e mazhar oluşuna bağlıyorum ben bunu. Payitaht oluşuna... Osmanlı’nın en büyük mührü oluşuna ve tabii konumuna... Boğazı, Haliç’i, tarihi ve arı oğulu gibi sürekli hareketli oluşuna... İstanbul’un düzensiz oluşundan bahsedenler bence haksızlık ediyor... Zira o keşmekeş ve karmaşa gibi görünen şey hareketin, dinamizmin olduğunu gösteriyor. Ayrıca düzenlilik her zaman iyi bir şey mi ki? Ramazan her sene aynı günlere gelmiyor, vakit namazları, hac aynı zamanda eda edilmiyor. Düzenlilik gerektiğinde iyidir. Siz tahini önce, pekmezi sonra yerseniz tahinli pekmez yemiş olmazsınız. İkisinin bir arada oluşturduğu lezzet, kıvamınca birbiriyle karışmasıyla ortaya çıkıyor.”
BELEDİYELER VE MEZARLIKLAR
M.NİHAT MALKOÇ
Doğumla birlikte girdiğimiz dünya kapısından ölümle birlikte çıkacağız. Onun içindir ki halk şiirimizin üstatlarından Âşık Veysel, dünyayı ‘iki kapılı bir han’a benzeterek güzel bir teşbih yapıyor. Gerçekten de öyle değil midir? Bugüne kadar kapıdan girip de çıkmayanı gördünüz mü? Bu hana konan elbet bir gün göçüyor. Ölüm ve yaşam gelgitleri hakikati belki milyon kere tecelli etmiştir dünyada, bundan sonra da aynı hâl üzere devam edecektir bu devran... Böyle kurulmuştur dünya, böyle koyulmuştur hayat kanunları. Bunlar herkesi bağlayan mutlak kanunlardır, istisnaları da yoktur. Peygamberler dâhil olmak üzere, yeryüzünde hiç kimse özel muameleye tabi tutulmamıştır. Herkes zorlu imtihandan geçirilmiştir. Öyleyse dünyada iyi bir iz bırakarak ve sevap heybemizi ağzına kadar doldurarak buradan göçme gayreti içerisinde olmalıyız. Bunun dışında ne söylense lâf-ı güzaftır. Biriktirilen mallar kimseye yâr olmayacaktır; aksine hepsinin hesabı verilecektir.
İnsanoğlunun dünyadaki son durağı şüphe yok ki kabir olacaktır. Orada belki bir selvi ağacının gölgesinde ebedi uykumuzu uyuyacağız. Kabir bizim, dünyadaki son evimiz olacak. Oradan ahrete açılacağız. Maddi bedenimiz orada tutulacak. Kabrin içini de dünyada yaşarken kazandığımız sevaplar süsleyecektir. Şayet sevaplardan mahrumsak kabrimizin ışığı kısılacak veya amelimizin durumuna göre ayarlanacaktır. Herkes ışığını veya karanlığını dünyadan getirecektir. Bu bahiste ışıkla kastedilen dünyada anladığımız maddi ışık değildir. Demek ki kabir önemli bir istirahatgâhtır. Öldükten sonra eşimiz dostumuz, çoluğumuz çocuğumuz hatıramızı yâd etmek, bizle halleşmek için kabrimize geliyorlar. Kabri bir şahs-i manevi olarak muhatap alıyorlar. Bu da gösteriyor ki kabir bizim dünyaya açılan penceremizdir.
Bilindiği üzere şehirlerde mezarlıkların bakım ve düzenlemesinden sorumlu olan kurumlar belediyelerdir. 1931 tarihli Mezarlıklar Hakkındaki Nizamname’ye göre vakfa ait tapulu, tapusuz umumi mezarlıklar, metruk ve sahipsiz mezarlıklar belediyelere intikal etmiştir. Bunun dışında belediyeye devrolunmayan, şahıslara ve ailelere ait hususi vakıf mezarlıklar, cami harimlerindeki mezarlıklar, tapu ile tasarruf olunan mezarlıklar da vardır. Fakat bu mezarlıklara ölü gömülmesi için belediyeden ruhsat alınması gerekir. Demek ki bütün mezarlıklar bir şekilde belediyeyle bağlantılıdır. Belediye buraların gerçek sahibidir.
Daha düne kadar Trabzon’daki mezarlıkların bakımsızlığından müştekiydik. Mezarlıklarla ilgilenilmiyordu. Fakat son yıllarda Trabzon Belediyesi, şehrin içindeki ve dışındaki mezarlıkların bakımı ve düzenlenmesiyle fazlasıyla ilgileniyor. Belediyenin ölülere yaklaşımını ve saygısını takdirle karşılıyorum. Çünkü insan ölü de olsa insandır. Ölülere saygısı olmayanlardan dirilere saygı bekleyemezsiniz. Bunun tersi olarak da dirilere saygısı olmayanlardan da ölülere saygı bekleyemezsiniz. Dirileri bilmem ama Trabzon Belediyesi son dönemde ölülere karşı vazifelerini eksiksiz yerine getiriyor. Mezarlıkların duvarlarını, korkuluklarını yeniden elden geçirip düzenliyorlar, boyasız korkulukları boyuyorlar. Bu arada Belediye tarafından Değirmendere’deki Birinci Asri Mezarlığında bulunan şehitlik çevresi Türk bayrakları ile donatıldı. Şehitler al bayrağın kokusunu ve gölgesini teneffüs etme imkânı buldu. Belediyenin bu gayreti her türlü takdirin fevkindedir. Helal olsun emek verenlere…
Daha önce Bostancı Mezarlığını çevre duvarları ve korkuluklarla koruma altına alan Belediye, şimdi de kent içindeki tarihi mezarlıkları koruma altına alıyor.
Geçtiğimiz günlerde Valiliğin karşısındaki tarihi Hamzapaşa Mezarlığı çevre duvarlarıyla koruma altına alındı. Korkuluklar yenilendi. Daha evvel burası son derece bakımsız bir yerdi, adeta bir mezbelelikti. Valiliğin hemen yanındaki bu görüntü Trabzon’a yakışmıyordu. Mezarlığın yeni görüntüsü şehrin çevresine bambaşka bir hava ve güzellik kattı. Önceki görüntü bu merkezi mezarlığa ve o çevreye uygun düşmüyordu. Belediye çok yerinde bir iş yaparak yeni düzenlemeyle ölülere de saygı gösterdiğini, onlar her ne kadar ölü olsa da manevi kişiliklerine saygı duyulması gerektiğini yerinde uygulamalarıyla gösterdi.
Eskiden mezarlıklar özellikle şehre yakın yerlerde, hatta şehrin içinde yapılırdı. Ölülerle diriler iç içe olurdu. Şehrin orta yerindeki mezarlıklar Allah’ı ve onun kanunlarını unutmuş, dünya hayatına dalmış şaşkın kalabalıklara ölümün varlığını haykırırdı. Çünkü en büyük nasihat ölümdür. Fakat günümüzde yetkililer ölümün soğuk yüzünü insanlara göstermemek için mezarları alabildiğine uzak yerlere yapıyorlar. Bunun bir parçası olarak da bazı büyük şehirlerdeki mezarlıklar yıkılarak yol veya parka dönüştürülüyor. Fakat mezarlar gözlerimizin önünden uzaklaştıkça ölüm gündemimizden çıkmıyor. Her gün, her saat, her dakika, hatta her saniye onlarca, yüzlerce, binlerce insan ölüm gerçeğiyle yüzleşerek yaptıklarının hesabını vermek için ilahi emre uyup bu fani dünyadan ebediyete göç ediyor.
İyi ki şehirlerde mezarlıklar var. Mezarlıklar olmasaydı şehirlerde yeşil alan ve bir kök ağaç göremeyecektik. Günümüzde şehirlerde kalan tek yeşil ve ağaçlık alanlar mezarlıklardır. Şehirler üzerinde uçakla veya helikopterle uçma imkânına kavuşsanız bunu açık seçik görebilirsiniz. Onun için mezarlıklar şehirlerin oksijen kaynağıdır. Bazı kişilerin iddia ettiği gibi mezarlıklar aslında ruhları daraltmıyor, daralan ruhları genişletiyor, maneviyatımızı ve dünya hayatımızı bir kez daha gözden geçirmemiz gerektiğini bize fısıldıyorlar.
Mezarlıkları koruyalım, onlardan payımıza düşen ibreti de almayı ihmal etmeyelim. Bizler de bir gün her şeyi bırakıp bir selvinin altında ebediyet uykusuna yatacağız. O gün gelmeden önce ölümden ibret alalım ve müslümanca yaşayalım, Müslümanlığı yaşatalım. Unutmayalım ki orada herkese amelince muamele edilecektir. Kimse haksızlığa uğramayacaktır. Belediyemizi mezarlara gösterdiği hassasiyetten dolayı tekrar kutluyorum.
SULTAN MURAT ŞEHİTLERİNE! ...
M.NİHAT MALKOÇ
İnançlar ve yüksek duygular için yaşar insan… Bu duyguların başında gelir vatan sevgisi… Bizler için çok ulvi bir değerdir memleket severlik… Çanakkale’de, Sarıkamış’ta, Dumlupınar’da, Sakarya’da ve yüzlerce cephede canını seve seve veren askerimiz, vatan aşkını merkez alarak ölüm kalım mücadelesi yapmışlardır. Yüce Rabbimiz vatanın ve içinde yaşayanların düşman çizmeleri altında ezilmekten, işgallerden kurtulması ve İslam’ın yükselmesi için ölmeyi Cennet’e girmek için vesile saymıştır. Bu uğurda ölenlere “şehitlik” payesi vermiştir. Şehitleri de ölülerden saymamış, onları diri olarak tavsif etmiştir. Çünkü şehitlik hayat karşılığında elde edilen yüce bir mertebedir. Hayatı ölümle takas edip cenneti tercih edenler yüce ruhlu insanlardır. Allah onlar için yüce makamlar hazırlamıştır.
Yurdumuzun dört bir yanı şehitliklerle doludur. Hemen her servinin gölgesinde bir ulu yürek ebediyet rüyası görmektedir. Bu millet, inançlarını göz ardı etmeden, insanca yaşamak için yeri gelince şerefiyle ölmesini bilmiş şanlı bir millettir. Trabzon’un Çaykara ilçesine bağlı Sultan Murat yaylasında toprağın kara bağrına gömülen 72 yiğit de vatan için ölmeyi, zillet içinde yaşamaya tercih etmiş şanlı kahramanlardır. Şehitlikte 1916 yılında, Rus işgal kuvvetleriyle yapılan muharebe neticesinde şehit düşmüş olan bir subay, bir astsubay ve 70 erin mezarları bulunmaktadır. Onlar bu kutlu tepede cenk rüyaları görmektedirler.
Günümüzde savaşın yapıldığı Sultan Murat Tepesi’nde bu alev yürekli, cengâver ruhlu kahramanlar için güzel bir abide dikilmiştir. Her yıl 23 Haziran’da onlar için merasim yaparak, maneviyatlarını tazim ederiz. Gençlere onların destanlaşan mücadelesini hatırlatırız. Ben de şehitlik civarında altı yıl yaylacılık yapan, o bölgeyi tarihi ve doğal özellikleriyle çok iyi bilen bir insan olarak o büyük insanlarla ilgili hissiyatımı aşağıdaki şiirimle yazıya geçirdim. Şehitlerimize “Sultan Murat Şehitlerine! ” adlı şiirimle gönül penceremden bakmaya çalıştım. Onlara olan manevi borcumu bir nebze de olsa yerine getirebildiysem kendimi mutlu sayacağım. Onları anlatabildiysem kendimi bahtiyar addedeceğim:
“Sis çöktü, bulut indi dağların başlarına
Engel olmak ne mümkün yürek gözyaşlarına
Nazar eylerken değdi, bulutlara bakışın
Görülmeye değerdi yüreklere akışın
Bulutlar ağlayınca meçhul askerlerine
Hüzün çağlayan olup karıştı kederine
Fırtınalar eserken atların yelesinde
Azamet yükseliyor yankılanan sesinde
Ey dağların başında destanlaşan kahraman
Döndüremez sizleri yolundan hiçbir ferman
O kırık abidende bir tarih yükseliyor
Kıpkızıl şafaklardan kahramanlar geliyor.
Uzuyor, inceliyor maverada gölgeler
Toprak kanla sulanır, kurtulurken ülkeler
Gururunuz yansırken dağların yamacına
Canlar bedel verildi, eriştin amacına
Geceler yorgan olur kabrin mermer taşına
Yıldızları toplayıp taç edelim başına
Bu topraklar uğruna canınızdan geçtiniz
Dünyaya sırt çevirip sonsuzluğu seçtiniz
Uyuyun dalgalanan bayrağın gölgesinde
Yankılansın sesiniz çağların ötesinde
Fanilik gömleğini gül kokusuna bandın
İbrahim’i yakmayan ateşlerde sınandın
Toprağa akan kanlar gözyaşıyla silindi
Ülkeme baştanbaşa gül kokuları sindi
Sultan Murat Tepesi güllelerle dövüldü
Türk’ün şanlı askeri Hak katında övüldü
Derelerden günlerce su yerine kan aktı
Şehitlerin acısı yüreğimizi yaktı”
Şehitlerimizin manevi mertebelerini ve ruh derinliklerini sözlerle tasvir ve tavsif etmek ne mümkün… Yüce Rabbimiz onları öve öve bitiremiyor. Onların mertebelerini Peygamberlerden sonra sayıyor. Onlara Cennette köşkler tanzim ediyor. Onları ölüler sınıfına bile dâhil etmiyor. Bunu şu ayette açıkça ifade ediyor: “Allah yolunda öldürülenleri (şehitleri) sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler; Allah’ın Iütuf ve kereminden kendilerine verdikleriyle sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de hiç bir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duyurmaktadır.”(AI-i İmran, 169–170)
Sultan Murat Dağları’nda kar ve fırtına demeden düşman karşısında destanlar yazanlar, hayatı ölümle takas ederek cennet nimetleriyle ödüllendirilenler, o yörenin insanları değildi şüphesiz... Yurdun değişik yerlerinden kalkıp Peygamber ocağı olarak nitelendirdiğimiz kışlalara askerlik vazifesini ifa etmek için gelmişlerdi. Vatan savunması için oradaydılar. O güne kadar nice insan bu yolda mücadele vermişti. Kimisi gazilik, kimisi de şehitlik mertebesiyle taçlandırmıştı kutsal mücadelelerini. Onlar için dünyada da, ahrette de korku ve endişe yoktu. Şimdi nöbet sırası kendilerindeydi. Mukaddes inançların yaşaması ve vatanın savunulması için ölmek gerekiyorsa ölünmeliydi, yaşamak gerekirse yaşanmalıydı. Zaten kahraman; yaşaması gerektiği yerde yaşayan, ölmesi gerektiği yerde ölebilen engin ruhlu insandır. Ölmekten korkanın onurlu ve hür olarak yaşama hakkı yoktur.
Sultan Murat Yaylası’ndaki şehitlik, Türk’ün her yerde vatan savunmasında olduğunun ve bunun için seve seve öldüğünün delilidir. Uzak olsun, yakın olsun vatan sınırları içerisindeki bütün dağlar, ovalar, mezralar, köyler askerimizin ve halkımızın koruması altındadır. Buralara düşman çizmesi değemez. Buraların doyumsuz havasını düşman ciğerlerine indiremez, karşılarında kahraman Türk askerini bulurlar.
2000 rakımlı bu yaylaya Sultan Murat denmesinin sebebi IV. Murat’ın 1635 tarihinde İran üzerine yapmış olduğu ikinci seferi dönüşünde Trabzon’a inerken cuma namazını burada kıldırmış olmasıdır. Günümüzde bu büyük padişahın anısına hutbe taşının bulunduğu yere cami inşa edilmiştir. Sultan Murat’ın adı yaylaya isim olarak verilerek yaşatılmıştır. Şehitliğin varlığı bu yüce dağ başının halk katındaki önemini artırmıştır. Şehitlerimize rahmet diliyoruz.
BABALAR GÜNÜNÜN ARDINDAN
M.NİHAT MALKOÇ
Babalar günü kutlanıyor, herkes babasına bir şeyler almanın telaşı içerisinde… Oysa sen benden çok uzaklardasın… Toprağının yanındayım ama teninin sıcaklığından mahrumum. Güller rengini kaybetmiş, toprak karasını alnımıza çalmış. Şimdi bu sessizlik ortasında hem yakınız, hem de çok uzağız birbirimize… Aradan tam üç yıl geçti. Sene 2004…Mayısın 18’i…Şairin dediği gibi bir tel koptu ahenk ebediyyen kesildi. Üç yıldan beri yüzünü göremiyorum, elini tutamıyorum, yerini soramıyorum, seni unutamıyorum. Dudaklarımdan sana dair duygular dizelere dönüşüyor. Yalnızlık, sözcüklerin ve sözlüklerin kalbine iniyor:
“Sen gittin gideli ruhum tarumar
İnsanlar cihandan acep ne umar?
Terk edilen için ömür bir kumar
O gün bugün günler geçmiyor baba!
Bahçemdeki güller açmıyor baba! ”
Üç yıl evvel, bir 19 Mayıs arifesinde herkes bayrama hazırlanırken benim yüreğime har düştü. 19 Mayıs günü bayram olduğunu hatırlamadım bile… Sen bir gençlik bayramında aramızdan ayrılmıştın. Bir elveda bile demeden ötelere göçmüştün. Bir aylık tedavi süreci evde son bulmuştu. Ötelere göçmüştün bir kuş gibi… Geride kalanlar peşinden bakakalmıştı. Yetmiş yaşındaydın ebediyete irtihal ettiğin gün… “Yaş otuz beş yolun yarısı eder/Dante gibi ortasındayız ömrün” demişti Cahit Sıtkı… Şairin dediğini tescil etmiştin ölümünle. Yaz gelmişti, çiçekler açmıştı. Dallar meyveye durmuştu ama yürek yaralanmıştı, ne fayda… Dillerden dökülen ateş gibi yakıcı sözler gözyaşlarıyla birleşip yürekte buharlaşmıştı:
“Bir gönülün merkezine har düştü
Yaz ortası yüreğime kar düştü
Hayalimde yüceleşen yâr düştü
Hüzün bedenimden göçmüyor baba!
Bahçemdeki güller açmıyor baba! ”
Seneler ne de çabuk geçiyor. Fakat geçen zaman sana olan hasretimizi hiç azaltmıyor. Aksine her geçen gün hasretimiz katlanıyor. Dünyanın neşesi ve ışığı söndü penceremizde… Güneş eskisi kadar ısıtmıyor tenimizi. Kendime olan güvenim ve geleceğe dair umutlarım eskisi kadar tatmin edici değil. Arka dağımdın sen… Senin bence zamansız göçün umut dağlarıma karların yağmasına yol açtı. Ruhum yaralandı dört bir yerinden. Tatlı esintiler yerini şiddetli fırtınalara bıraktı. Baharın güzelliği gönül coğrafyamıza uğramaz oldu. Geçen zaman, acılı hissiyatımızın üstünü örtmedi. Dizelerim duygularıma tercüman oldu:
“Hasret kaldık, aylar geçti sesine
Bülbüller ram olur gül nefesine
Ruhun veda etti ten kafesine
Beden Azrail’den kaçmıyor baba!
Bahçemdeki güller açmıyor baba! ”
Mayıslar içimi acıtıyor senden sonra… Bayramın arifesi, bayram neşesini alıp götürüyor. Şimdi büyük bir boşluğun ve yalnızlığın içindeyim. Kış ortasında yorganı üzerinden alınmış körpe bir çocuk gibiyim. Hayat devam etse de büyük bir gedik açılmış kalbimin orta yerinde. Yaşama zevkim düne kıyasla sönmüş bir volkan gibi… Elim başıma yetmiyor, ayaklarım bedenimi taşımıyor. Bakışlarım daha bir ürkek, çekingen, tereddütlü… Kederlerin harmanı almış başını göğe yükseliyor. Topladığım dağ menekşeleri ellerimde kalmış, titrek ve ürkek bakışlarım vuslatın yolunu gözlüyor. Gözbebeklerimdeki yorgun bakışlar gittikçe ağırlaşıyor; kurşun misali içimi acıtıyor. Şafaklar daha bir kızıl doğuyor içimize. Güneşin baygın kızıllığı, melali yudum yudum içiriyor gönlümüze. Yokluğunu, bıraktığın izlerle doldurmanın gayretiyle günlerimi zaman değirmeninde öğütüyorum.
Babalar günü her ne kadar ticari amaçlı bir gün olsa da kişiler bu günde babalarını hatırlıyor, onların gönlünü alıyor. Ben bu heyecandan mahrumum şimdi… Hediye alacağım, hâl hatır soracağım bir babam, bir arka dağım yok dünyada. O şimdi bambaşka bir dünyada, bizce bilinmeyen bir ortamda zaman ötesinde yaşıyor. Bu hayat, dünyada yaşananlara hiç benzemiyor. Gidenler geri dönmüyor, geride kalanlar kaybettikleri değerleri bir daha göremiyor. Ancak kıyametten sonra Allah’ın uygun görmesi halinde dostlar birbirine kavuşabiliyor. Bir zamanlar yanımızda, yakınımızda olanlar artık düşlerimizde yaşıyorlar. Babamı kaybetmenin getirdiği ruh burkuntularımı bir şiirimde şu ifadelerle dile getirmiştim:
“Rengârenk bahardın, ağır kış oldun
Gerçek idin, şimdi bize düş oldun
Gözden akan bir damlacık yaş oldun
Göğümdeki kuşlar uçmuyor baba!
Bahçemdeki güller açmıyor baba! ”
Sana olan vefa borcumuzu nasıl öderiz baba? … Sen ki çocukların namerde muhtaç olmasın diye gurbet ellerde yapayalnız kalmaya rıza göstermiştin. Can parçalarını aydınlatmak için mum misali yanmayı göze almıştın. Onlar üşümesin diye uzak dağlardan odunları sırtlayıp getirirdin. Ter su olup boşalırdı alnından. Fakat bu, helal peşinde koşan bir babanın onur teriydi. Okuma yazmayı ancak bilirdin. Âlim değildin ama her halden anlardın. Yetmiş yılını sıkıntılar içinde geçirsen de hayata küsmedin hiçbir zaman. Hep Rabbinin önünde secde ettin. Şükrün pınarlarından doldurdun tasını. Şimdi şükredenlerin safında nimetlenenler arasındasın inşallah… Dizelerim ruhaniyetini tasvir ederken acziyete düşüyor:
“Cennette saraylar, cehennemde nar
Kimine ağır kış, kimine bahar
Vuslat ötelerde, bize hasret var
Ömür bize ışık saçmıyor baba!
Bahçemdeki güller açmıyor baba!
Adını unutturmuyor hayırların, yaşatıyor seni Hak için verdiklerin... Kabrinin hemen yukarısında günde beş kez semaları aydınlatan ezanlar, ruhunu rahatlatıyor muhakkak… Dünyada hayır için verilenler götürülüyor ebediyete… Onlar mamur ediyor yalnız ve çıplak ruhları. Veren ellerde güller açıyor. Bu dünyada bıraktıkların sana ulaşmıyor. Çünkü kişinin eliyle verdiğidir muteber olan. Seni sonsuzluğa uğurladık, dünya kapıları kapandı senin için. Seni anlatmak için kelime seçmekte zorlanıyorum. Umudun dağları karla kapandı neyleyim. Şimdi rahmet çağlayanlarında serinlesin ruhun. Sözler kâfi gelmiyor ahvalini anlatmak için:
“Bu âleme dair tükendi sözler
Perdeler inince kapandı gözler
Güneşim battı, karardı gündüzler
Huzur, talih bizi seçmiyor baba!
Bahçemdeki güller açmıyor baba! ”
Meçhule giden bir gemiyle yolcu ettik seni. Aslında gidilen yer hiç de meçhul değil. İnananlar için cennet bahçelerinden bir bahçe, inanmayanlar için cehennem çukurlarından bir çukur… Sen inanan bir insandın. İnşallah cenneti temaşa ediyorsun, huzurlusun, bahtiyarsın. Dünya perdeleri ve kapıları yüzüne kapansa da içindeki ışık, mekânını aydınlatmaya yeter. Senin ölümün ölümlerden biri olsa da bizim için bir ilkti. Çünkü insanın babası bir kez ölür. Bahçemiz tarumar oldu sen gittin gideli. Güllerimiz açmıyor, hepsi de solmaya yüz tuttu. Seni her geçen gün daha çok özlüyorum. Seni dudaklarımdan dökülen şu sözlerle selamlıyorum:
“Rızamızla teslim olduk kadere
Ölüm bizi götürmesin kedere
Bu filmi seyrettik bilmem kaç kere
Kul arzuyla zehir içmiyor baba!
Bahçemdeki güller açmıyor baba! ”
YAŞAR ALPTEKİN NAMAZLA YENİDEN DOĞDU
M.NİHAT MALKOÇ
İnsan her şeyden evvel bir kul olarak dünyaya gönderilmiştir. Hakları olduğu gibi, sorumlulukları da vardır. Yüce Rabbimiz bize sayısız nimetler ihsan etmiştir. Fakat bu nimetlerin yanında bizleri kulluk vazifesiyle de mükellef kılmıştır; başıboş bırakmamıştır. Bizi Hak katında değerli kılan kulluğumuzdur. Kulluğumuz hakikatte sultanlığımızdır.
İnsanların Hak’tan ve hakikatten habersiz yaşaması gerçekte yaşamak mıdır? Her nefes alan yaşıyor demek değildir. Yaşamak hakikatlerden haberdar olmak ve mutlak hakikatin izinden gitmektir. İlahi gerçekleri yok farz etmek ve onlara sırt çevirmek, uyumadığı halde uyuma taklidi yaparak uyuduğunu zannetmekten daha ahmakçadır.
Yaratıcıyı tanımadan, onun yolunda yürümeden sonlanan bir hayat nerden baksanız ziyandır. Böyle bir hayat beyhude dolanmak değil de nedir? Dünyanın en bahtiyar insanları manevi zenginlik içinde ebedi hayatını düşünerek yaşayanlardır. İnsanlar maddi doygunluğa ulaştıklarında yapacak bir şey bulamıyorlar. Bazıları ifrat ve tefrit içerisinde günlerini tüketirken bazıları da hakikatlere varan yolu buluyorlar. İşte bunlardan birisi, de kırkından sonra hidayete eren sinema sanatçısı, manken ve fotomodel Yaşar Alptekin’dir. Onun geçmişte neler yaşadıklarını bilmeyen yoktur. Bunları tekrar etmek onun bugünkü tercihine saygısızlık olur. Zaten kendisine geçmişini hatırlatanlara Necip Fazıl’ın sözleriyle cevap veriyor: Önceki hayatımı cahiliye dönemi sayıyorum. Ben yeniden doğdum. Henüz üç yaşındayım. Geçmişimi çöpe attım. Çöpü karıştıran kedi ve köpektir.”
İnsanların nasıl yaşadıkları önemli olsa da son nefeste hangi hâl üzere öldükleri daha önemlidir. Hepimizde nefis vardır. O nefis ki, kişiyi Hak’tan ve hakikatten uzaklaştırır. Kişinin, yaşadıklarından ibret alması, Hakk’a ve hakikate vasıl olması en büyük bahtiyarlıktır. Yaşar Alptekin de gerçekleri kırkından sonra görebilen ve bunları bir hazine sayarak onlara dört elle sarılan bir Müslüman kardeşimizdir. Önemli olan hidayete layık bir ruha sahip olabilmektir. Demek ki Alptekin böyle bir ruha sahipti. Kendisinin hidayetten sonraki duygularını bir röportajından aldığım cümlelerle dikkatinize sunmak istiyorum:
“Uzun, ama boş bir yolculuktan geliyor. Kendimi kurak topraklardan gelip, çölün sonundaki vahayı bulmuş ve doğru yolda giden bir yolcu olarak görüyorum. Katıldığım dinî sohbetlerde “Ben bu dünyada iki buçuk yaşındaki çocuk gibiyim. Siz ailenizin, çevrenizin etkisiyle dinî bilgilere sahipsiniz. Ben ise, hem doğduğum köy, hem de yaşadığım hayat itibariyle, İslâmî hayatın uzağındaydım” diyorum. İnsan bilmediği yolda giderken, insanlar tarafından yanlış yönlendirilebiliyor. Ama bugün yanlışları görüp, doğru adresi bulmuş biriyim. Ben âleme sahip olmaya gelmedim, âleme şahit olmaya geldim, bunun farkındayım. Bazı insanlar, “Bu kadar zaman harcadın, ne sahibi oldun? ” diyorlar, benim için çok şeye sahip olmaktan ziyade, en az şeye ihtiyaç duymak önemli...”
İnsanlar nereden nereye gelebiliyorlar. İslami hissiyat, insanı ne kadar da güzelleştiriyor. Bakış açıları ve ufuklar alabildiğine genişliyor. Yaşar Alptekin, “Allah beni bataklığın içinden aldı. Şimdi bambaşka bir atmosferin içindeyim” diyerek yeni hâline şükrediyor. Bununla ilgili olarak “Namazla Yeniden Doğdum’ adlı bir de kitap kaleme aldı. Bu eser aracılığıyla gençlere yol göstermek, onları manevi duygularla donatmak istiyor.
Alptekin, işadamı Sakıp Sabancı’nın cenazesinden sonra kendisinde büyük bir değişim hissetmeye başladığını belirterek, “Cenazeden sonra eve gittiğimde namaz kılmak istedim. Arkadaşlarımın yardımıyla abdest almayı öğrendim ve ilk namazı kıldım. Sonra İçerenköy’de sabah namazına gittim. Her gün değişiyordum. Allah beni bir bataklığın içinden aldı. Üç yıl önce kendimi adam zannediyordum. Etrafımdaki şaşalı yaşam çok hoşuma gidiyor, etraftan gördüğüm ilgi kollarımı kabartıyordu. Şimdi anladım ki o yaşananların hepsi yalanmış. Asıl adamlık Allah’a yakın olmakmış” diyor ve büyük ruh değişimini anlatıyor. Artık O da hakikat yolunun nur yüzlü yolcularından biri olarak İslam’a hizmet ediyor.
YAZMAK YAŞATMAKTIR
M.NİHAT MALKOÇ
Sözlerin, nefes olmaktan çıkıp kalıba dökülmesidir yazmak… Bu anlamda yazı, sözlerin geleceğe taşınmasını sağlar. Eğer yazı olmasaydı hayat ne kadar da eksik olurdu. Bir düşünün… Orhun Abideleri olmasaydı Göktürklerin yaşayışları ve savaşları hakkında bu denli geniş bilgilere sahip olabilir miydik? Çinlilerle olan ilişkiler bu kadar teferruatlı bilinebilir miydi? Taşa işlenen bu kıymetli yazılar Türk dilinin ilk yazılı metinleri olarak tarihe geçmiştir. Oysa onlardan evvelki Türk topluluklarının yaşantıları rivayetlerden ibarettir. Söz konusu abideler, sözün bengü taşlarda ebedileşmesini sağlamıştır.
İnsan yaşadıkça, nefes aldıkça yazmalıdır. Yazmak nefesle birlikte, yaşamanın en esaslı belirtisidir. Yaşadıklarını içine atanların, yazıya dökmeyenlerin günleri ziyan olmuş demektir. O günler süzgeçte tutunamayan su misalidir. Su süzgeçten nasıl akıp giderse o günler de ömürden öylece akıp gider, yok olur. Yazılmayan hayatlardan iz kalmaz geriye... Yazan insanlar geçen günlerini sözcük kalıplarına koyup dondururlar. Kitap şeklini alan bu buzdan kalıplar okundukça sökülür, gözlerimizde ve gönüllerimizde canlanırlar.
Yunus’un dediği gibi “Söz uçar yazı kalır.” Sözün harflerle sabitleşmesi günlerin kalıcılığını sağlar. Sözden abideler okuyucuların zihninde yükseldikçe yükselir. Her gün yüzlerce cümle kurar, derdimizi muhataplarımıza anlatırız. Söz tarlası her gün ekilir, biçilir. Fakat hasat ürünü olarak nitelendirebileceğimiz söz yığınları, kitap sayfalarında endam göstermedikçe kalıcılık sağlayamazlar. Kumdan dağlar gibi şiddetli rüzgârlarla başka tepelere taşınırlar. Her biri bir tepeciğe savrularak bütünlükleri bozulur. Havayla beraber atmosfere yükselen sözler belli bir zamandan sonra izini kaybettirir. Aslında onlar da yok olmazlar. Onlar da gök boşluğunun bizler tarafından bilinmeyen bir yerinde saklanırlar. Bu, bilimin konusu olsa da sözün bir madde olarak da kalıcılığını ispat için dillendirilmesi gereken bir hakikattir. Zira hiçbir şey kaybolmaz bu sonsuz kâinatta… Yokluk yoktur, şekil ve mekân değiştirmek vardır. Sözleri de bu kapsam dâhilinde sayabiliriz.
Arkalarında onlarca, yüzlerce cilt eser bırakan yazarların bir anlık da olsa hiç yazmadığını düşünün… Kültür, sanat ve edebiyat hayatımızda ne büyük boşluklar olurdu. Bununla birlikte her biri birer şöhret abidesi olan o söz ustaları sıradan bir insan olmanın ötesine geçemezlerdi. Adları dudaktan dudağa gezmez, sanları kulaktan kulağa duyulmazdı. Onların adlarını baki kılan hayat dairesi içerisinde yaşadıkları değil, yazdıklarıdır. Yazmak hem yaşamak, hem de yaşatmaktır. Bembeyaz kâğıtlara kalem çalmak, diri kalmak ve diri kılmaktır. Ebedi hayatla kıyaslandığında an mertebesinde olan kısacık ömrünüzün asırlara hükmetmesini ve fani bedeninizin ruh kalıbında ebedileşmesini istiyorsanız kalemi ve kâğıdı yanınızdan ve yakınınızdan eksik etmeyin. Yanınızda suyla beraber bir hokka mürekkep de olsun. O siyah nurla bembeyaz hayalleri bir nakkaş titizliğiyle işleyin.
Amatör olsun, profesyonel olsun bütün yazıcılar, hayata imzasını atmış kişilerdir. Onların bedenleri bu fani dünyayı terk etse de adları asırlara hükmeder. Yunus Emreler, Ahmet Yeseviler, Mevlanalar, Karacaoğlanlar yazdıklarıyla geçmişten bugüne gelerek çağları aşıyorlar, gönülleri mekân ediyorlar. Kapkaranlık nurlara kandil oluyorlar. Onların et hükmündeki bedenlerinin aramızdan ayrılması gerçek manada kayıp sayılmaz. Çünkü o asil ruhlar, yaşadıkları süre içerisinde söz adına vereceklerini verip tertemiz ruhlarla dünya denen bu güzergâhtan ukba denen ebedi bir güzergâha meyletmişlerdir. Onları sıradan insanlardan ayıran, baki ve diri kılan yedikleri, içtikleri ve dünyada edindikleri malları değil, Allah için kurdukları dostlukları, infakları ve asırları aşıp günümüze gelen birbirinden kıymetli anıt eserleridir. Ne mutlu fanilikten baki bir unvan ve örnek bir hayat çıkarabilenlere! ...
Yazın dostlar, çalakalem de olsa yazın. Yazdıkça hayatınız renge ve ahenge bürünecektir. Yazdıklarınızdan nice zihinler ve yürekler faydalanacaktır. Yazdıkça yaşamanın manasını idrak edeceksiniz. Yazdıkça yaşayacak, yazdıkça yaşatacaksınız.
“KÜLTÜR KÖPRÜSÜ” ÜZERİNE
M.NİHAT MALKOÇ
Köprü, maddi anlamda iki karşı kıyıyı birbirine bağlayan bir rabıtadır. Köprüler kopuk yakaları birbiriyle birleştirirler. Bu şekilde insanlar rahat bir biçimde gidiş gelişlerini gerçekleştirirler. Böylelikle dostlar birbirleriyle kavuşurlar. Güçler bir ve beraber oldukça emniyet hâsıl olur. Malum olduğu üzere, ayrılık hayra alamet değil hiçbir zaman… Bu hususta “Birlikte rahmet, ayrılıkta azap vardır” ilahi hakikatini göz ardı etmemeliyiz.
Köprüler ayrılıklara ‘dur’ diyen, kavuşmaları sağlayan maddi vasıtalardır. Köprü olmayan yerlerde birlik ve beraberlik sağlanamaz. Parçalanmış güçler güç kaybını da beraberinde getirir. İşte öyle de manevi ayrılıkları izale eden köprüler de vardır hayatta. Bunlar gönülleri birbirine bağlayan ve tek yürek olmayı sağlayan vasıtalardır. Milletlerin geçmişle olan bağlarını berk tutan bu manevi köprüler, maddi köprülerden daha lüzumludur.
Son yüzyılda milletler büyük bir değişimin ve dönüşümün arifesindedir. Dünle bugün birbirinden hayli uzaklaştırılmıştır. Bu ‘dedeyle torunu birbirini anlamaz, tanımaz ve kabul etmez’ hale getirmenin planlı bir sonucudur. Türk milleti üzerinde oyun oynayan ve çıkar siyaseti güdenler, kültürel değerlerimizi unutturup manevi bağları tek tek koparmanın çirkef mücadelesini vermektedirler. Ne yazık ki bunda da bir hayli yol almışlardır. Türk milleti tarihinden ve kültüründen koparılmış, suni bir tarih ve kültür oluşturulmuştur. Binlerce yıllık medeniyet, popüler kültüre kurban edilmiştir. Milletimizin hafızası, genlerimizle uyuşmayan, yeni ve gayri milli bir kalıba koyularak hilkat garibesi bir kombinezon oluşturulmuştur.
Nihat Sami Banarlı, bence gelmiş geçmiş en iyi edebiyat tarihçilerinden ve kültür adamlarındandır. Bu değerli şahsın kaleminden çıkan “Resimli Türk Edebiyatı Tarihi” isimli eserin emsali yoktur. Ya “Türkçenin Sırları” na ne dersiniz? Ben Banarlı’nın her eserini büyük bir güvenle ve beğeniyle okumuşum. Okurken ‘acaba’ sözü aklıma gelmemiştir hiçbir zaman. Çünkü maziye dair kültür coğrafyasını onun gözüyle temaşa etmek sağlıklı neticelere varmamı sağlamıştır hep… Banarlı, beni yanıltmamıştır. Beni ceddimin onlarca asırlık katıksız değerlerine götürmüştür. O, her zaman kültür emperyalizminin karşısında olmuştur.
Kıymetli edebiyat tarihçisi ve kültür adamı Nihat Sami Banarlı’nın yıllar evvel okuduğum “Kültür Köprüsü” adlı kıymetli eseri, manevi köprüleri atılmış bir neslin geçmişiyle yüzleşmesini ve bin yıllık kültürel değerleriyle buluşmasını sağlıyor. Kitapla ilgili olarak ifade edilen şu tanıtım sözleri bunu teyit eder niteliktedir: “Süleyman Çelebi’den Nef’i ve Şeyhi’ye; bütün yönleriyle fetih hadisesi, Fatih ve fethin manevi mimarlarına; Fuzuli’den Baki ve Nedim’e; şair/sanatçı kimliklerinin yanı sıra pek bilinmeyen insani taraflarıyla Erzurumlu Emrah’tan Ziya Paşa, Abdülhak Hamid, Namık Kemal ve Tevfik Fikret’e; Yahya Kemal’den Süleyman Nazif ve müstesna bir yer ayırdığı Mehmed Akif’e; Türk dostu şarkiyatçıların portrelerinden Gandhi’ye kadar uzanan kuşatıcı bir bakışla Nihad Sami Banarlı; asırlar evvelinden günümüze uzanan bir ‘Kültür Köprüsü’ inşa ediyor.”
Kültür Köprüsü’nden geçenler, yani bu kıymetli eseri dikkatle okuyanlar, bugünle dün arasında sağlıklı mukayese yapma imkânına kavuşacaklardır. Zira bu eserde ifade edilenler, milletimizin nasıl bir kültürel zenginlikten geldiğini açıkça göstermektedir. Şuurlu okuyucular bunu rahatlıkla göreceklerdir. Aynı zamanda damarlarımızda zehir misali dolaşan bugünkü kozmopolit kültürün ne kadar zayıf ve bizden uzak olduğunun farkına varacaklardır.
Bu eser kültür ve medeniyetimizin bir çeşit hakikat pazarı hükmündedir. Bu pazardan alışveriş yapanların bozuk ve hileli mal alma ihtimalleri yoktur. Onlar pazardan eve dönünce ağır sözlerle söylenmeyeceklerdir. Aksine gerçekle sahteyi ayırt edip bugüne kadar kandırılmış, uyutulmuş olmalarının farkına varacaklardır. Geç de olsa basiret gözleri açıldığı için Banarlı’ya dua edeceklerdir. Aynı zamanda cedleriyle bir kez daha gurur duyacaklardır. Göçebe diye yutturulan ve aşağılanan milletimizin aslında çok büyük bir kültür harmanı ve dağarcığı oluşturdukları gerçeğini bizzat örneklerle göreceklerdir.
Banarlı’nın bütün yazıları zengin bir içeriğe sahiptir. Çünkü o, çok zengin bir entelektüel birikimi olan ender aydınlardan biriydi. ‘Kültür Köprüsü’ Banarlı’nın vaktiyle değişik dergi ve gazetelerde yayınlanan yazılarından oluşturulmuştur. Bu yönüyle bir çeşit derlemedir. Mevlâna Celâleddin Rumî, Süleyman Çelebi, Fuzuli, Baki, Nedim, Naili, Emrah, Ziya Paşa, Namık Kemal, Muallim Naci, Recâizâde Mahmut Ekrem, Tevfik Fikret, Süleyman Nazif, Yahya Kemal, Mehmet Akif Ersoy, Abdülhak Şinasi Hisar, Reşat Nuri Güntekin, Orhan Seyfi Orhon, Faruk Nafiz Çamlıbel gibi onlarca isim bu eserde bir kuyumcu titizliğiyle işlenmektedir. Onların milli kültürümüze katkıları örneklerle sıralanmaktadır. Bunlarla Osmanlı’nın ve onun devamı olan Türkiye’nin kültür ve medeniyet haritası çizilmektedir.
Bu kıymetli eserle, ana sütü gibi ak ve bizden olan kültür mirasımız, içinden çıktığı topraklara, yani evine döndürülerek öz evlatlarıyla buluşturulmaktadır. İlk baskısı 1985 senesinde yapılan ve zaman içerisinde değişik yayınevleri tarafından yayınlanan bu kıymetli eseri son olarak Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı yeni bir anlayışla, Kâzım Yetiş’in uzun ve tafsilatlı takdimiyle 560 sayfaya çıkararak ikinci kez neşredip, gençlerin ve kendini aydın sayanların, bu yolda yürüyen çilekeşlerin hizmetine sunmuştur. Bu Kültür Köprüsü’nden her aydın mutlaka geçmelidir. Bu eserin olmadığı kütüphane kanımca eksiktir.
TÜRKÜLERİN BEYEFENDİSİ: YILDIRAY ÇINAR
M.NİHAT MALKOÇ
Türküler Türk’ün milli benliğinin söze ve saza bürünmüş kalıbıdır. Onlarda koca bir mazi saklıdır. Türk milletinin sesini geleceğe taşıyan türküler asumanda yankılandıkça, var olmanın hazzını doyasıya yaşayacağız. Türküler kardeştir, kin ve nefret nedir bilmezler. Acılarımız, sevinçlerimiz, hüzünlerimiz, yürek yangınlarımız türkülerin nağmelerine sinmiştir. Özümüzdür, sözümüzdür, ak yüzümüzdür türküler… Aşk yangınlarını onların terennümüyle ifade ederiz. Her türküde bir sevda, bir vuslat, bir ayrılık saklıdır. Duyguların en saf hali türkülerde gizlidir. Samimiyet ve saflık türkülerin doğasında vardır.
Bu toprakların kokusunu türkülerde hisseder, nasırlı ellerin izini türkülerde sürersiniz. Onlar en güzel ve en özel iletişim aracıdır. İlk bakışta çok basit görülmelerine rağmen büyük derinliğe sahiptirler. Halkın birikimidir her bir nağmede ifadesini bulan bilgece deyişler… Bir kuşun ürkekliğini, bir ceylanın çevikliğini, bir bülbülün sesinin rengini onlarda bulabilirsiniz.
Anadolu’da kadınların ağıtıdır türküler… Çileler, yaslar, ezilişler nağmelerin derinliklerinde kaybolmuştur. Kınalı ellerdeki umutlar da türkülere gömülmüştür. Geleceğin düşleri, nur yüzlülerin gülüşleri türkülerin atmosferinde saklıdır. Türküler kendini ifade etmenin en sade ve en tesirli yoludur. Türkülerin dili evrenseldir.
“Bayramlarda düğünlerde / Toplantıda yığınlarda / Sıkılınca dar günlerde / Türküz türkü çağırırız” diyen Âşık Veysel, şanlı milletimizin türkülere yüklediği vazife ve salahiyeti de açıkça göstermektedir. Ferhat’ın dağlarda yankılanan sesi, Mecnun’un çölleri tutan figanı bir yüreğe, bir de türkülere sığabilmiştir. Sözün en ateşli halidir türküler… Geçtiği yerleri yakar kavurur hasret türküleri… Sevdayı türkülerden daha tesirli ne anlatabilir ki! ...
Türkülerin piri, türkülerin yürek çağlayanı bir dostun aramızdan ayrılması üzerine bu duygular geçti zihnimin derinliklerinden. Türkülerin Beyefendisi Yıldıray Çınar da Hakk’a yürüdü. Halk müziği sanatçısı Yıldıray Çınar, Samsun’da tedavi gördüğü hastanede öldü. Bir buçuk aydır Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde bir sinir sistemi hastalığı olan ALS tedavisi gören Yıldıray Çınar, 68 yaşındaydı. Bugüne kadar 50’ye yakın filmde başrol oynayan, 12 altın plak ödülü bulunan 70’li yılların ünlü sanatçısı Çınar, uzun yıllar TRT’de halk müziği sanatçısı olarak çalışmıştı. Çınar’ın ünlü türküleri arasında ‘Çarşambayı Sel Aldı’, ‘Sarmaşık Bülbülleri’, ‘Şen Ola Düğün’ sayılabilir. Bu listeyi çok daha uzatabiliriz.
Yıldıray Çınar kendi halinde, halim selim, vakur, alçakgönüllü bir insan olarak hafızalarda yer etmişti. Gösterişten uzak bir hayat yaşayan bu halk dostu, türküleri sevdirmişti gençlere. Çoğumuz onun seslendirdiği türkülerle âşık olmuş, sevdamızın his yoğunluğunu onun seslendirdiği nağmelerde bulmuştuk. Sevdamızı onun sesine yükleyerek muhataplarına iletmiştik. Sözleri ve nağmeleri onun kadife sesinde yoğurmuş, kıvamına getirmiştik. Usulü, erkânı öğrenmemizde, müzik ruhunu ve sevgisini kazanmamızda büyük tesiri olmuştu.
Günümüzde pek çok şey gibi müziğimiz de yozlaştı maalesef… Bazı yeni yetmeler pop müziği, halk müziğinin önüne koyarak geçmişin müzik asaletine sünger çektiler. Halk müziği söylediğini zannedenler de iyi bir altyapıya ve geleneğe sahip olmadıkları için uzun hava söylemeyi ‘böğürmek’ olarak algıladılar. Türk halk müziği her geçen gün sözde pop güneşinin ışığı altında eridi. Buna hepimiz göz yumduk bir anlamda… Ustalara hakkıyla sahip çık(a) madık. Yıldıray Çınar’ı, Neşet Ertaş’ı, Arif Sağ’ı, Muzaffer Sarısözen’i ve Ali Ekber Çiçek’i gençlerimize yeterince tanıtamadık. Onun için, türkü geleneği kurumaya yüz tuttu. Ölen her türkücü bu geleneğin biraz daha eriyip yok olması anlamına geliyor.
Bizler Yıldıray Çınar’ın türküleriyle büyüdük. Anadolu sevgisini, birlik ve beraberlik hislerini o, türkü tabletlerini ruhumuza içirerek edindik. Değerlerine hakkıyla sahip çıkmayan milletimiz, Yıldıray Çınar’ın da değerini bilemedi. O şimdi her fani gibi uzun bir yolculuğa çıktı. Arkasında türküleri yetim ve öksüz bıraktı. Türkülerin Beyefendisi Yıldıray Çınar’ın göçüşüyle birlikte ruh dünyamızdan bir çınar daha devrildi. Allah rahmet eylesin.
Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta